Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (20): İmamoğlu’nun bir yılı, Kaftancıoğlu’na hapis cezası, Mümtaz’er Türköne olayı, Savunma Yürüyüşü, gazeteci yargılamaları

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal 

Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”ta karşınızdayız. Yine bugün Kemal Can ile birlikte haftanın öne çıkan olaylarını ve bunların önümüzdeki günlere nasıl etki edebileceğini tartışacağız. Kemal, merhaba.

Can: Merhaba, Ruşen.

Çakır: Önce Ekrem İmamoğlu ile başlayalım. Bu arada, siyasette de çok büyük hareketler olmuyor. İlginç ve durağan bir sezondayız. Yaz diyeceğim, yaz değil. Koronavirüs diyeceğim, o herhalde artık kimsenin gündeminde ciddi bir şekilde yok, garip bir durum var. Yine de konuşacak çok malzeme var. 

Öncelikle, 23 Haziran anlamında baktığımız zaman, Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul Belediye Başkanlığı’ndaki birinci yılı. Ben o konuda bir yayın yaptım, o yüzden çok fazla bir şey söyleyemeyeceğim. Ama yayını yaptıktan sonra iki gelişme oldu. Birincisi, yeni taksi plakası meselesinde, hükümetin taksicilerle anlaşarak İmamoğlu’nu bir nevi ekarte etmesi ve yeni taksi plakaları dağıtımının en azından şu anda gerçekleşmemesi. Yeni taksi plakası teklifi UKOME’de (Ulaşım Koordinasyon Merkezi) Valilik ve Bakanlık temsilcileri tarafından kabul edilmedi ve teklif alt komisyona havale edildi. Ekrem İmamoğlu burada bir şekilde yine merkezî yönetim tarafından zor durumda bırakıldı. Ama bunun ne kadar sürdürülebilir bir şey olduğundan emin değilim, çünkü taksi meselesi bayağı ciddi bir mesele. Bir de tabii bilmeyenler için şunu açıklayayım: Birçok kişi bunun taksi şoförleriyle ilgili olduğunu sanıyor. Halbuki kendi aracının sahibi olan şoför sayısı bildiğim kadarıyla çok az. Bu daha ziyade, sektörün çok sayıda taksileri olanlar –birtakım zenginler diyelim– tarafından tutulmuş olmasından. 

İkinci olay da, Fatih Sultan Mehmet’in bilinen üç portresinden birinin İngiltere’de açık artırmada İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından satın alınması. Bu açıkçası beni şaşırttı ve çok da akıllıca, isabetli bir şey. “Parası fazla, şu, bu” diyerek bunu tartışanlar var. Ama şu âna kadar belediyelerin, mesela daha önce İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin futbol kulüplerine akıttığı ya da Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin o garip, sahte yaratıklara akıttıklarını düşünürsek, bence çok akıllıca bir hareket. Önümüzdeki günlerde çok gecikmeden halka da açılacak. Ben bunun doğru ve akıllıca bir şey olduğunu ve iktidarı da hayli rahatsız ettiğini düşünüyorum. Fatih Sultan Mehmet, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve bu hareket için hep en önemli sembollerden birisi olmuştur. Milli Görüş Hareketi her yıl 29 Mayıs’ta fetih şöleni yapar. Recep Tayyip Erdoğan da herhalde ilk lise yıllarından beri sayısız fetih şölenine katılmıştır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından o resmin alınmış olması, kültürel anlamda doğru bir şey. Aynı zamanda siyasî olarak da çok isabetli olduğu kanısındayım. Son bir yılda, Ekrem İmamoğlu’nun şu âna kadar yaptıkları içerisinde bana en çarpıcısı ve en anlamlısı olarak bu geliyor. Sen ne dersin? Sadece tablo meselesini değil, bir yılı da değerlendirebilirsin. Ben yayın yaptığım için, Ekrem İmamoğlu’nun performansını nasıl bulduğum konusundaki görüşlerimi tekrarlamıyorum. Ekrem İmamoğlu konusunda seninle devam edelim.

