Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (6) – Sedat Peker devlette ve toplumda neleri, nasıl değiştiriyor? Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can & Burak Bilgehan Özpek tartışıyor

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler, iyi akşamlar. Adını bir türlü koyamadığımız dört kişilik programımızda yine bu hafta karşınızdayız. Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can –Ayşe yurtdışından, üçümüz Türkiye’nin değişik illerinden– yine bir aradayız. Merhaba arkadaşlar, herkese iyi akşamlar, iyi günler. Sedat Peker’i geçen hafta konuştuk, ama hâlâ konuşmamız gerekiyor, daha da çok konuşacağa benziyoruz. Ayşe, seninle başlamak istiyorum. Bugün Abdülkadir Selvi’nin yazısında en çok dikkat çeken husus, Erkam Yıldırım’ın, “Aslında maskeleri vs.’leri elden götürdük” açıklamasıydı. Onu bir kenara bırakalım, orada bizi daha fazla ilgilendiren önemli bir husus var. Erdoğan’dan kulis haberi –Kemal, kulakların çınlasın–, kulislerde deniyormuş ki Erdoğan, “Önemsemeyin, muhatap almayın” demiş. Ama bakıyoruz ki, kendisi adını vermese de, bütün bu videoların yarattığı atmosferde iktidarın değişik aktörleri, videolarda doğrudan muhatap alınanlar ya da alınmayanlar, mesela Ömer Çelik açıklama yaptı — Ömer Çelik’le ilgili bir şey yoktu, parti temsilcisi olarak konuştu. Ya da doğrudan, tabii Süleyman Soylu iki kere yayına çıktı, vs.. Mehmet Ağar açıklama yaptı. Erdoğan’ın bu sözünün çok da karşılığı olmadığı gözüküyor. Şu âna kadar baktığımızda, özellikle iktidar cenahında neyi değiştirdi?, Türkiye’yi, toplumu daha sonra ele alalım; ama şu âna kadar gördüğümüz kadarıyla neyi değiştirdi, neyi açık etti, ne diyorsun?

