Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

CHP’nin tanık olduğum son 50 yılı: Resmi tarih, sivil arayış

CHP’nin tanık olduğum 50 yılı

Yayına hazırlayan: Zelal Direkci 

Merhaba, iyi günler. Bugün Cumhuriyet Halk Partisi’nin 97. yaşı — yani 9 Eylül 1923’te kurulmuş. Ben bu yayında başlıkta da söylediğim gibi son 50 yılında gördüklerimi, düşündüklerimi aktarmak istiyorum. 50 yıl derken tabii ki yuvarladım. 1962 doğumluyum, yani 50 yıl olabilmesi için 8 yaşından itibaren takip ediyor olmam lâzım. Ama şunu özellikle vurgulamak istiyorum: CHP’li bir aile, hatta sülâle içerisinde büyümüş bir çocuk olarak, o tarihlerde, çocuk yaşta siyasetten bayağı bir haberdardık. Belki de bunun etkisiyle, çok erken yaşta politize oldum. Babam Demokrat Parti iktidarı döneminde Artvin Hopa’da CHP ilçe başkanlığı yapmış ve daha sonra da CHP ilçe başkanlığını bıraktıktan sonra, biz küçükken İstanbul’a geliyor. Ve İstanbul’a geldiği 1965 yılından itibaren siyasetle aktif olarak uğraşmadı. Bıraktı, bir şekilde tövbe etmişti; tam da bize anlatmazdı — bir hayal kırıklığı yaşamış belli ki. Çünkü Demokrat Parti döneminin CHP’ye yönelik o baskı dönemlerinde küçük bir yerde ilçe başkanı olarak bayağı bir mağduriyet yaşamış; sonrasında CHP’nin tekrar iyi bir zamanı geldiği anda da herhalde beklentileri karşılanmamış olsa gerek. Ama siyasetle çok ilgiliydi. Bütün yakın çevremde, amcalar, dayılar, hatta halalar, teyzeler de bayağı bir siyasetle ilgiliydiler ve ezici bir çoğunluğu da CHP’liydi. CHP’li olmayan tek tük kişiler vardı. Mesela büyük bir teyzem ve eşi gibi ve onlardan hep “öteki” olarak bahsedilirdi.

Babam çok sıkı bir İnönü hayranıydı, ama Ecevit’i de destekledi. Hatta Ecevit’i İnönü’den daha fazla sevdi. İlginç bir durumdu onunki. Ecevit ortanın solu teorisini İnönü’ye dayatmış, ardından Demokratik Sol diye kendi konsepti –ki onun tarihi 70’lerin başı– 74’te tüzüğe girmiş. Ama Ecevit’in CHP’nin başına geçmesi 1972’de, Ecevit’in CHP’nin başına geçtiği zamanları hatırlıyorum. Babam bayağı bir memnundu. Hep Ecevit konuşuluyordu ve Ecevit zaten Türkiye’de Karaoğlan diyerek büyük bir çıkış yaptı ve 1973’te yüzde 33 oyla birinci parti oldu. Onun detaylarına girmek istemiyorum, ardından bir yerel seçimde yine 1973 sonunda, Aralık ayında yüzde 37 oy, daha sonra da 1977 seçimlerinde yine birinci parti. Bu aslında bugün Türkiye’de yaşadıklarımıza çok aykırı bir şey. Biz o zaman çocukluk ya da ilk gençlik yıllarımızda, Türkiye’nin ana gücünün sol iddialı bir parti olduğunu düşünüyorduk. Zaten yaşadığımız ortam da öyle bir ortamdı. Yani 73’te ve 77’de birinci parti çıkıyor CHP. Bu ne zamandır Türkiye’de yaşanmayan bir husus ve arada Demokratik Sol Parti’nin istisnası var –1999 seçimleri–, onun dışında bir daha yaşanmadı bu. 

