Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Sağcılık ve solculuk sahiden bitti mi?

Yayına hazırlayan: Engin Deniz İpek

Merhaba iyi günler. Ne zaman sağdan bahsetsem, Türk sağından ya da Türkiye’de soldan bahsetsem, illâki birtakım tepkiler gelir. Yıllardır aslında olan bir şey bu. Komünist bloğun dağılması ile beraber olan bir şey. Sağ-solun bittiği yolunda bir kabul var ve bayağı ciddi bir şekilde bunun propagandası yapılıyor. Ve dünyada olup bitenleri ya da ülkede olup bitenleri hâlâ sağ sol ekseninden görmeye, anlamaya, açıklamaya ve müdahil olmaya çalışanlarla bir anlamda dalga geçiliyor. Böyle bir tutum var. Bu tutumla ilgili bir şeyler söylemek istiyorum. Gazetelerde yazdığım zamanlar yazmıştım birkaç kere bu konuda. Bazı televizyon tartışmalarında da dile getirmiştim. Burada da, Medyascope‘ta da yaptığımı hatırlıyorum; ama ne zamandır değinmedim ve bugünlerde değinme ihtiyacı hissediyorum, çünkü artık bu “Sağ-sol bitti” sözünün bitmesi gerekiyor. Çünkü sağ ve sol bitmiyor, biteceğe de benzemiyor. Bitmez. Hele Türkiye’de hiç bitmez; çünkü Türkiye, baktığımız zaman, sağcı bir ülke, sağın çok güçlü olduğu bir ülke. Başka birçok ülkede de böyle; ama kendi ülkemizde, Türkiye’de, sağ çok güçlü. Sol öteden beri zayıf. Zayıf olmasının dışında, kendi kendini yiyip bitiren bir hareket. Birbirini solcu olmamakla, birbirini karşı tarafa çalışmakla suçlaya suçlaya, ya da var olan gruplar bölüne bölüne, Türkiye’de solun potansiyeli adım adım kendi kendine de yok edildi. Bayağı zayıflatıldı. Burada tabii solun bu parçalanmışlığında devletin ve bazı uluslararası şebekelerin –özellikle Soğuk Savaş döneminde– çok ciddi katkısı olduğunu da biliyoruz.

Şu haliyle baktığımız zaman, Türkiye’de sol gerçekten çok zayıf bir durumda. Kurumları yok ya da çok güçsüz. Kişileri çok fazla yok. Var olan kişiler ya kendi kabuklarına çekilmiş durumdalar ya da çok fazla öne çıkartılmıyorlar. Kendilerine ilgi gösterilmiyor. Ve tabii ki bir de şöyle bir husus var: Var olan kişi ve kurumlar birbirleriyle olan meselelerini her şeyin önüne koyup kendi aralarında tartışmaktan, kapışmaktan, esas sol olarak yapmaları beklenen şeyleri yapmıyorlar. Oralara bir türlü sıra gelmiyor. Ama ilginç olan şu ki, Türkiye’de solun bütün bu zayıflığına rağmen, Türkiye’nin sağcıları –devlet, tabii ki devlet sağcı– özellikle AK Parti iktidarı, ilk başlarda kendisini sağdan ve soldan ayıran, ayırmaya çalışan bir çizgi izleme iddiasındaydı; ama adım adım çok ciddi şekilde sağ bir çizgiyi benimsediler. Özellikle Erdoğan’ın tek adam olduğu andan itibaren çok katı sağcı, çoğunlukçu –zaten Türkiye’deki sağın ve dünyanın birçok yerinde sağın en önemli özelliği çoğunlukçu olmaları– yani o ülkedeki egemen çoğunluğun temsilcisi olma iddiası ve azınlıkların, sayıca az olanların üzerine tahakkümü meşrulaştırması. Ve buradan zaten garanti şekilde bir kitle desteğini ceplerine koymuş olmaları. Bu Türkiye gibi bir ülkede mezhep olarak Sünnilik, etnisite olarak Türklük şeklinde kendini gösteriyor. Tabii sayıca çok olmasa da, yani nüfusta sayıları üç aşağı beş yukarı aynı olsa da –ki galiba kadınların sayısı biraz daha fazla– erkek egemen bir perspektif. Çünkü gücü erkek taşıyor esas olarak. Türkiye’de sağcılık esas olarak Sünni, Türk ve erkek egemen bir dile sahiptir ve hep kendi içerisinde bir otoriterliği barındırır, zaman zaman demokrasiye yönelir ama her an da devletin bekasını öne çıkartarak, demokrasiden, temel hak ve özgürlüklerden yana olanların, özellikle de tabii ki sayıca az olanların seslerini çıkartmalarını engellemeye yönelik tutumlar alır. 