Ayşe Çavdar: Önce şunu söylemem lâzım: Erdoğan’ın taktiklerinden bir tanesi bu. Ne zaman bir kriz çıksa, biliyorsunuz, böyle bir hafta on beş gün susuyor — ki bunun en enteresan örneklerinden bir tanesi salgın çıktıktan sonraydı. Çünkü pandemi ilan edildi, Türkiye’de de olduğu söylendi falan ve biz Erdoğan’ı böyle bir on beş gün falan neredeyse ortalıkta göremedik, hani yoktu. Gezi’nin ilk zamanları yanlış hatırlamıyorsam öyleydi; sonra konuşmaya başladı, çok yüksek perdeden konuşmuştu falan. Dolayısıyla krizlerde, etrafında böyle fırtına olunca sanki kendi bedenine kapanan ve geçmesini bekleyen biri gibi hareket etmeye çalışıyor; ama bu seferki öyle bir şey değil. Çünkü bu seferki kriz onu muhatap alıyor zaten. Başından itibaren, hatta şöyle söyleyeyim: Sedat Peker Karadağ’dan konuşmaya başladığında da muhatabı Tayyip Erdoğan’dı. Şimdi, “Halk hakem olsun, patron sizsiniz” falan diyor; ama terazide iki şey var şimdi. “Bu halk seni seçti; bizim seninle eski tanışıklığımız var, bir de halk var. Ve ben şikâyetçiyim”. Şikâyetçi olduğu şeyler şöyle özetlenebilir: “Beni kullandınız; bu pis işlerde, kirli işlerde kullandınız; o kirler benim üzerimde kaldı, ben pis oldum, siz de temiz. Ben şimdi kimin kirli, kimin pis olduğu meselesini iki tarafa, iki aktöre soruyorum. Halka soruyorum, bir de Tayyip Abi’ye soruyorum”. “Tayyip Abi” diyor bir de, yani en başından itibaren. Şimdi hal böyle olunca, bu öyle “Dikkate almayın, sessiz kalın, görmezlikten gelin” demekle geçiştirilebilecek bir şey değil; çünkü şöyle bir durum var — biraz sosyal bilimci hikâyesinden, bahsinden: Bu kriz onu merci kılıyor. Direkt olarak bu kriz onu bir aktör ve bir merci kılıyor ve giderek istemediği ölçüde onu oyuna daha da fazla çağırıyor. Şimdi Tayip Erdoğan’ın şöyle bir kişilik özelliği var: Meydan okumalara, kişilerin meydan okumalarına katlanamıyor. Yani o meydan okumalara hemen cevap veriyor. Biz o yüzden ne diyoruz, onun karşısına onun gibi bir lider çıkarma ihtimali yok, o yüzden alternatifler bulunmalı, o liderlik anlayışına alternatifler bulunmalı, çünkü ona meydan okunduğunda o da meydan okuyor. Fakat bu sefer görüyoruz ki meydan okuyamıyor. Öbür taraftan sessiz de kalamıyor; çünkü Sedat Peker herhangi biri değil. Devlette iki şey var şu anda, iki koalisyon ortağı var iktidarda: MHP ve AKP. Her ikisi ile de yalnızca pratik olarak değil, ideolojik olarak da bir ilişki ve bir diyalog içinde. Dolayısıyla onlar adına, o aktörler adına değil belki ama o ideolojiler adına harekete geçmiş biri Sedat Peker. Bütün her ne yaptıysa sonunda o var diye de yapmış. Bir popülerliği var, popülerlik kazanırken kimse ona “Hayır, yapamazsın” dememiş. Bir tek Elazığ meselesini söylüyor, “Benim mitingimi engellediler” diye. Onun dışında canı ne istiyorsa yapmış ve o canı ne istiyorsa yaparken, devlet adına yaptığını düşünmüş ve kamuya da böyle anlatmış birisi. Üstelik bu devlet tarafından şimdiye kadar herhangi bir şekilde yalanlanmamış, tamam mı? Bunun örneklerini biz gördük. İşte bugün gene Twitter’da TT’lerden bir tanesi Abdullah Çatlı’ydı. İşte, dizi yapıldı bundan; işte, onun bir sürü versiyonları da var. Polat Alemdar diye bir karakter var ortada mesela — devletin bir yerden bir yetimi alıp devşirdiği ve kendisinin bir “akıncı”sı kıldığı. Bir taraftan da AKP-MHP iktidarı boyunca ideolojik olarak, Direniş Ertuğrul’la, Kuruluş Osman’la, Uyanış Selçuklu’yla, Akıncı ile, Teşkilat’la, işte şimdi yeni bir dizi daha başlıyor, onunla, hep tekrar edilmiş bir arketip şunu söylüyor: “Kimsesizin kimsesi olurum ben”. Çünkü hep yetim çocuklar gelir bir şekilde orada hikâyeye. Yetim çocuklar girerler, bir yerlerden bulunurlar — ki Peker yetim çocuk değil, ama babası tarafından ihmal edilmiş bir çocuk, belli ki öyle bir kızgınlık var. “Sonra, onlar benim sadıklarım olurlar.” En son Teşkilat dizisinde bile, işte Almanya’dan biri geliyor mesela, bir tür devşirme hikâyesi anlatıyor ve sonra şöyle bir anomali var bu defa. Her kimse bu sâdık evlât, bu sâdık üvey evlât konuşmaya başlıyor, babasına derdini anlatıyor, “Tayyip Abi” diye; devleti için uğraştığı halka da kendi gerçeğini anlatıyor. Tamam mı? Bunu isterseniz muhatap almayın. Muhatap almadığınız ölçüde büyüyecek bir hikâye. Çünkü yıllardır siz kendi ideolojik aygıtlarınızla onu bir kahramana dönüştürdünüz, Sedat Peker’i değil, o tipolojiyi; kaldı ki zaman zaman Sedat Peker’i de… Şimdi bu kişi konuşurken ben susayım, muhatap almayayım; çünkü Sedat Peker’in anlattığı şey sadece bildiğimiz şeyler, hepsi bildiğimiz şeyler gerçekten. Fenomenin kendisi yeni ve tuhaf. Bence dönüştürücü bir etkiye sahip, onu belki ikinci turda konuşuruz; hem olumlu hem olumsuz anlamda sonuçları olabilir. Şimdi bunu istediğiniz kadar muhatap almayın, “Acımadı ki” deyin; “Söylüyor, ama kendi kendine konuşuyor” deyin. Çünkü bir taraftan da, hiçbir konuda soru sorulduğu zaman konuşmayan İçişleri Bakanı iki kez televizyona çıkıp konuşuyor — biri devlet televizyonu TRT’de. Öbür taraftan ona sahip çıkmak zorunda kalıyorsunuz; çünkü onun açıklamaları yüzünden İçişleri bakanınız “Bana sahip çıkın” demek zorunda kalıyor. Mehmet Ağar açıklama yapmak zorunda kalıyor. En sonunda, iki hafta sessizlikten sonra, önce Devlet Bahçeli “İçişleri Bakanlığı” diyerek, sonra Tayyip Erdoğan “İçişleri Bakanı ve Soylu” diyerek açıklama yapmak zorunda kalıyor. Soylu yaptığı açıklamada, AKP içindeki fay hatlarının haritasını veriyor bize — Adalet Bakanlığı’na, eski İçişleri Bakanlığı’na falan lâf söyleyerek. Dolayısıyla siz istediğiniz kadar muhatap almayın, istediğiniz kadar önemli olmadığını söyleyin. Abdülkadir Selvi çıkıp bu yazıyı yazmak zorunda kalıyor; bu hikâye başlayalı iki ay olmuşken. İki ay sonra bir kulis yazmak zorunda kalıyor, “Muhatap almayın” dedi Erdoğan diye. Şimdi bütün bunlar, varsa böyle bir şey, ben inanmıyorum böyle söylenmiş olacağına da, varsa bile nasıl muhatap alacağını bilememekten, eli kolu bağlı olmaktan kaynaklandığını düşünüyorum — değiştirdiği şey bu. Çünkü bu kriz önceki krizlerden biraz farklı. Bu kriz kendi yarattığı bir figürden, kendi yarattığı bir şey; Gülen krizi gibi de değil, Gülen krizinde böyle değildi hikâye. Orada bir ortaklık vardı; burada AKP’nin ve sonra AKP’nin devletleşirken üretip yarattığı bir ilişki; şimdi Sedat Peker, bir kişisel ilişki de kuruyor Erdoğan ile. Yani sadece şey değil; “Tayyip Abi, anlatacağım; daha kimse yokken ben nasıl etrafındaydım onu anlatacağım” diyor. Şimdi orada bu hikâye ortaklaşmaya başlıyor. İstediğiniz kadar muhatap almayın; hikâye sizi muhatap alıyor diyeyim ve ben burada kapatayım. Teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Burak, Ayşe çok güzel bir yere getirdi. Bunun devamı gibi şöyle bir husus var: Senin geçen bir sosyal medya paylaşımından gördüm, oradan da ilhamla söylüyorum: İktidar ve iktidar çevreleri Sedat Peker’i şeytanîleştirmede, kriminalize etmede bayağı bir bocalıyor. Mesela senin değindiğin, A Haber’deki zorlama bir CIA bağlantısı. Ya da ben şundan biliyorum: Youtube’da gelen, rahatsız olanların tepkilerinde şu deniyor: “botokslu”, “uyuşturucu kullanan insan” falan. Hani botoks varsa dünde vardı, uyuşturucu kullanıyorsa dün de kullanıyordu; ama mesela FETÖ’cü demeye çalışıyorlar, diyemiyorlar; Birleşik Arap Emirlikleri’nde olmasından hareketle ajan demeye çalışıyorlar, bayağı bir zorlanıyorlar. Hani iktidar ve iktidar destekçileri için hiç de kolay lokma değil gibi geliyor bana. Bu neden? Yani bu kişinin kendi kişisel özelliklerinden kaynaklanan bir şey değil herhalde. 