Ve Türkiye’de 1980 sonrası dönemde bir şekilde, ANAP gibi, AKP gibi, Doğru Yol Partisi gibi sağ partiler hep birinci parti oluyorlarx. Sol öyle bir güçlüydü ki, ya da tırmanıştaydı ki, bizler de tabii o zaman –ilk gençliklerimizde diyelim, ki ben biraz daha erken bir tarihte– CHP’den daha sola kayıp onu beğenmez oldum ve o gün bugündür benim CHP ile olan ilişkim hep aile üzerinden bir ilişki olarak kaldı. Hep bir mesafeli, eleştirel, kimi zaman çok sert, kimi zaman daha yumuşak. Ama hep CHP’yi yakından gözleme imkânı buldum. Gazeteci olduktan sonra daha fazla ilgilendim — her ne kadar esas olarak İslâmî hareketleri çalışan bir gazeteci olsam da, ardından ülkücü hareketi ve MHP’yi de çalıştım, Kürt hareketini de çalıştım; ama hep bir şekilde de CHP’yi ya da CHP’nin öncesinde olan Halkçı Parti, SODEP, SHP gibi partileri de bir şekilde bildik. Demokratik Sol Parti de değişik bir olaydı, biliyorsunuz hâlâ varlığını sürdürüyor, ama artık hiçbir etkisi kalmadı. Ecevit’in hareketini de bir şekilde takip etme imkânı oldu. 

Bütün bu 97 yılda nasıl bir tarih görülüyor? Bir zamanlar bir kitap yapmıştık arkadaşım meslektaşım Hıdır Göktaş’la, 1991 genel seçimleri öncesi; önce Türk sağıyla ilgili röportajlar yapmıştık sağdan isimlerle, onun adı Vatan Millet Pragmatizm idi. Solla ilgili yaptığımız, tabii ki önde olan parti CHP o sırada yoktu, hâlâ kapalıydı, SHP ve DSP’yi bir şekilde gündeme alan bir kitaptı. Onun adı Resmî Tarih Sivil Arayış idi. Bu aslında benim CHP’ye ve bu harekete –değişik adlarla dönem dönem varlık gösterdiler ama 1992 Eylül’ünde CHP yeniden açıldı biliyorsunuz ve 95’te SHP ile de birleşti– benim açımdan hep, resmî bir tarihi olan, devletle özdeşleşmiş, muhalefette olsa bile hep devlet denince ilk akla gelen parti; ama bütün bu partinin son dönemini, özellikle benim tanık olduğum son 50 yılına damga vuran olay da, bu resmî tarihten tam olarak kopmamakla birlikte, ayağını bir yerde orada tutarak, ama yine de sivil bir arayış-sivilleşme, yani devletle toplum arasında bir denge kurma çabası var. Bugün hâlâ bunun sürdüğünü düşünüyorum. 

Artık devlet Recep Tayyip Erdoğan, buna çok kişi katılmıyor ve CHP tabanından da çok kişi katılmıyor. Genellikle ben birtakım yorumlarda devlet deyip Erdoğan’ı andığım zaman, “O başka, devlet değil” diyen çok kişi var. “Peki nedir?” diye sorduğunuzda, “Hükümet” diyorlar; ama biliyorsunuz parlamenter sistem de kalktı. Eski hükümetler de yok; eskiden bir dönem vardı. Başkanlık sistemine geçmeden önce hükümet bir yerde, devlet bir yerde olabiliyordu — ya da “derin devlet” diye adlandırdığımız bir şey vardı. İktidarda kim olursa olsun, aslında devletin hükümete belli bir alan açtığı, ama devletin asıl sahipleri ya da aslî sahipleri diye birtakım kurumlardan bahsedildi hep. Hâlâ CHP’nin içerisinde, yönetici kademesinde de tabanda da bunu bir şekilde sürdürmeye çalışanlar var; ama artık böyle bir şey bence yok. Yani CHP’nin, CHP tabanının, CHP’lilerin o devlete yönelik nostaljik bakışlarının, tekrar devleti kazanma perspektifinin hiçbir anlamı olduğunu sanmıyorum. Aslında bu AKP iktidarı bir anlamda onlara çok müthiş bir fırsat da sağlıyor; resmî tarihleriyle hesaplaşma imkânı da sağlıyor ve tam anlamıyla toplumun partisi olma imkânını da sağlıyor. 