AK Parti’nin şu son yıllarına baktığımız zaman, çok ciddi bir şekilde Türkiye’de değişik dönemlerde gördüğümüz –yeni genç kuşaklar görmedi, ama tarihten biliyorlardır–  aynı tutumu bugün AK Parti’nin de sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Türkiye’deki sağ iktidarlar geleneğinin –ki bu sağ iktidarlara tek parti dönemi CHP’sini de katmak bence çok yanlış olmaz– baştan beri gelen çok partili hayatta, özellikle Demokrat Parti, Adalet Partisi, arada Adalet Partisi’nin kurduğu milliyetçi cephe hükümetleri ve ANAP, Doğru Yol ve şimdi de AKP ile giden bir çizgi var. Bütün süreç içerisinde, sol iddialı birtakım partiler, özellikle merkezde CHP, daha sonra SHP, DSP gibi partiler hep var oldu. Ama bu partiler sol tanımını kullanma konusunda –Demokratik Sol Parti adında sol olmasına rağmen– çok tutumlu davrandılar diyelim; onların dışındaki, “sosyalist sol” olarak tanımlayabileceğimiz grupların da tarihteki –60’lı yıllardaki Türkiye İşçi Partisi deneyimi bir kenara bırakılacak olursa– etkisi hep sınırlı oldu. Tabii 70’li yıllarda, benim de bizzat içinde yer aldığım, o dönemdeki sol grupların partilerden ziyade birtakım güçlü grupların olduğu, DİSK’in konfederasyon olarak çok güçlü olduğu –sol bir konfederasyon olarak– bir dönem yaşandı. Ama o dönem, 12 Eylül darbesiyle beraber kapandı ve o tarihten itibaren kolay kolay toparlanamıyor. Şimdi sol neden bitmiyor? Çünkü sol “mağdurun, yoksulun ve yoksunun, ezilenin ve sömürülenin, dışlananın yanında olmak” anlamına geliyor. Güçsüzün gücü olma iddiası var, sessizin sesi olma iddiası var ve dolayısıyla zor bir şey. Hele Türkiye gibi bir ülkede zor bir şeye soyunuyor, imkânları sınırlı. Bir fedakârlık üzerine –tamamen böyle olmasa bile, büyük ölçüde– solcu olmayı düşünen biri, Türkiye gibi bir ülkede birçok şeyi, riski beraberinde kabullenmiş oluyor. Diğerleriyle beraber dışlanmayı, horgörülmeyi, tutuklanmayı, yargılanmayı, engellenmeyi — ki Türkiye’de solun tarihi esas olarak cezaevlerinin, idamların, öldürülmelerin tarihidir; işkencelerin tarihidir. Tek parti döneminden beri gelen böyle bir gelenek var. Türkiye’de tabii ki dönem dönem İslâmî iddialı bazı kişilerin de mağduriyetlerinin olduğunu görüyoruz; ama onlar belli parantezler olarak yaşanıyor; solun, solcuların mağduriyeti ise hep bir süreklilik arz ediyor. Şu halde de aynı şekilde duruyor. 