Burak Bilgehan Özpek: Değil, daha önce de konuşmuştuk. Çünkü işlediği suç ne olursa olsun, hükümetin siyasî ikbâline hizmet eden birisi varsa hızla meşrulaşıyor bu ülkede. Yani hükümetin siyasî ikbâline kasteden insanlar da, ne kadar meşru işler yaparsa yapsınlar hızlı bir şekilde kriminalize oluyor. Yani aynı eylemi yapan, aynı söylemlerde bulunan bir insan, ya da aynı suçları işleyen, aynı kabahatleri işleyen bir insan, hükümetin aleyhine açıklama yapmaya başladıktan sonra meşruiyetini kaybediyor. Yani hükümetin yanında olmak buradaki tek meşruiyet. O bakımdan, hani Sedat Peker’in şaşıracağımız durumu, meşruluğunu kaybetmesi ve dolayısıyla AK Partililer’in onu nasıl suçlayacaklarını bilmeme meselesi değil; Sedat Peker’in nasıl meşrulaştığı meselesi. Yani bundan yedi sene evvel, 2014 senesinde hapisten çıktıktan sonra, biz anlıyoruz ki sistemli bir şekilde meşrulaşan, sistemli bir şekilde siyasallaşan, siyasî bir demagog gibi muamele edilen, ya da siyasî hesapların içerisine sokulmaya çalışılan bir Sedat Peker var. Bu konuda biraz arşive bakmak yeterli olacaktır herhalde; mesela 2015’teki 7 Haziran seçimlerinden önce, Sedat Peker’in Akit gazetesine verdiği bir röportaj var. Şimdi, o dönem, Çözüm Süreci devam ederken, hükümetin en büyük korkusu milliyetçilerin bir şekilde bu süreçten dolayı alerjik davranmasıydı. O yüzden biz mesela Çözüm Süreci’ne dâir birçok şeyi bilemedik. Bizler bildik, ama toplumla çok paylaşılmadı. Yani Kürtler’in ve Türkler’in barışması planlanıyordu; fakat ortaya çıkan metinler veya kapalı kapılar ardında konuşulan şeyler o kadar gizlemliydi ki, barışacak olan aktörlerin aslında barışma metinlerinden haberleri yoktu. Çünkü amaç, şifreli muğlak bir dil kullanarak hem Kürtler’i hem de Türk milliyetçilerini aynı şekilde idare etmekti — o 7 Haziran seçimlerini atlatmaktı mesela. Sedat Peker orada bir anlamda MHP’nin o günkü pozisyonuna karşıt bir pozisyon benimsedi ve siyasî bir figür olarak ortaya çıktı. İşte, Akit gazetesi mülâkatı da öyleydi. Hatta kendisi itiraf ediyor: Bir AK Partili’nin düğününde Tayyip Bey ile bir araya geliyorlar, konuşuyorlar, fotoğrafları çekiliyor, sonrasında şöyle bir beyanat veriyor, diyor ki: “Aslında bizim beraber fotoğraf vermemiz iyi oldu; bu benim normalleşmem açısından da aslında çok faydalı oldu”. Aslında Peker çok farkında; yani fotoğraf vermiş olmanın onu nasıl meşrulaştırdığını çok iyi biliyor. Daha sonra mitingler yapması ya da siyasî konularda görüş açıklaması, bir anlamda siyasî tartışmaların içerisine girmesi onu bir anlamda meşrulaştırıyor. Hükümet makinası içerisinde de –daha önce de burada konuşmuştuk– “kanunların ötesinde bir otoriterleşme projesi için” Sedat Peker gibi adamlara AK Parti’nin ihtiyacı var. Mesela anlıyoruz ki, Hürriyet gazetesi saldırısının fâili Sedat Peker. Şimdi 7 Haziran-1 Kasım arası dönemde bunlar dehşet verici olaylardı. Çünkü Hürriyet gazetesi, Doğan Medya Grubu, baktığımız zaman 7 Haziran sonuçlarından sorumlu tutuluyordu — Selahattin Demirtaş bağlama çaldığı için. Şimdi o dönemin Doğan Medyası üzerinde iki tane baskı aracı oluşmuş; bir tanesi, dönemin Sosyal Güvenlik ve Çalışma Bakanı Süleyman Soylu’nun Aydın Doğan hakkında raflardan indirdiği bir dosya vardı; ikincisi de, Sedat Peker’in Hürriyet gazetesi baskınını organize etmesidir. Ve bu aslında çok etkili bir medya grubunun susturulması anlamına geliyor. Bunu kanunla yapamıyorsunuz; işte, bunu bu şekilde, kanunu esnetme cesaretine sahip insanlarla yapıyorsunuz. İşte, “Akademisyenlerin kanı ile duş alacağım” söylemi mesela, aslında Türk Ceza Kanunu’na göre suç; ama bunu söylemek, bunu sarf etmek ayrı bir cesaret işi. Yani insanlar Peker’i koruyarak risk alıyorlar; ama Peker bunu söyleyerek toplumda bir korku iklimi yaratarak risk alıyordu. Hükümetin emriyle bir korku atmosferine sokuyordu. Dolayısıyla Sedat Peker bu hükümet makinasının çok temel aktörlerinden bir tanesiydi. Özelikle psikolojik olarak toplumun üzerinde yaratılan bu otoriter hava, bu otoriter atmosfer, Peker gibiler sayesinde inşa edildi. Bunun aktörlerinden bir tanesi de bana sorarsanız Süleyman Soylu. Türkiye gazetesinin bazı yazarları, akşamları televizyonda gördüğümüz bazı insanlar, köşe yazılarını okuduğumuz zaman sürekli muhalefete terörist demekten başka hiçbir şey yapmayan insanlar; yani Türkiye’deki medenî tartışma ortamını, kamusal tartışma kültürünü öldüren, milli güvenlik söylemiyle bütün entelektüel tartışmayı boğan ve bunu bilinçli şekilde yaptığını şimdi anladığımız, yani bizim bildiğimiz, ama toplumun geri kalanının şimdi anladığı bir durum var ve Peker bunun en önemli aktörlerinden bir tanesi. İnşa edilmiş, santim santim inşa edilmiş, meşrulaştırılmış bir aktör olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla şu anda Sedat Peker’in üzerine yapıştıracağımız herhangi bir yafta, Sedat Peker’i tanımlamak için kullanacağımız herhangi bir söz, hakikaten çok samimiyetsiz duruyor. Son olarak da bir şey söylemek istiyorum: Videoların izlenme oranları çok önemli Ruşen Abi. Şimdi yaklaşık 15 milyon insan izliyor ve her videoyu birkaç kişinin bir arada izlediğini düşündüğümüz zaman, 25-30 milyon ediyor. Yani Türkiye’deki seçmenlerin yarısına yakını ya da yarısından daha fazlası Sedat Peker’in videolarını izliyor. Bu rakama hiçbir muhalefet partisi lideri ulaşamıyor. Bu rakama, size bir şey söyleyeyim, bu kadar insana kendini..