Can: Ekrem İmamoğlu meselesi, yani 2019 Yerel Seçimleri’nin tamamı ve tekrar edilen İstanbul seçimleri, oradaki aktörlerin hem seçim sırasındaki hem seçim sonrasındaki performansları dışında da siyasî sonuçlar üretti. Çünkü bunun genel siyasî tabloyla çok bağlantılı tarafları var. Dolayısıyla “İstanbul, sadece İstanbul değil” lâfı Erdoğan’ın olduğu için, İstanbul’u tutmak veya kaybetmenin, Türkiye’yi tutmak ya da kaybetmekle bağlantısı var. İstanbul yerel seçim meselesine şu anda Ekrem İmamoğlu’nun performansı ve bir yılın sonunda ona ilişkin seçmende oluşan görüşler itibarıyla bakmaktan çok, iktidarın ayarını nasıl etkilediğini ve iktidarın siyasî reflekslerini nasıl biçimlendirdiği üzerinden baktığımızda –tabii buna Ankara’yı da dâhil etmek mümkün; genel olarak büyükşehirlerdeki yerel seçim sonuçlarını ve oradaki muhalefet iktidarlarını beraber düşünerek bakıyorum–, açıkçası burada kazananların performansından çok, kaybedenlerin, yani iktidarın genel siyasetinde bunun yarattığı etkilerin Türkiye’nin geleceği açısından daha belirleyici olduğunu düşünüyorum. Şimdi yapılan araştırmalarda, Ekrem İmamoğlu’nun beğenilirlik oranı biraz daha düşük, ama bütün muhalefet belediyelerinin beğenilirliklerinin hâlâ yüksek çıkması ya da seçimde aldıkları oyun en azından gerisine düşmüyor gibi görünmeleri, bir şeydir. Tabii muhalefet bundan bir ders çıkartabilir ve fırsat üretebilir; ama daha belirleyici olan şey, iktidarın temel siyasî refleksini ve söylemini bozma etkisi. Burada da çok temel bir şey var: İktidarın bir savunma refleksi olarak popülist söyleme, büyük ölçüde kutuplaştırmaya abandığı dönemde, elitler – hatta Erdoğan bir ara bazı ilçeleri kastederek, “İstanbul’da Türkiye’nin kaymağını yiyenler” diye ifade de etmişti. Ama yerel yönetimler muhalefete geçtikten sonra, bu ikili tablo, yani çok belirgin popülist söyleme damgasını vuran “elitler” ve o “iktidarlardan ya da ekonomik faydadan nasiplenemeyen büyük halk kalabalıkları” ayrımını, yerel yönetimler ölçeğinde tekrar eden, bu söylemi tekrar eden bir dil kuramaz hâle geldi. Hatta daha ileri gitti, bu yerel yönetimlerin salgın sırasındaki, tam tersine oldukça yoksul kesimlere yardım ulaştırmasının bile önünü keserek, temel stratejisini, onların becerememesi ya da kendi gücüyle onların iktidarını imkânsızlaştırma üzerine kurdu. Bu, aslında AK Parti’nin kendi desteğiyle kurduğu ilişkinin bütün kimyasını değiştirdi. Yani yerel yönetimlerde muhalefetin nasıl performans göstereceğinden bağımsız olarak, iktidarın kendi tabanıyla kurduğu ilişkinin kimyası değişti. Artık, “Birtakım elitler var. Ama ben halkın gerçek temsilcisiyim. Bu ekonomik elitler ya da siyasî elitler sizi bu ülkenin nimetlerinden faydalandırmayan bir tavır içerisindeler. Ben de bunları onlardan alıp sizin için size verecek aktörüm” görüntüsü değişti.

Çakır: Burada bununla doğrudan ilişkili bir başka boyut var — ki çok önemli: İlginç bir şekilde çok fazla konuşulmuyor, ama geçmişte özellikle İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyelerinin sonsuz imkânlarının, kendi tabanına, yanlılarına ya da şirketlere bir şekilde peşkeş çekilmesi ya da dağıtılması. Bugüne kadar vakıflar daha çok konuşuldu, ama sadece vakıflar yok. Fakat sadece vakıflara baktığımız zaman bile çok yüksek meblağlar vardı. Ama onun dışında, işe alımdan tut, birtakım ihalelerin verilmesine kadar belediyelerin bütçesinin artık iktidar tarafından kontrol edilemiyor olması, tabanıyla ya da potansiyel seçmeniyle, özellikle büyükşehir belediyeleri üzerinden, kimi zaman hizmet, kimi zaman kayırmacılık üzerinden yapılan istihdam politikalarıyla çok ciddi bir ilişki ağı vardı; onu kopardı. İstanbul ve Ankara’da 25 yıldır süren bir ağ bu. Şimdi bunlar koptu. Bu zincirin kopmuş olmasının çok ciddi etkileri olduğu kanısındayım ve bunları tam olarak gözleyemiyoruz, çok fazla da konuşmuyoruz.

Can: Evet. Burada kısa vâdede, senin işaret ettiğin risklerden kaçınmak ya da onun yarattığı hasarı dengelemek için yaptığı strateji, yeni yerel yönetim iktidarını iş yapamaz ya da beceriksiz gösterme üzerine kurulu. Özellikle Ekrem İmamoğlu üzerine kurulan şey, şu temel argümanı ikinci plana iten, yani “Bizim önceliklerimiz farklıydı. Bakın, bunlar geldi, bunlar başkalarına, yani o elitlere hizmet etmeye başladılar. Size etmiyorlar” söylemini doğrulayacak bir strateji kurmadı. Tam tersine, “Ben onların da size bir şey yapmasına imkân vermem” görüntüsünü büyük ölçüde oluşturdu. Hem o dediğin ilişkiyi kaybetti, hem de suçlamasını o ilişkiyi başkasına kurdurmayacağı üzerinden oluşturdu. Yani becerememe üzerine kurdurdu. Bu, kısa vâdede, muhalefet üzerinde yıpratıcı bir etki yaratabilir. Bu genel siyasî tabloda da karşımıza çıkan şu: Erimesini telâfi için, “kararsızlar”ı cebinde tutarak, muhalefete gitmesini engelleyerek iktidarın devamını sağlıyor. Bu yerel yönetim seviyesinde böyle bir sonuç doğurabilir; kısa vâdede kararsızların blok kopuşunu engelleyebilir. Ama uzun vâdede, kendisini iktidar yapan ve iktidarda tutan dinamiklerin genel bir bozulmasına yol açıyor. Bu bence siyasette çok daha uzun erimli ve önemli etkiler yaratacak. 

