Dün Refah Partisi ve AKP’nin yükselişini anlamayan ve anlamak istemeyenlerin önemli bir kısmı bugün de AKP tabanındaki çözülme ihtimallerini önemsememeyi tercih ediyor. Erdoğan’ın seçmen tabanını ve orada yer alanların talep ve beklentilerini küçümseyen, bu tabanın büyük kısmının, ne olursa olsun Erdoğan’ı terk etmeyeceğini ileri sürenler Türkiye’yi bir atalete sürüklüyor.
Yayına hazırlayan: Gamze Elvan
AKP diye bir parti fiilen var mı? Çok emin değilim, ama Erdoğan siyasî bir figür olarak, lider olarak var. Erdoğan’ın çekirdek tabanı hakkında, bunun ne kadar olduğu konusunda genellikle efsaneler baskın çıkıyor. Bu efsaneleri de genellikle Erdoğan karşıtları üretiyor. Şöyle özetlenebilir: “Erdoğan’a kayıtsız şartsız inanan, tapan, ona biat etmiş bir kitlesi var. Erdoğan ne yaparsa yapsın, ne kadar yoksullaşırlarsa yoksullaşsınlar bu kişiler Erdoğan’ı asla terk etmez”. Bu söylem öteden beri çok baskın. Buradan hareketle de değişik dönemlerde üretilmiş/türetilmiş “göbeğini kaşıyan adam”, “makarnayla oy verenler” gibi birtakım yan kolları da var bunun. Bu aslında bir teslimiyetçilik ve tembellik. Çünkü siz Erdoğan’ın kayıtsız şartsız destekçileri olduğunu, bunların ne olursa olsun vazgeçmeyeceğini söylediğiniz zaman ve bunların oranını da neredeyse AKP’nin ya da Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aldığı oya eşitlediğiniz zaman, zaten yapacak hiçbir şeyiniz olmuyor. Erdoğan her halükârda çoğunluğu sağlıyor, bu Türkiye’nin kaderi oluyor ve siz de en fazla şikâyet ediyorsunuz ve yapabileceğiniz hiçbir şey olmuyor. Bu aslında bir tür yenilgiyi baştan kabul etmek. Ama yenilgiyi kabul etmenin adını “yenilgiyi kabul etmek” olarak koymadıkları için de Erdoğan’ı ve daha çok da ona oy verenleri, onun peşinden gidenleri aşağılamak, küçümsemek, karalamak vs.. Bu artık çok bıkkınlık veren bir yaklaşım, ama hâlâ çok güçlü bir şekilde gündemde. Dünkü yaptığım değerlendirmenin ardından yine buna benzer tepkilerle karşılaştım: Erdoğan’ın insanları –özellikle yoksulları– sabretmeye davet etmesinin, onun siyaseten ne kadar kötü durumda olduğunu gösterdiğini ve sabır telkininin tam tersine kendisinin aleyhine çalışabileceğini söylediğimde itiraz edenler oldu. Onlar, “Ne olursa olsun bu kişiler oy vereceklerdir” diyorlar. Bu tamamen bir efsane, masal yani.