Ayşe Çavdar: Erdoğan da ulaşamıyor.

Burak Bilgehan Özpek: Evet, Erdoğan da ulaşamıyor. Hükümet de ulaşamıyor. Yani burada ilginç bir fenomenle karşı karşıyayız.,

Ruşen Çakır: Bu olayın toplumsal yönünü ikinci turda ayrıca daha detaylı alalım, söylediğin çok önemli. Bunun bu toplumda neyi…, şimdi iktidarda neyi nasıl değiştirdiğini konuşuyoruz; sonra toplumdaki değişim, var mı sahiden bir değişim? Onu ikinci turda daha geniş bir şekilde ele alalım. Kemal, geçen ben bir yayında dile getirdim, Müge’nin yani benim hanımın pazar günkü videodan sonra söylediği bir cümle: “Aynı dili konuşanlar birbirlerini yok edebilir” cümlesi. Burada sanki çok öyle bir şey var. Şu âna kadar yaşananlarda sen nasıl bir bilanço çıkarıyorsun? Yani bazen böyle saldırılar bir iktidar koalisyonunu güçlendirebilir, öyle değil mi? Bazen öyle saldırıları gelir ki, güçlendirir. Ya da hani 15 Temmuz Darbe Girişimi’nde olduğu gibi, krizi fırsata çevirebilir vs.. Şu âna kadar gördüğün nedir? Burada Erdoğan’ın, “Muhatap almayın, önemsemeyin” demesinin pek bir anlamı olmadığını da şu âna kadar Ayşe ve Burak söylediler. Ne diyorsun? Gerçekten çok ciddi yaralar açtı mı? Yoksa çok da fazla etkili olmadı mı?

Kemal Can: Şimdi, şu şeyden başlayalım, yani kulisten başlayalım. Aslında kulis, bir bilgiyi aktarmak değil; bu videolar ilgi görmeye başladığından beri, bu videolara paralel olarak sürekli sorulan ve cevabı alınmayan bir soruya karşılık vermek. Niye susuyor? Erdoğan niye susuyor? Niye hükümet bir reaksiyon vermiyor? Çünkü bu videolardaki bilgiler, ortaya atılan iddialar, ifşalar… bunlarla ilgili çıkan tartışmalar, işte Soylu’nun yayınları filan… bunların hepsinin arkasında aslında insanlar için bunu güçlü bir merak unsuru haline dönüştüren en önemli şey: Buna ne tepki verileceği? Özellikle tabii ki iktidarın ne tepki vereceği. Çünkü Ayşe’nin söylediği gibi, başından itibaren aslında Tayyip Erdoğan gösterilerek başladı bu süreç. Tayyip Erdoğan, “Tayyip Abi” diyerek, merkeze konularak… Zaten aslında her şeyin merkezinde. Şimdi bu kulisi de yine ona dayandırıyorlar. Yani “Niye cevap verilmiyor?” —“Çünkü Tayyip Erdoğan vermeyin” dedi. Şimdi “Niye cevap verilmiyor?”a bir cevap bulmak gerekiyor; bunun için de bu kulis devreye giriyor. Şimdi ama bir anlamda kulisi doğrulayan şöyle bir şey var; bu duyumların… ben otuz kırk senelik gazetecilik hayatımda duyumların yalnızca %10’una itibar ettim, çok da bundan memnunum; ama burada duyumdan daha önemli, kulis olmasından daha önemli olan zaten bir hakikat var. Sahiden cevap vermiyorlar, vermeleri gereken cevapları bile vermiyorlar. 