Bütün bu AKP iktidarı boyunca –ki 18 yıl oldu– bunun tam olarak yapıldığını açıkçası düşünmüyorum. Özellikle Deniz Baykal döneminde hep şöyle bir yaklaşım vardı: AKP’ye ve Erdoğan’a geçici ev sahibi muamelesi yapıldı. Esas dükkânın sahibinin kendileri olduğu yaklaşımı baskındı ve AKP eleştirileri genellikle, “Bu nasıl yapılır? Bu yapılamaz. Biz böyle görmedik” diye yapıldı. Devlet teamülleri öne çıkarıldı — ki bunun temellerini Cumhuriyet’in kuruluşunda CHP ve tabii onun başındaki Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları atmıştı. Demokrat Parti eleştirisi de böyle oldu, daha sonraki Adalet Partisi eleştirileri de böyle oldu. AKP’ye de bu muamele yapılmak istendi; belli bir süre bu oldu, ama daha sonra, özellikle Erdoğan’ın Fethullah Gülen ile işbirliği yapıp devlet içerisinde kendi görüşüne göre çok büyük bir ayıklama ve temizliğe gitmesiyle beraber, artık o eski, “Devletin asıl sahibi biziz” inadından vazgeçilmesi gerekiyordu. Henüz vazgeçildiği kanısında değilim. Baykal dönemini bayağı bir yakından izlemeye çalıştım. Deniz Bey’le de şahsen tanışıklığımız vardır. Muhabbeti sohbeti çok iyidir. Ne zaman gazeteciler olarak gitsek, özellikle salı günü grup toplantılarının ardından orada çok güzel sohbetler olur ve bunlardan bazılarını pazar günü başladığım “Gomaşinen” başlıklı podcast dizisinde anlatmayı da düşünüyorum. Çok hoş anekdotlarımız da vardır. 

Kimi zaman Deniz Bey’i kızdırdığım da olmuştur; ama gerçekten çok farklı bir kişiydi. Fakat bir türlü CHP’yi o sıkıştığı yüzde 25 oyun ötesine taşıyamadı. Hep birtakım gayretler içerisinde oldu, ama bir anlamda bence kendi kendini tekrar etti ve burada da bence stratejik olarak temel hatanın, Erdoğan’ın orada geçici olduğu, her an gidebileceği üzerine oynadı — tabii ki siyasette iktidarda olanlar her an gidebilirler, ama bu nasıl gider? Muhalefetin bastırmasıyla gider. Muhalefet ona alternatif bir güç olarak sivrilir ve iktidar muhalefete yenilir; ama CHP’nin uzun bir süre muhalefetteki politikası, AKP’yi ve Erdoğan’ı yenmekten ziyade, devletin AKP’ye “Artık yeter!” demesi üzerine kurulmuştu — burada bir darbeyi kastetmiyorum, ama devletin direncinin AKP’yi zor duruma sokacağı yönünde bir beklenti vardı. Olmadı. Tam tersine Erdoğan burada çok büyük bir temizlik yaptı, sonra da beraber temizlik yaptıklarını temizledi, yani Fethullahçılar’ı. Fethullahçılar’ı temizlemesinin esas aktörünün Fethullah Gülen’in kendisi olduğunu biliyoruz, ama sonuçta onu da yaptı.

Şimdi Kılıçdaroğlu ne yapıyor? Kılıçdaroğlu, Baykal’a yüklenmeyen beklenti Kılıçdaroğlu’na yüklendi. Gandhi dendi, büyük bir heyecan oldu. On yıl oluyor Kılıçdaroğlu partinin başına geçeli. Kolları sıvadı, tüm Türkiye’yi dolaştı ve ilk girdiği seçimde gerçekten iyi bir oy aldı. Ondan sonra, partinin başına geçtikten hemen sonra büyük 12 Eylül 2010 referandumu oldu; o çok kısa bir süre önce gelmişti. Orada bir şeyler yapmaya çalıştı, ama daha sonra girdiği seçimde bence iyi bir performans gösterdi. Ama ilk büyük hatası, 2014 cumhurbaşkanlığı seçiminde MHP ile birlikte Ekmeleddin İhsanoğlu’nu o zamanın tabiriyle “çatı adayı” olarak göstermesiydi. Yüzde 39 oyla kaybetti. Yüzde 39 oyla kaybetmesi bir yere kadar anlaşılabilir. Tamam, seçimlerde birileri kazanıyor, birileri kaybediyor. Aldığı oy 39 olmayıp 40 olabilirdi, ya da 47 olabilirdi, hiç önemli değil. Ama Ekmeleddin İhsanoğlu olayından geriye sadece komiklikler kaldı. İnsanlar o dönemi sadece negatiflikleri ile anıyor hep. Yani bu olay, bugünün CHP’sine en fazla birtakım dersler çıkarmada yardımcı olmuştur. Ama üstüne konulabilecek herhangi bir şey bırakmadı. Zaten biliyoruz ki o büyük işbirliğini yaptığı Devlet Bahçeli, bir yıl gibi bir süre sonra CHP’yi tamamen terk etti ve AKP ile, Erdoğan’la birlikte ittifak yaptı. Ve hatta CHP’ye yönelik en sert eleştirileri, Kılıçdaroğlu’na yönelik en sert eleştirileri de yapan kişi oldu. Burada çok büyük bir stratejik hatanın yapıldığını düşünüyorum ve ondan sonraki toparlanma süreci bayağı zor oldu, meşakkatli oldu; ama “Adalet Yürüyüşü” ile beraber Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’yi bambaşka bir yere doğru taşımak istediğini görüyorum. Değişik vesilelerle bunu söyledim. 