Şöyle bir geriye gidelim: Türkiye’de Refah Partisi’nin yükselişinin yaşandığı 90’lı yılların başları, 80’li yılların sonlarında –Refah Partisi diyorum ama genel olarak İslamcılığın yükseldiği– yıllarda, ülkede çok klasik bir şey vardı — yine bir küçümsemeden mütevellit: “Bunlar asla iktidara gelemezler!” diye. Çünkü bir tarihte yapılmış bir kamuoyu araştırması vardı ve orada insanlara doğrudan şeriat düzeni isteyip istemediği sorulduğunda yüzde 7 gibi bir oran vardı ve birçok tartışmada, köşe yazılarında, televizyon tartışmalarında, “Bu şeriat isteyenlerin oranı zaten yüzde 7” denerek, bunların, yani İslamcı iddialı partilerin, hareketlerin, grupların asla Türkiye’de başarılı olamayacağı söyleniyordu. Bu küçümseme aynı zamanda da bir tembelliği beraberinde getiriyordu ya da tembellik nedeniyle bu küçümsemeye gidiliyordu. Ama sonra gördük ki Refah Partisi özelinde baktığımızda, adım adım Refah Partisi’nin yükselişini yaşadık. 94’te yerel seçimlerdeki başarısı, ardından 95’te birinci parti çıkması, Erbakan’ın Refah Yol döneminde başbakan olması, sonra parti kapatma, Fazilet’in birazcık bocalaması, ama ardından da AKP’nin tek başına iktidara gelmesi. Burada, o yüzde 7 efsanesinin çok kısa bir süre içerisinde ortadan kalktığını gördük ve adım adım bu hareket ve bu hareketin takipçileri oylarını artırdılar. Bir ara, AKP tek başında yüzde 50 civarında bile oy alabildi, Erdoğan zaten cumhurbaşkanlığında en son ilk turda kazanabildi.
Peki burada ne oldu? Bu kademeli bir şey, insanlar şeriat istedikleri için bu partilere gitmiyorlar. Belki hâlâ şeriat isteyenlerin oranı yüzde 7 kalmış olabilir, ama Refah Partisi’nin yükseliş zamanında, daha sonra da AKP’nin yükselişini sadece İslamcılık üzerinden, sadece buradaki insanların biat kültürüyle yetiştiği vs. ya da yoksulların hizmet karşılığı oy verdikleri gibi argümanlarla açıklamanın bir anlamı yok. Burada iki tane temel husus var — dış etkileri saymazsak: Birincisi o partinin kendi başarısı ya da başarısızlığı, ikincisi diğer partilerin başarısı ya da başarısızlığı. AKP’ye gelen süreçte, daha önceki dönemde Refah Partisi’nin oylarının artmasının bir nedeni, merkez sağ ve soldaki partilerin iyice tükenmeleriydi; ama bir diğer nedeni de Refah Partisi’nin kadrolarını yenilemesi, çok modern birtakım örgütlenme imkânları geliştirmesi –Türkiye’de bilgisayarı ilk defa ciddi bir şekilde kullanan partidir Refah Partisi 1980 sonlarından itibaren–, bir de tabii ki söylemini zenginleştirmesi. Söylemini dinî söylemden çıkarıp daha sosyoekonomik konuların baskın olduğu politikalar geliştirmesi. Bütün bunlara bağlı olarak kademe kademe belediyelerde kısa zamanda iflas edeceği, batacağı, her şeyin yüzlerine gözlerine bulaştıracakları beklentileri gerçekleşmeyince belediyeler bir tür tramplen oldu ve böyle böyle devam etti.
Şimdi nasıl bir geçişkenlik oluyor? Bekir Ağırdır bunu “üçlü kademe” olarak tanımlıyor. Bir, çekirdek taban, iki sempatizanlar, üç gri bölge ve dördüncü olarak da karşı taraf var. Burada bir çekirdek taban var, çekirdek tabana geçişler nereden oluyor? Diğer partilerden kopan ya da yeni seçmenlerin içerisinde birileri önce gri bölgeye giriyor, daha sonra bu partiye sempatizan oluyor, daha sonra da belki partinin çelik çekirdeğinde yer alıyor. Refah Partisi’nin ilk yükseliş yıllarında çalıştığımda Türkiye’nin dört bir tarafında birçok yerde Refah Partisi’nin seçim faaliyetlerini izledim, parti teşkilatlarından insanlarla konuştum: Buralarda her gittiğimde zaman geçtikçe daha fazla sayıda, geçmişte başka partilerde çalışmış ya da başka partilere oy vermiş çok sayıda insanla karşılaştım. Özellikle 70’li yıllarda Bülent Ecevit’in “Karaoğlan” olduğu dönemdeki CHP’ye gönül vermiş çok insanın –ki bunlar genellikle alt sınıflardandı– daha sonra şu ya da bu şekilde Refah Partisi’ne yönelmiş olduklarını gördüm. Bunlar birdenbire olan bir şey değil, bu kademelerle gidiyorlar. Ama bu kademeler aynı zamanda kopuşlarda da söz konusu. Yani çekirdek tabanda yer aldığını düşündüğüm insanlar, şu ya da bu nedenle, beklentilerin tam olarak karşılanmadığı zamanlarda sempatizanlığa inebiliyorlar. Oradan da bu sürerse gri bölgeye geçip belki de başka partilere gidiyorlar. Böyle bir çıkış ve iniş söz konusu.