Dolayısıyla Ekrem İmamoğlu’nun birinci yılı meselesinde, ben muhalefetin, işin iktidar açısından bu zayıf tarafına fazla yüklenmediği kanaatindeyim. Yani aslında iktidar otorite imkânlarını muhalefet belediyelerini çalıştırmamak için kullanıyor, ama muhalefet kendi elindeki, bu iktidarın zayıf karnına fazla hamle yapmıyor. Ekrem İmamoğlu’nun birinci yıl konuşmasında da temel motif, iktidarın kurduğu stratejiye benzer bir cevap üretmekti. Yani “Ne yaptık?” Yapabilirliğini, hizmet yapabilme kabiliyetini gösterdi. Halbuki hem Kanal İstanbul meselesinde hem salgının kendisinde, bu siyasî öncelikler meselesi çok daha öne çıkmıştı. Muhalefet bunu yerel düzeyde daha etkili bir biçimde kullanırsa –ki bunu galiba Ankara’da Mansur Yavaş biraz daha fazla yapıyor–, o zaman başka bir resim çıkıyor. Ama şu andaki resim, yani birinci yılın sonunda baktığımızda, muhalefet ele geçirdiği imkânı maksimize bir şekilde kullanamıyor; iktidar da buna karşı savunmasını kendisi için riskli bir alanda oluşturuyor.

Çakır: Özellikle İstanbul açısından, ama genel olarak tüm muhalefetin, CHP’nin belediyelerine bakıldığında, şu nokta özellikle çok bâriz: Baştan itibaren çok ciddi bir engelleme, yıpratma, rahatsız etme, birtakım dezenformasyonlar ile epeyce bir yüklenildi. Çok geniş bir medya imkânı var, devlet imkânı var. Kimi zaman yargıyı devreye sokuyor. En son, mesela Danıştay da yardım toplama konusunda belediyelerin lehine karar vermedi. Yüksek yargı da artık büyük ölçüde iktidarın yanında. Buna rağmen, bu bir yıl içerisinde büyükşehir belediyeleri çok büyük bir falso vermedi gibi geliyor bana. Geçenlerde mesela Tunç Soyer’e, söyledikleri nedeniyle bir operasyon yapmaya çalıştılar, o da bir-iki günde unutuldu. İktidar, özellikle Ekrem İmamoğlu’na yönelik olarak çok ciddi bir faaliyet yürütüyor. Dikkat edersen, trollerin en önemli mesaisi Ekrem İmamoğlu. Dikkat edersen, neredeyse gün aşırı, hatta bazen her gün, Ekrem İmamoğlu hakkında bir şey yapılıyor. Şimdi merakla bekliyorum, Fatih Sultan Mehmet tablosu konusunda nasıl bir şeyle yürümeye çalışacaklar? Çünkü anladığım kadarıyla orada hâlâ bir şok halindeler. Devletin imkânlarıyla, muhalefet belediyelerinin imkânları kıyaslandığında, arada dağlar kadar fark var. Buna rağmen bir yılda bence çok büyük bir hata yapmadılar.

Can: Evet. Dediğin gibi, zorlayarak, eski birtakım paylaşımları bularak, biraz arkeolojik çalışma yaparak açık bulmaya, hatta iddialara göre sosyal medyada vs. bayağı kumpaslar oluşturarak bir şey yaratmaya çalışıldığı anlaşılıyor. Ama genel olarak, siyasî pozisyonu riske sokacak ve iktidarı yeniden kalabalıkların, çoğunluğun, halkın temsilcisi olmaya, yani yerel yönetimlerde o iktidarı temsil eden, diğerlerinin ise “elitist ve küçük bir azınlığın çıkarlarını gözettiği” iddiasını doğrulayabilecek ya da bunu destekleyebilecek bir açık vermediler. Bu da çok temel bir mesele. Çünkü bu oradaki –beğenirler beğenmezler, icraattan memnun kalırlar kalmazlar ayrı bir şey; becerme kabiliyetiyle ilgili memnuniyet ölçüsü başka bir şey– ama temel siyasî refleksin değişmiyor olması çok belirleyici olacaktır diye düşünüyorum. Burada bir açık vermemiş olmalı. Bence bu önemli bir mesele.