Tekrar etmek gerekirse, özetle: Erdoğan’ın kutuplaştırma stratejisindeki tuzağa gelmeyerek, kendini sakin bir şekilde muhalefet güçlerini bir araya getirmeye hasretmiş bir Kemal Kılıçdaroğlu var. CHP şu anda bir ittifak blokunun lokomotifi olmaya talip ve gerekirse az oy alıp, ama toplam olarak muhalefetin çok oy almasını önceleyen bir perspektife sahip. Bu da tabii CHP içerisinde ve çevresinde çok ciddi tartışmaları beraberinde getiriyor. “Parti olarak CHP niye kendisini öne bu kadar çıkartmıyor? Şu anda ihtiyaç yok, çünkü ortada seçim yok; ama bir seçim döneminde ihtiyaç duyulacak olan ittifakı niye bu kadar önceliyor?” diye itirazlar var. 

Bunlar ilk bakışta anlaşılır olabilir; ama şunu özellikle söylemek istiyorum: Batı Avrupa’ya baktığımız zaman, merkez partilerinin çok ciddi bir krizi var; arada sırada iniyorlar çıkıyorlar, ama bir Almanya, Fransa örnekleri var. Fransa’da Sosyalist Parti yok artık, Komünist Parti yok, Chirac’ın bir zamanlarki büyük sağ partisi yok. Almanya’da Sosyal-Demokrat Parti ya da Hıristiyan-Demokrat Parti eski güçlerinden çok uzakta. Dünya çapında yaşanan bir olay var: Merkez partiler, sağda ya da soldaki merkez partiler her ne yaparlarsa yapsınlar otomatik olarak belli bir oyu kontrol ediyorlardı, ama artık eskisi gibi bu mümkün değil. Ve kendilerini yenilemeleri gerekiyor. Kendilerini yenileme imkânları sınırlıysa da ittifaklarını yenileyip çeşitlendirmeleri gerekiyor. Bu anlamda Kılıçdaroğlu’nun çizgisinin ana ekseniyle doğru olduğu kanısındayım. Ama bu kolay kolay başarılabilecek bir şey değil. Çünkü burada siz tek başınıza bir aktör değilsiniz. Başka aktörler, başka partiler söz konusu; her birinin başka beklentileri var, temel konularda çok ciddi ayrılıklar var vs.. 

Ama onun ötesinde CHP’nin zaten başlı başına kendi içerisinde bir sorunu var. Bu sorun nedir? CHP bir kurultaylar partisi, bir hizipler partisi. Son dönemde azalmış gibi olabilir, ama mesela bir Muharrem İnce şu anda bildiğim kadarıyla Güneydoğu’da dolaşıyor. Önce Sivas’a gitti, şimdi Güneydoğu’da dolaşıyor ve Bitlis, Van diye duydum, çok fazla medyaya yansımadı, ama yarın Mardin’e, Hakkâri’ye gideceğini duydum ve hâlâ CHP’nin içerisinde olan bir kişi, ama bir hareket başlatıyor. Bu eskiden alıştığımız türdeki hizipler gibi bir olay değil. Bambaşka bir olay; başarılı olur mu? Sanmıyorum, ama yine de CHP’nin hâlâ kendi içerisinde çok farklı seslere sahip olduğu ve bunların ayrı ayrı hareket edebildiğini bize gösteriyor. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu ya da herhangi başka bir liderin ittifakları önceleyen bir siyaseti, stratejiyi hayata geçirebilmesi de o kadar kolay olacak bir şey değil. 