Zamanında Refah Partisi’nin ya da genel olarak İslâmî hareketin kendi çekirdek tabanını çok kolay bir şekilde genişletebileceğini, hatta genişletmekte olduğunu söylediğimizde inanmayanların şimdi ezici bir çoğunluğu, aynı şekilde AKP tabanının da bir şekilde çözülmekte olduğunu kabul etmek istemiyorlar. Yani dün yükseldiğini kabul etmeyenler, bugün indiğini kabul etmek istemiyorlar. Burada bir kere karşısındakini küçümseme ve kendini önemseme çok belirgin oluyor. Karşısındakini –yani burada söz konusu olan dün Refah Partisi bugün AKP–, bu partileri, üzerinde analiz yapacak, değerlendirme yapacak kadar önemli partiler olarak görmüyorlar. Onlar üzerine kafa yordukları zaman onlara bir değer verdiklerini ve bu değer vermeyle beraber kendilerinin değerinin azaldığını sanıyorlar. Böyle bir –elitizm de denemez– kibirle karışık, ama korkunun da çok baskın olduğu, yenilgiyi baştan kabul etmenin aslında ta kendisi bir durumla karşı karşıyayız. Dün “Yüzde 7’den öteye gidemezler” denen partilerin neden iktidara geldikleri üzerine ciddi bir şekilde kafa yorulmadığı için… Hangi sâiklerle insanlar geldiler? Burada ekonomik arayışlar neydi? Sosyal arayışlar neydi? Kültürel itirazlar ya da beklentiler neydi? Bunları sorgulamadan… Daha sonra, bu kişiler burada buluştukları zaman beklentileri ne derece karşılandı? Nerelerde sorun çıktı? Daha önemlisi: AKP söz konusu olduğunda, bugün, belli bir aşamadan sonra artık AKP bu kesimleri tatmin edemez oldu, onların ihtiyaçlarını gideremez oldu. Bunun bir nedeni –tabii ki o metal yorgunluğu denen husus var– ekonominin bir zamanlardaki büyüme çizgisinden küçülmeye doğru evrilmesi ve bir krizin yaşanması; krizle beraber AKP’nin artık eskisi gibi mal ve hizmetleri dağıtamaması meselesi. Bununla çok iç içe geçmiş olan çok ciddi bir yolsuzluk ve kayırmacılık olgusu. Bu yolsuzluk ve kayırmacılık, herkes bir şekilde mutluyken görmezden gelinebiliyordu. Yani birileri, o tâbirle, “Yiyorlar ama çalışıyorlar”, derken –“Yiyorlar ama bize de biraz veriyorlar, biz de biraz yiyoruz” demektir bu; sonuçta çalışmakla kendilerinin de istifade ettiği bir faaliyet kastediliyor–; ama belli bir aşamadan sonra, o “Çalışıyorlar” lâfı denemez oldu, çünkü çok ciddi bir krizin içerisine girildi ve o kesimler artık eskisi gibi kendilerine mal ve hizmet dağıtımının yapılmadığını, yapılamadığını görmeye başladılar. Buna karşılık diğer taraftaki yeme faaliyetinin çok da fazla aksamadığına tanık oluyorlar.