Ruşen Çakır: Ya da cevap diye verdikleri cevap olmuyor. 

Kemal Can: Evet yani, ama ondan da memnuniyetsizlik var. O verilen cevaplardan kendileri de memnun olmuyorlar. Yani kendi cevapsızlıklarından da memnun olmuyorlar. Belki Soylu kendini kurtarıyor ama, iktidarı kurtarmıyor açıklamaları ile. Yani öyle bir durum var. Soylu iki tane yayına çıkıp belki kendisini kurtardı, ama iktidarı kurtarmış değil. Böyle bir durum var. Dolayısıyla konuşanlar da kendisi için konuşuyor. Zaten konuşanların giderek iktidarda çeşitli cepheleri işaret ederek kendilerini kurtarmaya çalışması ayrı bir türbülans yarattı; ayrı bir sorun yarattı. Soylu’nun kendinden öncekileri suçlaması, öbürünün daha önce ortak olduğunu suçlaması filan, böyle bir karmaşaya yol açıyor. İşin bir bu tarafı var; ikinci tarafı da gündem meselesi. Bu hep konuşuluyordu ya; bu iktidar herkesin konuşacağı gündemler kuruyor. Bir süredir de iktidarın başkalarını da dâhil edeceği, başkalarını mecbur edeceği gündemler kurma becerisini kaybettiğini konuşuyoruz. Bu konuda birkaç yayın da yaptık; sen de yayınlar yaptın. Artık gündem kuramıyor ya da kurduğu gündemlere özellikle muhalefet aktörlerini istediği biçimde katamıyor. Bunun karşılığında bir süredir, şimdi Erdoğan’ın başka susma hallerine Ayşe birkaç örnek verdi; ama bunun çok örneğini görmeye başladık. Yani Biden soykırım açıklaması yaptığında da susuyor, Doğu Akdeniz meselesinde yeni bir rotaya girildiğinde de susuyor, Mısır’la bilmem ne olduğunda da susuyor, işte uzun bir süre İstanbul Sözleşmesi meselesinde bir tartışma yürüdü, ama sustu, doğrudan açık tavır almadı. HDP kapatma davasında da susuyor, buradan çatlak iddiaları çıkıyor. Hep susuyor, susuyor, ama aslında susarken bir tavır göstererek susuyor; ama gündemle ilişkisini artık gündem kurma üzerinden değil, kendi gündeminde durmakla devam ediyor. Yani şimdi ne yapıyor? Gidiyor Taksim Camii’ni açıyor. Gidiyor, sanki hiç bu meseleler yokmuş gibi “Kanal İstanbul’u açacağız” diyor, gidiyor başka bir şey söylüyor. Yani: “Biz işimize bakıyoruz, biz bunlarla ilgilenmiyoruz”. Yani bu sadece Sedat Peker’in iddialarında da değil ki. Ekonomik krizde de aynı şey var: “Yok öyle bir şey”. Sedat Peker’de de yok, ekonomik kriz de yok, dış politika sorunları da yok — yok yani. Artık gündem kurarak değil, sadece kendi gündeminden ibaret ve aslında kurulmuş diğer gündemleri yok sayarak davranıyor bir süredir. Bu da onun bir parçası. Şimdi Sedat Peker’in buna nasıl dâhil olduğu ve neye yol açtığı meselesinde de ben şöyle bir şey görüyorum: Şimdi, daha önce bu karanlık devlet ilişkileri, mafya, kirli ilişkiler ve benzeri şeyler on yıllardır çeşitli vesilelerle yine iç çatışmalar nedeniyle açığa çıktı. İşte Susurluk’u var, yakın döneme gelirsek Cemaat’le olanı var; ama onların hepsinde şöyle bir durum vardı: Özellikle Susurluk’ta mesela, birileri, içinden olanlar değil dışarıdan sürece bakan birileri, evet, işte Eymür gibi birtakım insanların ifşa edici açıklamaları vardı; ama işin genel karakteri, birileri karanlığa bakarak insanlara orayı anlatıyorlardı. “Ya, burada böyle bir kirli ilişki ağı var. Ey insanlar! Bunun farkına varın! Bunu temizleyelim! Bu temiz toplum.” Ama sonuçta neydi? Dışarıdan birileri baktıkları bir bataklığa ve karanlığa ilişkin bir şey anlatıyorlardı. Cemaat meselesinde ise, Cemaat Sedat Peker gibi davranmadı; ortak, beraber yaptıkları suçları ifşa ederek değil, birlikte yaptıkları suçlarda öbürleri adına, yani karşıtları adına, Erdoğan için biriktirdikleri gizli bilgileri ifşa ediyorlar. Yani savaşın bir aracı olarak bilgileri ortalığa döktükleri çok aşikâr. Dolayısıyla her ikisinde de bunun iktidar ve devlet açısından dışarıda tutulabilecek, kendileriyle, birinde doğrudan çatışmanın meselesi, diğerinde ise zaten şu ya da bu nedenle suçlu gösterebildikleri, öteki farz edebildikleri birileri tarafından söylenen şeyler. Dolayısıyla çok ilgileri olmayan bir şey haline getirebiliyor. Ama bu sefer: Doğrudan içinde olan biri, aynı dille, yani Müge’nin söylediğine gelince aynı dille, aynı referanslarla, ama kendisinin de dâhil olduğu, beraber yaptıkları şeyleri anlatıyorlar. Şimdi on milyonlarca insan izliyor ve bunu işte galiba son birkaç ankette var, bu konuda bunu inandırıcı buluyor olmasının nedeni tam da bu. Çünkü şunu yakın zamana kadar onların yanında, onlarla beraber ve onların kayırmasıyla var olduğunu bildikleri bir adam, o bildiklerini inkâr etmeden, oradan kendini ayırmadan, hâlâ “Tayyip Abi” diyerek, hâlâ “Dönüş biletimdin” diyerek, hâlâ o ilişkinin bir biçimde varlığını ifade ederek, hâlâ kutsal devletten bahsederek, hâlâ dinî ve milliyetçi referanslara müracaat ederek, ama birlikte yaptıkları ve birlikte bunları yaparken aslında üstünde durdukları zemini tahrip eden bir şeyi anlatıyor. Bunun en çarpıcısı Suriye meselesi. Biliyorsun, Suriye meselesi artık herkesin bildiği bir sır. Yani beraber yaptığınız programda Gönül Tol çok açık biçimde bu konunun artık hangi uluslararası belgelere girdiğini söyledi. Bunların hepsi var; ama Türkiye’de de Can Dündar ve Enis Berberoğlu düşmanlaştırılarak, şeytanlaştırılarak, sadece onların üzerine bindirilerek, herkesin bildiği bir şey bir inkâr projesine dönüşmüştü. Şimdi, tam da işin içinden birisi diyor ki, üstelik de onların söylediğinin doğru olduğunu söylemekle yetinmiyor, onların söylediğinden daha fazlasını söylüyor; arkasındaki ekonomik çarkı ve o çarkın merkezinde kimlerin olduğu sorunu. Şimdi bu çok özel bir durum. Yani düşünsene; şu anda binlerce insan –Sedat Peker Can Dündar’a tehdit mektubu yazdığında, ya da mahkemeden mahkûmiyet kararı çıktığında, ya da mallarına el konduğunda “Oh olsun!” diyen binlerce insan, tam da bunu birlikte söylediği birinden başka bir şey dinliyor.