Peki bu aşamada, Türkiye’de sol niye hâlâ gündemde? Çünkü Türkiye’de sağın ve sağcıların sola karşı –kızacaklarını biliyorum, ama her şeye rağmen, en ölmüş haline rağmen, en zayıf haline rağmen– Türkiye sağcılarının tarihi de sol karşısında, solcular karşısında kendilerini ezik hissetme tarihidir. Özellikle kültürel alanda, Türkiye’deki birçok kültürel hamlenin, ürünlerin arkasında genellikle kendini solla tanımlayan kişiler ve kurumlar olduğu için esas eziklik burada kendini gösteriyor ve AKP iktidarının da biliyorsunuz en büyük iddiası bu. Geçenlerde Fahrettin Altun’un attığı bir tweet’te de vardı: “Sıra kültürel hegemonyanızı kırmaya geldi” diye bir tweet atmıştı. Kültürel hegemonyayı nasıl kırdıklarını Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı ve bir özel şirket eliyle yapılan Yeditepe Konserleri’nde görüyoruz. Orada, devletin yatırım yaptığı kültürel faaliyet ya da devletin davetine icabet eden sanat insanlarına baktığımız zaman, bunların Türkiye’de geleneksel olarak bütün yediği darbelere rağmen etkinliğini sürdüren kültürel solla birlikte anılan duruşa herhangi bir alternatif oluşturamadığını ve kolay kolay da oluşturamayacağını görüyoruz. Zaten işin ilginç tarafı, sağ-sol bitti diyenlerin büyük bir kısmı sağcılar. Yani bittiyse zaten, niye bunu konuşuyorsunuz? Niye bunu dert ediyorsunuz? Çünkü hep bir rahatsızlık var ve tekrar tekrar söylüyorum: Sol yokken bile, sol etkisizken bile, sol adına ortaya doğru düzgün bir kurum, bir odak çıkmamasına rağmen; sol, insanları heyecanlandıramamasına rağmen; özellikle de temsilcisi olma iddiasındakilerin emekçi sınıflarla, işçi sınıfıyla ve diğer emekçilerle bağı yok denecek kadar az olmasına rağmen, hâlâ soldan duyulan bir rahatsızlık var. Çünkü ortada bir potansiyel var ve çünkü ortada bir tarih var ve bir kültür var. Bu tarih, kültür ve var olan ezme-ezilme sistemi sürdüğü müddetçe, sol sağın karşısında bir tehdit olarak kendini gösteriyor ve burada sol ile mücadele etmenin en kestirme yolu olarak tabii ki solun ölmüş olduğu, zaten sağ-sol ayrımının kalkmış olduğu iddiasıyla solun üstü örtülmeye çalışılıyor. Bunun böyle olmayacağını AK Parti iktidarı bize çok bâriz şekilde gösterdi. AK Parti iktidarı, Türkiye’de solun ne kadar büyük bir ihtiyaç olduğunu gösterdi; ama şu haliyle baktığımız zaman, Türkiye’de bu ihtiyacı karşılayabilecek hemen hemen hiçbir şey yok. Cumhuriyet Halk Partisi’nin solculuğu, ona dışarıdan birilerinin atfetmesiyle; o da tabii ki merkez sol  –başına bir “merkez” lafı iliştirilerek– atfetmesiyle birlikte oluyor; ama CHP’de bu konuda bir solculuk iddiası, bunu vurgulama iddiası içinde bazı isimler bunu yapmaya çalışıyorlar, ama onların etkileri de sınırlı oluyor, belli bir güç kazanma imkânları da pek fazla olamıyor. Ve böyle bir garip bir durumla karşı karşıyayız. 

Aslında sola çok elverişli bir dönem. Geçen yaptığım bir yayında, “Yönetenlerin eskisi kadar, eskisi gibi yönetemediği bir ülke Türkiye” demiştim. Bu solun çok kullandığı bir tâbirdir. “Yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de yönetilmek istemediği…” diye devam eder. Türkiye’de ilk aşama var. Yönetenler yönetemiyor. Türkiye’de sağ, sorunları çözmek yerine, sorunları daha da kızıştırıyor, iyice derinleştiriyor. Ama yönetilenlerin yönetilmek istememesini sağlayabilecek olan, bunu harekete geçirebilecek olan solda birçok ciddi bir sorun var. Dolayısıyla, solun ölmüşlüğü değil ama Türkiye’de solun etkisizliği nedeniyle, sağın varlığını sürdürdüğü ve önümüzdeki dönemde de AK Parti’ye muhtemel alternatiflerin ne olabileceği konusunu konuştuğumuzda da hep bir yerlerden kendisini sağda tanımlayan ya da kendisini tanımlamasa bile bizim kendisini sağda tanımlayabileceğimiz yapıların adı geçiyor. Böyle bir ilginç durumla karşı karşıyayız. Şu haliyle baktığımız zaman, son seçimler –31 Mart Seçimleri– Millet İttifakı’nın, HDP destekli CHP ve İYİ Parti ittifakının pekâlâ bir şeyleri değiştirebileceğini bize gösterdi. Ama aslında Türkiye’de İYİ Parti’ye ihtiyaç olmadan da, hatta İYİ Parti’nin Cumhur İttifakı’nda kalması durumunda bile, başarılı olabilecek bir sol potansiyelin var olduğu kanısındayım. Tabii bunu harekete geçirebilmek çok fazla mümkün değil, hiç mümkün değil. En azından şu aşamada hiç mümkün değil. Ama tekrar söylüyorum, başta söylediğimi tekrar söylüyorum: Solun sola ettiğini sağcılar etmemiştir. Solcuların solculara yaptığını sağcılar yapmamıştır. Birbirlerini dışlama, saldırma, enerjilerini birbirleriyle kavgaya hasretme… ki bu konuda çok acı olaylar da yaşandı, çok kötü hatıralar da var ve hâlâ bunlar sürüp gidiyor. Böyle bir olay var.