Bu çok ciddi bir kopuşu da beraberinde getiriyor. Sadece bunun olduğunu düşünmüyorum; bunun dışında başka birçok olay var. Örneğin, Refah Partisi hareketinin ve ardından gelen AKP’nin –arada Fazilet Partisi var, bir ölçüde de Saadet Partisi– demokrasi söylemi, talebi vardı. Birçok kişi bunun takiye olduğunu düşünüyor, inanıyor –o Erdoğan’ın tramvay benzetmesinden hareketle– ama buradaki temel espri şuydu: Dindarlar ülkede hak ettikleri yerlere gelemiyorlar, önleri kesiliyor, onlara baskı uygulanıyor vs.. Doğru ya da yanlış, böyle bir eleştiri vardı, böyle bir söylem vardı. Bunun üzerinden yükselen bir demokrasi ilgisi ya da telaffuzu söz konusu oldu. Kimileri bunu bir enstrüman olarak kullanmış olabilir, ama çokları bunu zaman içerisinde ciddi bir şekilde sindirdi ve AKP’nin belli bir aşamadan sonra –özellikle Erdoğan’ın tek adam yönetimini önce partiye, sonra tüm Türkiye’ye dayatmasıyla beraber, demokrasiden hem parti içi hem Türkiye çapında uzaklaşmasıyla beraber–, çok ciddi kırılmaların yaşandığını düşünüyorum. Dolayısıyla bu çekirdek taban denen yerlerden kopuşların, en azından sempatizanlığa, hatta belki de gri bölgeye gidişin söz konusu olduğunu düşünüyorum. DEVA ve Gelecek partilerinin kurulmuş olmaları ve bunların belli bir tempoyu yakalayabilmiş olmaları da bunun doğrudan göstergesidir.
Bu noktada çok önemli bir husus, geçen Osman Sert ve Burak Bilgehan Özpek ile yaptığımız HDP tartışmasında dile getirmeye çalıştım, onu burada tek başıma tekrarlayayım: Zamanında AKP’nin Kürt sorununu çözebilme ihtimali, çözme arayışı, barışçıl yollarla ve kalıcı bir şekilde çözme yolunda birtakım niyet beyanları ve birtakım süreçleri başlatmış olmasının yarattığı çok büyük bir beklenti ve umut vardı. Bunun bir kesimi Kürtler’di, ama bir diğer kesimi de Kürt olmayan kitlelerdi. Artık Türkiye’nin bu temel sorunundan, belki de her türlü sorunun anası olan bu sorundan kurtulabilme ihtimali. Şimdi AKP, MHP ile birlikte tamamen Türk milliyetçisi bir rotaya oturmuş durumda ve Kürt sorunu konusundaki birkaç yıl önceki söyleminden iyice uzaklaşmış durumda. Burada hemen kestirme bir şekilde kendi tabanındaki Kürtler’i küstürdüğü, kaybettiği ve bunların önemli bir kesiminin yeni kurulan DEVA ve Gelecek partilerine ilgi duyduğu analizleri yapılıyor. Bunlarda doğruluk payı olduğunu ben de kişisel gözlemlerimden biliyorum. Hatta bir kısmı HDP’ye de doğrudan olmasa bile, dolaylı bir şekilde yöneliyor. Ama bunun ötesinde başka bir şey var: AKP’nin ve Erdoğan’ın Kürt sorununu çözmeme durumu, yani çözme iddiasından vazgeçmesi, kendi çekirdek tabanında Kürt olmayan çok ciddi bir kesimi de rahatsız ediyor. Yani şöyle bir akıl yürütmek kesinlikle doğru değil — bu hareketi izlemeye çalışan bir gazeteci olarak bunu özellikle vurgulamak istiyorum: “Bu hareketlerin içerisinde bir Kürtler var, bir de Kürt olmayanlar var. Kürtler, Kürt sorununa daha duyarlı; Kürt olmayanlar da onlar arıza çıkarmasın diye çok fazla ses çıkarmıyorlar; ama onlar Kürt