Ruşen Çakır: Burada sözünü keseceğim, ama bir şey gördüm sosyal medyada, Sedat Peker’in zamanında Can aleyhine yaptığı paylaşımlar, “vatan haini” bilmem ne diye, MİT tırları meselesinden dolayı…

Kemal Can: Mesela çok önemli bir şey. Çünkü yani bu biraz önce Burak söyledi ya, hani bu kan banyosu mevzuunda kendisi de bir paylaşım yaptı zaten; dedi ki: “Korku iklimi lâzımdı; o konuşma onun aracıydı”. Yani: “Ben bir rol oynadım, yazılmış bir senaryoyu oynadım, üstelik bunun iyi bir cast olduğunu biliyoruz”. Niye bu rolü ona oynatıyorlar? Çünkü o söylediğinde bunun sahici olabileceği hakkında bir inandırıcılığı var.

Ruşen Çakır: Buradan istersen yavaş yavaş ikinci tura geçelim. Ayşe, seninle başlayacaktım, ama demin Burak yarım kaldığı için Burak’a söz vereyim. Burak, geçen haftaki yayında sen Elazığlılığından hareketle ve milliyetçi-muhafazakâr gençlere referansla, çok önemli şeyler söyledin; sonra, biliyorsun biz bu yayınlardan küçük küçük videolar kesip paylaşıyoruz; onu ayrıca, münhasıran paylaştığımızda çok büyük ilgi gördü ve çok büyük de tepki gördü.

Burak Bilgehan Özpek: Evet, gördüm.

Ruşen Çakır: Fark etmişsindir, yani orada sen şunu diyorsun: “Sedat Peker konuşmaya devam ettikçe Cumhur İttifakı’nın da oyları azalacaktır”. Ve doğrudan olayı buradan topluma da bağlayabiliriz. Demin söylediklerini de tekrarlayabilirsin. İzlenme sayıları ortada, onun yaptıklarının dışında, onun üzerine konuşulanların da izlenmeleri ortada vs.. Artık bayağı bir yabancı medyaya da girdi. Peki, bu iktidarı zorluyor zorlamıyor ayrı bir tartışma; ama toplumu hakikaten nasıl etkiliyor? Senin o geçen haftadan bıraktığın ve deminden bıraktığın yerden devam edecek olursak…