Bir diğer sorun da –bu başlı başına ayrı bir yayının konusu herhalde, ama onu da söylemek istiyorum– Türkiye’de solun, kendini solda tanımlayan ve tanımlamak isteyen kesimlerin Kürt hareketiyle kurdukları ilişkide çok ciddi sorunlar var. O da işin başka bir boyutu. Bir diğer boyutu da, bu konuda değişik vesilelerle yayınlar yaptım, Türkiye’de kendini solda tanımlayanların dindarlarla ve dinle kurdukları ilişkide eskisi kadar olmasa bile –eskiden çok daha vahimdi– bayağı sorunlar var. Bunlar da ayrıca çok ciddi bir şekilde kimlik politikaları konusunda nasıl bir çizgi izlemek gerektiği, kimlikler konusunda hangi politikaları nasıl izlemek gerektiği noktasında baktığımız zaman da, çok ciddi bir sorunu var. Bu aslında sadece Türkiye’ye özgü bir mesele değil, tüm dünyada karşımıza çıkan bir mesele. Solun krizi, ölmese bile krizi var. Batı Avrupa’da çok ciddi sorunlar yaşıyor. Özellikle Yeşiller, kendilerini solda tanımlamadan ama solun birçok değerini içselleştirerek çok ciddi çıkışlar yapabiliyorlar. Amerika Birleşik Devletleri Sanders’la beraber –başkaları da var tabii Demokrat Parti içerisinde– çok ilginç şeylere; en son George Floyd olayında da ırkçılık karşıtı gösterilerde olduğu gibi solun orada yeniden bir ortaya çıkışına, gençlik kesim içerisinde özellikle çok ciddi bir şekilde güç kazanmasına tanık oluyoruz. Dolayısıyla şöyle söylemek mümkün: Tüm dünyada solun bir krizi var, ama tüm dünyada solun kendini tekrardan ortaya çıkartabilmesi için, ülkelerin kaderini veya dünyanın kaderini belirleyebilmek için çok elverişli bir zemin var. Bunun nasıl değerlendirilebileceği de tek tek kendilerini solcu olarak tanımlayan kişilerin tavırlarına bağlı. Öyle söylemekte yarar var. Tabii bütün bunları söyledikten sonra, birçok kendini solda tanımlayan insanın beni solcu olarak görmediği gibi bir realite de var. Onu da özellikle hayatım boyunca hep yaşadım — ki Allah’a çok şükür, kendimi bildim bileli, 14 yaşımdan beri solcuyum ve herhalde hayatta yaptığım en iyi tercihlerinden biri. Tek tercih olmadığını biliyorum, ama en iyi tercihlerden birisi ve umarım da bu dünyaya solcu birisi olarak veda ederim, çünkü sağcı olmak gerçekten iyi bir şey değil. Zaten Türkiye gibi bir ülkede, doğduğunuz zaman sağcı doğuyorsunuz. Solcu olmak bir anlamda tercih yapmak ve zor olanı tercih etmek oluyor. Herkese tavsiye ederim: Solcu olmak hiç de öyle birilerinin söylediği gibi kötü bir şey değil, zor bir şey. Ama insanın bir şekilde dünyadaki varlığında, kendisiyle barışık yaşayabilmesinde çok kullanışlı bir tercih olduğu kanısındayım. Bunu da vurgulayarak sözlerimi bitirmek istiyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.