Çakır: Bu söylediğin hususta özellikle Ekrem İmamoğlu’nun tatillerinin çok fazla köpürtülmesi, aslında demin söylediğinle çok alâkalı bir şey. Onun, aslında halkın belediye başkanı değil de, elitlerin belediye başkanı, zaten kendisi de elit bir hayat sürüyor gibi bir algıyı yaratmaya çalıştılar. Tabii İstanbul seçimlerinin en önemli mimarlarından birisi, CHP’nin İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’ydu. Tam da 23 Haziran’da, onun 9 yılı aşkın cezasının onandığını gördük. Tabii Yargıtay aşaması da var; ama baktığımız zaman, tamamen siyasî olarak kotarılmış bir dava, siyasî olarak verilmiş ve onanmış bir ceza. Allah’ın işi ki tam da birinci yılına denk gelmiş bir mesele. Bu da, açıkçası yargının ne kadar siyasallaştığını ve iktidar için çalıştığını göstermesi bir yana, bence belki çok daha çarpıcı bir husus olarak iktidarın nasıl bir çaresizlik içerisinde olduğunu gösteriyor. Mesela CHP İstanbul İl Başkanı olarak Canan Kaftancıoğlu’nun ismini çok iyi biliyoruz. Ama AK Parti İstanbul İl Başkanı’nın adını google’lamadan bilmiyorum. Sen biliyor musun?

Can: Hayır.

Çakır: Canan Kaftancıoğlu İstanbul siyasetini çok ciddi bir şekilde domine ediyor. Hakkında o kadar dezenformasyon kampanyaları vs. yapılmasına rağmen –üstüne bir de mahkemelerle– İstanbul’da CHP örgütünü sarsamıyorlar. Bir diğer husus da, bence orada çok ilginç ve önemli bir ayrıntı var: CHP ile İYİ Parti, İstanbul’da belki Türkiye ortalamasının çok üzerinde bir şekilde bir koordinasyon içerisinde çalışıyorlar, sen de fark ediyorsundur.

Can: İyi Parti İl Başkanı’nın vizyonu da bence bunda etkili.

Çakır: Evet, ama çok ilginç bir örnek. Baktığın zaman, Canan Kaftancıoğlu ile Buğra Kavuncu’nun background’ları tamamen farklı. Birisi Türk sağının, milliyetçi sağın meşhur ve önde gelen ailelerinden Kavuncu ailesi. Bir tarafta Kaftancıoğlu, eşinden dolayı bir soyadı var, ama Ümit Kaftancıoğlu’nun gelini diyelim. Ama o şeyi de bozamadılar. Canan Kaftancıoğlu’nu, en kibar tâbirle bir tür şeytânîleştirme diyelim, onun sol kimliğine sahip çıkmasını özel olarak çok kullandılar. Ve şunu ısrarla söylemek lâzım: Kadın olması kesinlikle çok ciddi bir rahatsızlık yaratıyor.

Can: Evet. Geçen haftaki yayınımızda hatta ondan önceki hafta yaptığımız yayında da konuştuğumuz gibi, bu, HDP’yi şeytanlaştırmanın, sonuç olarak HDP’nin kritik biçimde gündemde çok belirleyici olarak kalmasına yol açmasına benzer bir durum. Aslında iktidar bu paradoksu her meselede, her hedefe koyduğu aktörle ilgili de yaşıyor. Yani bir yandan, kendilerince zayıf gördükleri ya da verimli buldukları, kadın kimliği, duruşu, tarzı itibarıyla ya da temsil ettiği semboller itibarıyla daha verimli, kendi çekirdek tabanında kolay köpürtülebilecek şeytanlaştırmalara kolayca hamle ediyorlar. Ama bunlar, kendi rahatsızları da dâhil olmak üzere, hem genel kamuoyunda bir reaksiyon yaratıyor, hem de aslında o isimleri ve o çevreleri, bazen o partileri, o hareketleri sürekli gündemde tutarak önemli olmalarını devam ettiriyor aslında. HDP’de de bu devam ediyor. Çünkü bir yandan muhalefeti bölmenin ve parçalamanın enstrümanına dönüştürülürken, ilginç biçimde onu sürekli gündemde tutarak ve tek argüman üzerinden yürüyerek, kaç seçimdir HDP’nin sayısal önemini asla küçültemediler, bu devam ediyor. O yarattıkları dağılma etkisini de kalıcı olarak üretemediler. Bu da önemli bir şey. Canan Kaftancıoğlu meselesinde de, bunu bir yandan CHP içi bir operasyon gibi kullanıyorlar. Hem muhalefeti yıpratma, Canan Kaftancıoğlu üzerinden o kültürel hatta saldırma imkânı olarak, hem de bunu kullanarak CHP’nin kendi içinde de bir çatlama yaratılabilme imkânını aradılar. Ama galiba o da çok karşılık bulmadı. Bu aslında biraz önce konuştuğumuz meseleye benzer bir şey. Bu, iktidarın paradoksu. Bunu yapmaya mecbur. Bu tür kolay ya da verimli hedeflere saldırmaktan başka ya da kendi kemik kitlesinde köpürtebileceği argümanları kullanmaktan başka, elinde fazla enstrüman yok. Ama sadece bunları kullandığı zaman da, kendisi bir başka söylem daralmasının içerisine giriyor. Bu, senin biraz önce açarken söylediğin, şimdi siyasette var olan durağanlık meselesi… Hatırla, bundan üç hafta önce de, aşırı hareketlilik halinde bir tablo vardı. Bu dalgalanmaya neden olan şey, aslında bunların hepsinin –durağanlığın da hareketliliğin de– sahicilikten uzak, taktik hamlelerle yaşanıyor olması. Yani kuvvetli dinamikler halinde değil, böyle küçük atışlar halinde gündemin belirleniyor olması böyle sonuçlar doğuruyor. Bazen beklenmedik bir fazla hareketlilik, bazen de tuhaf bir durgunluk. Galiba bu, iktidarın temel savunma stratejisinin iç paradoksundan kaynaklanıyor.