milliyetçisi, tam zıttı olarak da Türk milliyetçisi. Dolayısıyla Erdoğan’ın bugün geldiği nokta aslında partisinin çoğunluğunu oluşturan kesimler tarafından onaylanıyor, benimseniyor. Tabii ki Kürtler’i kaybetme ihtimalinden dolayı rahatsız oluyorlar, ama çok da kişisel olarak rahatsız değiller.” Böyle bir tablo çizilmeye çalışılıyor ve ben buna katılmıyorum. Çok ciddi sayıda insan dün Refah Partisi’nde de böyleydi, bugün AKP’de de böyle, DEVA ve Gelecek’te olanlardan da böyle düşünenler var, hatta diğer partilerde, İYİ Parti’de de CHP’de de var. Hep biz genellikle Kürt sorununa alerjik yaklaşanları tartışıyoruz. Bir de bu sorunu ciddiye alan ve bunun gerçekten kalıcı bir şekilde, barışçıl yollarla çözülmesini isteyen Kürt olmayan kesimler var. AKP’nin içerisinde bunların sayısının hayli yüksek olduğunu biliyorum. Onlar da bu durumdan çok ciddi bir şekilde rahatsızlar. Bu rahatsızlık kopuşa yol açıyor mu, açmıyor mu? O ayrı bir tartışma konusu.
Zaten bütün bu ihtimaller, AKP’nin zamanındaki artılarının birçoğunun bugün eksiye doğru evrilmiş olması, şu noktada anlamlı olacak: Birileri AKP’nin eksilerini kendi artıları yaparsa etkileri olacak. Yani Bekir Ağırdır’ın söylediği gibi çekirdek tabandan sempatizanlığa ve belki de oradan gri bölgeye doğru evrilenlerin diğer tarafa geçebilmeleri için buralarda başka bir câzibe bulmaları lazım. Şimdi AKP’nin Kürt seçmeni nezdinde DEVA ve Gelecek bir ölçüde bunu yapıyor gözüküyor, ama bütün olarak hem yeni partilerin hem diğer partilerin bu eksileri görüp bunların üzerinden birtakım politikalar geliştirerek buradaki rahatsızlıkları kopuşlara çevirmeleri gerekiyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Şimdi bir anekdot anlatmak isterim: Bir fotoğraf var Erdoğan’ın bir grup genç ile çektirdiği selfie. Biz onu Medyascope’ta değişik vesilelerle kullanıyoruz. Bu fotoğraftaki en önlerde olan bir genç, Medyascope’ta tanıdığı birisine,“O fotoğrafı artık kullanmayın, çünkü ben ayrıldım”demiş, galiba DEVA’ya geçmiş. Oradaki duruşuna baktığınızda, birçokları, onun ölümüne Erdoğancı olduğunu düşünebilir; ama pekâlâ bu tür kopuşlar oluyor, herkesin kopuşunun ayrı ayrı gerekçeleri var. Ama sonuçta böyle bir seçmen profili yok, varsa bile bu çok marjinal. Yani şunu bir takım tutma olarak görmek ve göstermeye çalışmak Türkiye’deki siyaseti anlamamak anlamına geliyor. Çok kolay geçişler olabiliyor, insanların farklı farklı beklentileri var, farklı farklı umutları var. Bunların gerçekleşip gerçekleşmemesi konusunda kendilerine göre kriterleri var. Dolayısıyla “Ne yaparsanız yapın bunlar asla Erdoğan’ı terk etmez” şeklinde yapılan/yapılma iddiasındaki analizlerin bir değeri yok, bunlar bence birer efsane.
Sonuç olarak Erdoğan’ın zamanındaki çıkışını anlamayanlar, anlamak istemeyenler, şimdi de düşüşünü anlamak istemiyorlar. Anlamak istemedikleri için de bu düşüşün normalden daha yavaş olmasına katkıda bulunuyorlar diye düşünüyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.