Burak Bilgehan Özpek: Tabii, yani çok izlenmesi bir tarafa, Sedat Peker’in kullandığı jargon tamamıyla sağ bir jargon. İşte, mesela “Üstad Necip Fazıl” demesi çok önemli bir şey. Anadolu’daki milliyetçilerin bu Sünni-Alevî meselesine yaklaşımı da çok ilginçtir; bu, Ali’nin kahramanlığı meselesi. Alevîler’in kahramanlığı meselesi de aslında takdir edilir içten içe, böyle bir durum vardır milliyetçiler arasında. Onu söylemek gerekiyor. Konuşan, bence Anadolu’da herhangi bir Ülkü Ocağı başkanı diliyle konuşuyor. Geçen hafta da söyledim; ben hayatım boyunca böyle konuşan insanlar gördüm, bol bol referans düşürmek. Mesela tam Ülkü Ocağı başkanı tarzıdır, o kitapları okumuş mu okumamış mı onu pek bilemeyiz, ama en azından kendisini takip edenlere, aksiyon adamı olduğu kadar aynı zamanda düşünen bir insan olduğunu da göstermek ister, siyasal boyutunu da öne çıkarmak ister. Sedat Peker’de de bu var. İşte birbiriyle tam örtüşmeyen, yarım yamalak da olsa, aslında önemli fikir adamlarının düşüncelerini ortaya koyuyor, menkıbelerden bahsediyor. Yani Sedat Peker aslında herkesin âşinâ olduğu, yani Anadolu’daki sağ hareketler içerisine girmiş çıkmış herkesin âşinâ olduğu bir dil kullanıyor. O bir samimiyet dili, ben onu size söyleyeyim. Videoların ilk 30 dakikasında çok sarsıcı bir iddiada bulunmuyor, acele etmiyor; o ilk 30 dakika hipnotik bir 30 dakika. Önce hipnoz yaratıyor, eğlenceli bir hikâye anlatıyor; kendisinin aslında bir insan olduğunu, insanî boyutunu öne çıkartarak bazı özelliklerinin altını çiziyor, otuzuncu dakikadan sonra yavaş yavaş başlıyor araya sıkıştırmaya. O açıdan, aslında bu mafya babalarının siyasal eğilime sahip olmaları bizde çok yaygın. İşte bu ülkücü mafya kavramını biz hep şöyle zannediyoruz: “Aslında bu insanların teşkilatla hiç ilişkileri yok, sadece mafya; ama mafya babası olarak da ülkücülüğe inanmış gibi”. Aslında öyle değil; bu insanların bir teşkilat tecrübesi de var, o dili çok iyi biliyorlar; açıkça konuşmak gerekirse, ben Sedat Peker’de onu gördüm. İkinci olarak bir şey daha söyleyecektim: Yani izlenme oranları çok yüksek, evet, bu 20-25 milyon kişinin izlediğini gösteriyor ve medyanın bu perdeleme alışkanlığı –yani aslında sadece iktidar medyası muhalefeti perdelemiyor, aynı zamanda iktidar da muhalefete konuşamıyor– yani bir şekilde böyle bir şey var. Toplumun tamamına ulaşan bir siyasî aktör aslında yok. Biz mesela Twitter’da bir cümle görüyoruz, hiç gerisini okumadan ona tepki gösteriyoruz. Yani uzun süre, bir saat boyunca ben hiçbir iktidar mensubunu dinlemedim –açık konuşmak gerekirse–; Sedat Peker ise toplumun neredeyse tamamına ulaşıyor. Samimiyet meselesi üzerinden bir şey daha söylemek istiyorum: Şimdi, Fethullahçılar’ın kendilerinin temizliğini korumak gibi bir takıntıları vardı Ruşen Abi. Yani kendilerini temiz olarak kabul ediyorlar, pirüpak olarak kabul ediyorlar ve bütün kabahatleri Adalet ve Kalkınma Partisi’nin işi olarak göstermek gibi bir takıntıları vardı. Şimdi Sedat Peker “Ben Mesih değilim” diyor ve kendi işlediği kabahatleri de ortaya koyuyor ve bunları kabulleniyor, bunları akılcılıkla da açıklıyor aslında. Aslında akılcılık değil onun bahsettiği şey, yani bir doğa durumunda olduğumuzu, o doğa durumu içerisinde hayatta kalabilmek için gerekirse ahlâktan sapılabileceğini söylüyor. Buna akılcılık ismini veriyor; akılcılık bu değil ama, kendisinin akılcılık diye kastettiği şey aslında her insanın hayatının bir döneminde hamâsetten uzaklaşarak, duygusallıktan uzaklaşarak, romantik bazı sözlerden uzaklaşarak kendi çıkarını düşünme eğilimi. Bunu da bir şekilde kendisiyle özdeşleştiriyor. Yani bir insanî zaaftan bahsediyor. Büyük bir dava adamıymış gibi konuşmuyor. Bir dava adamı diliyle konuşuyor ama, bir insanın hayatta kalabilmek için ne gerekiyorsa onu yapmış olduğunu söylüyor, Fethullahçılar’dan onu ayıran taraf bu.  Son olarak bir şey daha söyleyeceğim: Fethullahçılar çok güçlüydü. Medyada, bürokraside, askeriyede, finans sektöründe, iş dünyasında; yani çok güçlü bir aktördü ve insanların 17/25’e biraz mütereddit yaklaşmasının sebeplerinden bir tanesi Tayyip Bey’in gittikten sonra yerine daha güçlü bir yapının gelme ihtimâli. Sedat Peker çok güçsüz, bunu da vurguluyor; yani asıl gücünü bu güçsüzlüğünden alıyor. Ve o güçsüzlük, o tek başınalık, o “yalnız kurt” profili, bana sorarsanız sosyolojik bir karşılık da buluyor. Çünkü Sedat Peker, biraz önce söylediğim gibi, meşru ve normal insanları gayri meşru ve anormal hâle getirme makinasının çok önemli bir parçasıydı ve milyonlarca genç bu insanların söylemlerinin peşinden gittiler. Ya, bizim hayatımızda Selahattin Demirtaş diye bir insan vardı ve bu insan takım elbisesi ile, kravatı ile, ana akım televizyonlarda çıkıp derdini anlatabiliyordu ve bu bizi rahatsız etmiyordu; yani toplumun genelini de rahatsız etmiyordu. Birdenbire Selahattin Demirtaş anormal, gayrimeşru bir karakter hâlini aldı ve bu insanların söylemleri sayesinde oldu bu. Can Dündar mesela, normal bir gazeteciydi. Ya, Mustafa Kemal’in hayatını çeken, Atatürk belgeseli çeken bir insana biz “vatan haini” muamelesi yapıyoruz; yani çok garip bir şey değil mi? Şimdi bunların hepsinde Sedat Peker’in işte bu söyleminin etkisi oldu. Sedat Peker iktidarın yanındayken de inandırıcıydı. O jargon iktidarın yanındayken de işe yarıyordu, iktidardan uzaklaştığı zaman da işe yarayabilir. Bunu söylemek istiyorum ben. Bu kurduğu duygusal bağı kurabilen çok fazla aktör yok. Son cümlemi sarf edeyim: Geçen sene yaptığımız bir program vardı Ruşen Abi, Süleyman Soylu ile ilgili şöyle bir cümle söylemişiz, ben izledim geçenlerde: “Tayyip Bey’den sonra bu AK Parti hikâyesi içerisinde halkla duygusal bağ kurabilen tek aktör, tek siyasetçi Süleyman Soylu” dedik, doğruydu bu; geçen seneki bağlamda doğruydu. Şimdi biz halkla duygusal bağ kurabilen yeni bir aktörle daha karşı karşıyayız. Siyasetçi değil; yani siyasî bir sorumluluğu yok, ama Sedat Peker’in alâmet-i fârikası biraz bu duygusal bağı kurma yeteneğinden geliyor diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Ayşe, tam da bu bıraktığı yerden devam edelim: Evet, bu bağı kurabildiğini görüyoruz, ilgi görüyor, konuşuluyor, ama neyi nasıl dönüştürüyor? Sol jargonla söylersek, toplumda bir bilinçlenme mi yaratıyor, yoksa korkuyla karışık bir iigi mi? Buradan, bütün bu süreçten Türkiye toplumu nasıl istifade ediyor? Senin gözlemlerin nedir?