Çakır: “Yargının siyasallaşması” demişken, biliyorsun bu hafta ilginç bir şey oldu: MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Mümtazer Türköne’ye sahip çıkan tweet’ler attı. Daha doğrusu, 1979’da öldürülmüş olan ağabeyi Mustafa Türköne’nin ölüm yıldönümünde, onu anmak için attığı tweet’lerde Mümtazer Türköne’ye de değiniyor. Kendisini öğrencilik yıllarından itibaren tanıdığını, kendisinin aleyhine de çok yazı yazdığını –bunu da kabul ediyor–, birçok ismin çıktığını ama onun hâlâ içeride olduğunu, dosyasının tekrar gözden geçirilmesi gerektiğini söyleyerek, aslında Mümtazer’in –Mümtazer diyorum çünkü ikimizin de yakından tanıdığımız birisi– bırakılmasını istedi. Biliyorsun, ben geçen yıl Mümtazer’le yazılı bir söyleşi yapmıştım. Mümtazer, sözünü çok esirgeyen, sesini kısan birisi değil. Bahçeli’nin bu paylaşımları beni şaşırttı açıkçası. Çünkü Mümtazer’in geri adım atmış, pişman olmuş gibi bir hâli yok. Ama epey hasta; çok ciddi rahatsızlıkları var. Ama diğer yandan da, zaten yargı siyasallaşmışken, şöyle de bir hayırlara vesile olsun demekten öteye gidemedim. Çünkü birçok yayında Mümtazer’in bırakılması gerektiğini savunan, onu talep eden, dile getiren birisi olarak, Bahçeli’nin bu paylaşımları beni biraz kontrpiyede bıraktı. Bir taraftan, yaptığı yargıya doğrudan müdahale tabii ki. Muhtemelen de, çok geç olmadan Mümtazer bir şekilde tahliye edilecek gibi, açıkçası çok tenakuzda kaldım. Sen ne dersin?

Can: Bugün hep paradokslardan gidiyoruz. Bu da böyle tuhaf bir şey. Yargıyı bir sopaya dönüştürüp, yargıyla ilgili tasarrufları da lütuf-ceza parantezine sokuşturduğunuz zaman bir paradoks oluşuyor: “Talimatla yaptığınızı, talimatla düzeltmek” gibi. Ama sonuçta, bunu her yaptığınız aşamada, aslında problemin kendisinin varlığını da kabul etmek sonucu doğuyor. Yani, Bahçeli “Mümtazer şu anda haksız bir biçimde içeride, bırakılması gerekir” diyorsa, zımnî olarak, aslında haksız olarak içeride tutulduğunu kabul etmiş oluyor. Böyle bir paradoks var. Bu Alaattin Çakıcı meselesinde de böyle, İnfaz Yasası düzenlemesinde de böyle. Yani infazda bir adaletsizlik varsa, o adaletsizliği yaratan ve o adaletsizliğe neden olan şeyle, “bunun düzeltilmesi, revize edilmesi ya da birilerinin, bu haksızlıktan kurtarılması” talebinin de, talimat ve lütufla cereyan etmesi, bu eleştirilen ve tartışılan sorunun zımnen kabulü. Senin de söylediğin gibi, Mümtazer ve başka isimlerin de, hangi tür yargılama sürecinin sonunda bu cezaya uğratıldıkları açık. Mümtazer’in davasının detaylarını konuşmaya gerek yok; ama Bahçeli’nin “tekrar gözden geçirilsin” demesi, “Demek ki orada bir sorun var” diye düşündürtür herkese. Bu, defaatle önümüze gelen ve genellikle de, hem infaz düzenlemesinde hem Çakıcı meselesinde hem de Bahçeli tarafından, bir tür, bu yapılan uygulamaları devletin bekasıyla ilişkilendiren temel sözcü tarafından getiriliyor olması da başka bir anlam ifade ediyor. Bu tür şeyleri genellikle Erdoğan yapıyor, ama o ilânen yapmıyor: Bir gün görüyoruz ki birilerini “affetmiş”, bırakılmasına izin vermiş. 

Çakır: Evet. Ya da birilerini cezalandırıyor. Şu anda, Mümtazer’in durumunda olan diyelim ki Ahmet Altan ya da Osman Kavala veya Nazlı Ilıcak, Ali Bulaç gibi isimlere baktığımız zaman, bunların kimilerinin çıkmasında, kimilerinin de çıkamamasında, doğrudan Erdoğan’ın rolü olduğu konusunda çok ciddi şâyia var ve şahsen ben de buna inanıyorum. Bahçeli’nin bu çıkışı, bir anlamda, kendisinin de iktidarın bir paydaşı olduğunu gösteriyor. Ama senin de dediğin gibi farkı, bunu alenî olarak yapıyor.

Can: Evet, doğru.