Notlarıma bakıyorum: Bu 50 yıllık CHP’nin hayatında çok ilginç şeyler var; Ecevit zamanı –gençler tabii ki bunu bilmez, Ecevit’i görenler büyük bir ihtimalle onun artık yaşlı halini görmüşlerdir ama– Ecevit Türkiye’de gerçekten acayip bir şey yapmıştı, ortalığı alt üst etmişti. Dağlara taşlara her yere “Umudumuz Ecevit Karaoğlan” sloganları yazılmıştı ve Ecevit bayağı bir zorluklarla, suikast girişimleriyle karşılaşmıştı. Mesela 77 seçimleri sırasında Tokat Niksar’da otobüsüne kurşun atıldı, yine 1 Mayıs 1977’de büyük bir katliam yaşandı biliyorsunuz, 1 Mayıs katliamından kısa bir süre sonra, haziran ayında, bir ay sonra Taksim’de seçim mitingi yapmak istedi; dönemin başbakanı Süleyman Demirel ona mitingde saldırı olacağını söyledi, yapmamasını söyledi; ama ona rağmen Ecevit gitti o mitingi yaptı. O tarihte ben 15 yaşındaymışım, ama çok heyecan verici şeylerdi. Ve Türkiye’de çok alışık olunmayan şeylerdi. Ecevit gerçekten özellikle 70’li yıllarda Türkiye’ye, Türkiye siyasetine ve sol diye bilinen CHP geleneğine yepyeni bir soluk getirdi; ama o da ayağı hep bir devlet freninde bir siyasetçi olduğu için bu sol potansiyeli daha soldaki sosyalist sola kaptırmayı da engelleyemedi. Ecevit’in öyle bir özelliği vardı; özellikle sosyalist, Marksist solla arasındaki ayrımı çok net vurgulama konusunda kendince haklıydı belki, ama orada bir kopuşu da engelleyemedi; çünkü o devletçi reflekse sahipti. Ardından yaşanan Halkçı Parti, SHP gibi olaylar… 

Tabii bu arada Kürt hareketinin kendi partilerini kurmaya başlamaları var. SHP’den kopuşlar, Paris’teki Kürt Konferansı ve oraya katılan milletvekillerinin partiden ihracı — ki o konferansı ben de Paris’te izlemiştim genç bir gazeteci olarak, belki onu da anılarımda ayrıca anlatırım. Onun ardından kurulan partiler, HEP, DEP, birçok isimde partiler, bunun en çok merkez sola zarar vermesi, bu kopuşun en çok onlara zarar vermesi… Bu merkez soldaki partilerin, SHP’nin, daha sonra DSP’nin ve CHP’nin Kürt sorunu konusundaki bocalamaları, ne yapacaklarını bilememeleri, kimi zaman çok aktif bir şekilde –özellikle SHP döneminde– sahip çıkması, kimi zaman çok bariz bir şekilde mesafe koyması… bütün bunların hepsi CHP’nin tarihinde çok etkili oldu. Özellikle bu başta söylediğim “Resmî Tarih Sivil Arayış” perspektifine baktığımız zaman, burada Kürt sorunu çok önemli bir nirengi noktası oldu. Hâlâ bu meseleyi halledebilmiş olduğunu sanmıyorum.

Evet, Cumhuriyet’le yaşıt olan bir parti. Hatta Cumhuriyet’ten bir buçuk ay önce doğmuş ve Cumhuriyet’i kurmuş bir parti söz konusu ve 100. yaşına basmak üzere. Ömrümüz vefa ederse 100. yaşını da ayrıca değerlendiririz. CHP’nin tarihi Türkiye Cumhuriyeti devletinin de tarihi aynı zamanda; ama nasıl söyleyeyim? Aslında bir CHP’li olmadığım için dışarıdan birisi olarak: Keşke Türkiye Cumhuriyeti ve toplumunun tarihi dendiğinde esas olarak CHP’ye bakılabilmiş olsaydı. Özellikle son 50 yılda bunun imkânı çok ciddi bir şekilde önüne geldi. Şu anda çok büyük ölçüde buna doğru bir yöneliş var, ama yine de hâlâ CHP’nin devleti önceleme refleksinin kendi etkisini sürdürdüğü kanısındayım. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.