Çakır: Şimdi diyelim ki 1 hafta sonra, 10 gün sonra ya da 1 ay sonra Mümtazer Türköne tahliye olursa –ki umarım olur–, bu aynı zamanda Bahçeli’nin de gücünü gösterecek bize, öyle değil mi?

Can: Evet. Şunu yapabilir Bahçeli — ki daha çok yakın bir zamanda görüştüler Erdoğan’la: “Bunu halledelim” dese, belki halledilir.

Çakır: Belki de demiştir. Ama böyle alenen de demiş olması…

Can: Bu başka bir anlam ifade ediyor. Dolayısıyla bu, daha önceki iki meselede olduğu gibi, aslında bir yandan bir güç gösterisi, bir güç pazarlığı, ama bir yandan da bir zâfiyet. Ve hep eleştirilen şeyin hakikatiyle ilgili bir itirafa dönüşüyor.

Çakır: Buradan, yargının nasıl kullanıldığı konusuna devam edelim. Libya’da ölen bir MİT mensubunun kimliğini ifşa ettikleri gerekçesiyle tutuklanan gazetecilere açılan davanın ilk oturumu dün yapıldı. Aynı gün, Evrensel gazetesinde yazdığı bir yazı nedeniyle, Emine Erdoğan’a hakaret ettiği gerekçesiyle Ender İmrek’in duruşması vardı. Ve Deniz Yücel davası. Bir günde 3 gazeteci davası ve üçü de birbirinden farklı olaylar. Deniz Yücel olayı bir ara ne kadar popülerdi biliyorsun. Orada Türkiye-Almanya arasında resmen bir pazarlık olduğu anlaşılıyor. Deniz Yücel serbest bırakılıp hemen Almanya’ya gitmesi sağlandı. Bu üçü de birbirinden farklı davalar. Tek sevindirici olan, MİT davası ile ilgili olarak gazetecilerden üçünün tahliye olması; ama geride hâlâ tutuklular var. Bunların dışında, daha mahkemeye hiç çıkmamış olan gazeteciler de var. Bu konu bitecek gibi görünmüyor. Geçenlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yabancı bir medyaya yaptığı açıklama vardı: Özgürlüklerin sınırı meselesi. O sınırın kendisi olduğunu da bir şekilde söylüyordu. Burada ilginç olan, birbirinden farklı insanların yargılanması. Mesela MİT olayında, bir tarafta OdaTV var, bir tarafta yerel bir gazeteci var, bir tarafta da Yeni Yaşam gazetesinin yöneticileri var. Normal şartlarda bu insanları yan yana koymak çok mümkün değil. Ama hepsini aynı davaya koyabiliyorlar. Soner Yalçın başta olmak üzere Oda TV’nin yöneticileri, aslında bunun Erdoğan’a karşı yapılmış bir operasyon olduğunu iddia ediyorlar. Yani Erdoğan’a da toz kondurmamaya çalışma yönü var. Konunun bir diğer ilginç yönü de OdaTV’cilerin, tıpkı Müyesser Yıldız’da da olduğu gibi, geçmişte Fethullahçılar döneminde tutuklanıp, bugün de tutuklanmış olmaları. Yani geçmişte Fethullahçılar’ın işbirliği yaptığı dönemde Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan ve Müyesser Yıldız tutuklanmışlardı. Şimdi, ortada Fethullahçılık yok. Hatta Fethullahçılık’tan koptuktan sonra, o çevrelerle hükümetin ya da en azından Erdoğan’ın bir yakınlaşması var. Ve yine aynı kişiler, değişik gerekçelerle tutuklanıyor. Burada da demin bahsettiğimiz paradoksların bir başka türü var. Bunu sadece Kürt gazeteciler, şu gazeteciler bu gazeteciler diye söylememek gerekir. Mesela OdaTV ne derecede muhalif? Yakın zamana kadar “muhalif” lâfının çok uyduğu bir yerdi belki. Ama bir süredir, birçok konuda iktidarın politikalarını, mesela Kürt meselesinde ya da Ortadoğu konusunda çok da fazla eleştirdiklerini düşünmüyorum.

Can: Evet. Gazeteciler meselesinde şöyle bir taraf var: Basın özgürlüğünün, ifade özgürlüğünün sınırları nerededir? Hangi kesimde yer alırsanız alın, birtakım kontrol alanlarındaki barajları geçemezsiniz. Dolayısıyla gazeteciler meselesi, “Bu faaliyetin kendisi, bizim gözlem ve nizamımıza tâbidir” genel resmiyle çok ilgili. Ama bu olayın sadece gazetecilikle ilgili olmayan taraflarının da olduğunu anlıyoruz. Biraz önce söylediğin nedenlerle, burada bu çeşitliliğin bununla bir ilgisi var. Çünkü iktidarın hem kurduğu ittifaklar sisteminin karmaşıklaşmaya başlaması, kendi içindeki dengelerin hayli karışık bir biçim almaya başlaması, hem de bu çeşitliliğin kendi içindeki gerilimlerinin artık daha az saklanır hâle gelmesinin de bir etkisi var diye düşünebiliriz. Dolayısıyla, bu tür sembol işlerde, sembol hamlelerde –önümüzdeki günlerde başka konularda da önümüze gelebilir–, iktidarın tasarrufunun sadece belirli bir faaliyet alanını –mesela gazetecileri, hukukçuları, meslek odalarını, şunları bunları– etkilemek kadar, kendi kurduğu iktidar ittifakının içerisindeki güç dengelerindeki tablonun da yansımalarını görüyoruz. Zaten yargı siyasallaştığı zaman, sadece birilerinin üzerine gitmesi, sadece onun sopa olarak kullanılması dışında, bu tür bir gösteri anlamı da ortaya çıkıyor. Bence bu tür davalarda bu tür gelişmeleri daha fazla görebiliriz. Gazeteci davalarını kastetmiyorum. Her türlü yargı uygulamasından söz ediyorum. Yani Anayasa Mahkemesi’nin birtakım kararlarında ve benzeri şeylerde. Mesela bir az önce söylediğin gibi, Bahçeli Mümtazer meselesini dile getirirken, bir biçimde Anayasa Mahkemesi’nin Demirtaş kararına da referans veriyor. Orada, hem yargıyı siyasal bir araç haline dönüştürme, hem de yargıyı kavganın arenasına dönüştürme durumu var. Bu, İnfaz Yasası’nda da böyle tartışıldı. Bunlar çok tehlikeli şeyler. Muhalefet dilinin de bazen bu tuzağa düştüğünü görebiliyoruz, ama bu ayrı bir tartışma.

Çakır: Baro başkanlarının yürüyüş meselesi haftaya damgasını vurdu. Açıkçası ben biraz şaşırdım. Nedeni de şu: Belki Metin Feyzioğlu bizim bilincimizi o kadar işgal etmiş ki… Çünkü yakın bir zamana kadar etkili bir başkandı; bütün barolar adına konuşuyormuş gibiydi. Ben, böyle bir yürüyüşün başlamasını ve o kadar engellemelere rağmen başarıyla sonuçlanmasını çok takdir ettim. İtiraf edeyim, önyargılarım vardı. Bu önyargılarımın nedeni de, büyük ölçüde, geçmişte Barolar Birliği adına konuşan kişiler ve aldıkları geniş destek, bunda çok etkili oldu. Bir de sıkça konuştuğumuz bu “sokak” meselesi var; gerçi bunu hep yarım yarım konuşuyoruz. Ama bu mesele, sokağın ne kadar anlamlı olduğunu da gösterdi. Benim bu konuda söylediğim bir şey var, hatta bu konuda bir yayın da yaptım: Biliyorsun çok kişi “Muhalefet nerede? Niye yanlarında değiller?” diye muhalefete yüklendi, itiraz etti, eleştirdi. Ben bunun doğru olmadığını, o yürüyüşün barolardan ibaret bir yürüyüş olmasının daha anlamlı olduğunu, muhalefet partilerinden milletvekillerinin oraya yığılması halinde, iktidar tarafından, bunun avukatların bir hak talebi olduğunu değil, tamamen muhalefetin bir gösterisi olarak tanımlanacağını düşündüm. Ama çok sayıda insanın bu vurguyu yaptığını görüyorum. Bazı kişilerde, muhalefete her şekilde yüklenme gibi bir alışkanlık görüyorum. Tabii ki muhalefetin yapmadığı ya da yanlış yaptığı çok şey var; ama her şeyin arkasında muhalefetin yetersizliğini aramak, âdeta milli bir spor haline geldi. Sonuçta o kadar engellemelere rağmen, barolar yürüdü. Tuhaf tuhaf engeller çıkarttılar biliyorsun: “Oraya giremezsiniz, buraya giremezsiniz” dendi. Oradaki inşaatın ustabaşı “Burası özel alan, burada duramazsınız” diyerek engellemeye çalıştı. Ve tabii şunu da özellikle vurgulamak lâzım: Bunların hepsi sosyal medya üzerinden görüldü. Çünkü medyanın büyük kısmı bu olayı görmedi. Ya da, bunun ne kadar kötü, nasıl yanlış olduğu üzerinden gördü. Bu konuda medyada yapılan birtakım tartışmalar olduğunu gördüm. Ama sonuçta, sosyal medyanın desteğiyle bayağı başarılı oldu bu yürüyüş.

Can: Her şeyden önce, Metin Feyzioğlu’nun kendisini soktuğu ve ona biçilen rolün ortaya çıkışı itibarı ile kendi başına zaten bir vaka. Çünkü ona biçilen rol ve oraya geliş biçimiyle, şu anda bulunduğu pozisyon arasında büyük bir fark oluştu ve bunu büyük ölçüde kendisi ve desteklediği iktidar yarattı. İşin bir bu tarafı var.

Bu baro meselesinde ve sokak meselesinde, benim önemsediğim ve dikkat çekmek istediğim nokta tam da bu. Türkiye’de daha önce pek çok olayda da yaşandı: Gezi, Adalet Yürüyüşü, daha sonrasında yapılan birtakım çevre eylemleri, bazı sembol davalardaki direnme çabaları ve son olarak baro hikâyesi. Bunların hepsinde ortaya çıkan şöyle bir şey var: İktidar, bu tür gelişmeler, eylemler ve protestolarda, büyük ölçüde bir sonuç çıkmadığı, bir yere varmadığı fikrini yaygınlaştırmayı beceriyor. Üstelik de bunu çoğu zaman, şimdi dalga geçtiğimiz bu tuhaflıklarla ve şu hissi yaratarak yapıyor: “Ne yapılırsa yapılsın, bunu kendi lehine kullanıp, avantaja çevirir. Ya da bunun sonuçsuz kalmasını sağlar”. Ama bu tür eylemlerin hemen hepsinde, alınan pratik sonuçtan çok, bunu yapma kararlılığı, bunun arkasındaki dayanışma ve büyük ölçüde de vazgeçmeme hâlinin devamı, bence kendi başına bir başarıdır. Genellikle bu tür eylemlerde, hikâyeyi yazma kısmı iktidara kalıyor. Hatırlayalım: Gezi’den itibaren hemen her vakada şöyle bir şey konuşuldu: “İktidar neden bunu yapıyor? Durdurmasa, bu insanlar bunu yapsalar, sakin sakin bitecek, evlerine gidecekler. Kimseye de bir şey olmayacak. İktidar ne diye bunu gündeme taşıyor, bu kadar çok gürültü çıkartıyor?” Tek tek her bir olayda bu söylendi. Ama bütününe, bilmem kaç yılın toplamına baktığımızda, resim öyle çıkmıyor. “Ne yapılırsa yapılsın, iktidar her durumda kârlı çıkıyor.” İşte bu, hikâyeyi yazma biçimi ve vazgeçmeme inadındaki başarıyı küçümsemekle ilgili bir şey.

Çakır: En son üst üste olan iki olayda, HDP ve Baro yürüyüşlerinde, iktidar bunun öyküsünü yazamadı. Yani buradan hareketle, kalkıp “İşte görüyorsunuz! Bunlar şunu yapmak istediler. Bunlar zaten çapulcu. Bunlar şöyle, bunlar böyle” diyemedi. Açıkçası çok yetersiz kaldılar. Yapılan işlerden somut olarak ne sonuç elde edildi bilemiyorum; ama bu iki yürüyüş de, iktidarın güçsüzlüğünü gösteren iki ayrı sokak eylemi olarak tarihe geçti. Ne kadar etkisi olur bilmiyorum; ama bunun başlatıcısının “Adalet Yürüyüşü” olduğunu özellikle vurgulamak lâzım. Sanki oradan itibaren iktidarın ayarı gerçek anlamıyla bozulmuş gibi. Senin biraz önce söylediğin, “Niye müdahale ediyor? Bıraksa bir şey olmayacak” meselesi var ya, müdahale etmek zorunda hissediyor kendisini. Çünkü iktidar sokaktan korkuyor ve onu engellemek istiyor. Engelleyebilirse, bunun üzerinden, “Çıkarız dediler, çıkamadılar. Sürdüremediler” propagandası yapacak.

Can: Ama burada şunu sağlamasına izin verilmesi işe yarıyor: Ben onu biraz sorunlu görüyorum. “Evet, bir işe yaramadı. Ne oldu ki?” hâlini kabul etmemek gerekiyor. Bunun kendisinin yapılabilmiş olmasının başarı olduğunu bilmek gerekiyor. Yani şu anda, “Değişiklik teklifinin Meclis’ten geçmesini engeller ya da engellemez” üzerinden bakmamak gerekiyor bu konuya. Bilmem kaç tane baro başkanının böyle bir şeyi yapma kararlılığını göstermesi üzerinden bakmak gerekiyor.

Çakır: Evet. Zaten orada olayı yapmış olduğu zaman kazanmış oluyor. Normal demokratik sistemlerde, bir eylemi bir amaç için yaparsın. Mesela dersin ki: “Bu yasanın çıkmasını engelleyeceğim”. O eylemin sonucunda, engelleyip engellemediğine bakarsın ve “Eylem amacına ulaşmadı” dersin. Ama Türkiye demokratik bir ülke olmadığı için, yasayı engellemek için yürüyüş yapabilmek, başlı başına bir başarı olarak kayda geçiyor. Normal şartlarda, demokratik bir ülkede olduğu gibi, “Tabii ki anayasal hakkınızdır, istediğiniz gibi yürüyün” denip, o yürüyüşü yapıp, sonrasında yasa baroların istemediği şekilde geçseydi, “Barolar yürüdü ama sonucu değiştiremediler” diyecektik. Şimdi iktidar, engellemek istediği için, yürüyüşün tamamlanabilmiş olması, başarı hanesine yazılmasına neden oluyor.

Can: Evet. Bunu kullanmak lâzım. Bunun başarı olduğunu da birilerinin tekrar etmesi gerekiyor.

Çakır: İşte, biz en azından burada söylemiş olduk. Burada noktayı koyalım Kemal. “Haftaya Bakış”ı Kemal Can’la birlikte sonlandırmış oluyoruz. İzleyicilerimize teşekkürler. Haftaya tekrar buluşmak üzere.

Can: İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.