Ayşe Çavdar: Şöyle söyleyeyim: Hikâyenin boyutu hakkındaki tahayyülü anlatmak için söylüyorum: Susurluk’ta bir kamyon çarptı Türkiye’ye, Türkiye’ye bir kamyon çarptı. Şimdi bir gemi var, büyük tonajlı bir gemi, o böyle geriye çekilip çekilip çarpıyor Türkiye’ye; şu anda öyle bir kaza silsilesi yaşıyoruz. Yaşadığımız şeyi Susurluk’la karşılaştırdığımız zaman, karşımıza çıkan hikâye bu. O zaman, Susurluk’la halleşmemizi sağlayan şey kurumlardı, gene de beğensek de beğenmeksek de, sonuç üretseler de üretmeseler de kısmen üretseler de, adalet talebini gerçekleştirmeseler de, temiz toplum talebini gerçekleştirmeseler de, kurumlar bu hikâyelerle bizim aramızda bir aracı görevi işliyorlardı. Devlet de zaten o aracılık işlevini yapıyordu. Şimdi, bu kaza ile bizim aramızda hiçbir aracı yok. Kaza bize çarpıyor sürekli; o gemi bize çarpıyor, devlete çarpmıyor. Ve biz bir kez daha anlıyoruz ki devlet falan yok, kalmamış ortada. O da belki o kamyon kazasında bitmiş. O hikâyede bitmiş. Şimdi, klasik açıklamalar var böyle durumlarda; yani kimisi diyor ki: “Bu dış güçlerin oyunu”. İktidar da biraz öyle demekten yana. Fakat az önce Burak çok güzel söyledi: Evin çocuğu bu, yani dış güçlerin çocuğu falan değil; bunu herkes biliyor, bu kadar inandırıcı kılan da o. Bu evin hakikaten getir götürünü yapan… ve evlâtlığı. Anlatabiliyor muyum? İşte, eve bir şey taşınacaksa taşır. Evin bir ayrıcalıklı çocukları var, onu anlatacak bize, evin ayrıcalıklı, imtiyazlı çocuğu Tayyip Abi’nin hikâyesini anlatacak bize. Kim? Evin evlâtlığı; kötü işleri, pis işleri yapan, buna memur edilen evlâtlığı anlatacak. Tamam mı? Dolayısıyla hikâye bir senaryo olarak –senaryo derken, bu yazılmış bir senaryo diye söylemiyorum– ama bir hikâye olarak inandırıcı bir hikâye, buna inanmamak için çok fazla sebep yok. Hemen bir bilgi notu düşeyim: Az önce Diriliş’ten bahsettim, Sedat Peker’in küçük oğlu Diriliş Ertuğrul’da Moğollar tarafından ailesi ortadan kaldırılan bir çocuğu oynadı. Kendi oğlu oynadı. Bir yetimi oynadı, bir yetim ve öksüzü oynadı; sonra gene hatırladığım kadarıyla senaryoda, şöyle: Yine bir Moğol baskınında o çocuk da öldü ve hikâyeden çıktı. Bu kadar da onurlandırılmış birinden bahsediyoruz. Şimdi o diziler vs. falan, az önce söylediğim o hikâyenin içinde de var; dolayısıyla dış güçler deniyor, buna ama dış güçler dendiğinde –ki öyle bir şey yok, ben biraz söylem çözümlemesi falan çalıştım– Sedat Peker’i dinlediğim zaman –her videoyu en az iki kere seyrediyorum– orada böyle yazılmış, bir yerlerden kotarılmış falan bir şey görmüyorum yani. O kadar mantıklı değil, anlatabiliyor muyum? Bu böyle prompter’dan okunan bir hikâye değil. Ya da danışmanların birtakım öğeleri yan yana getirdiği bir şey değil. Biz gayet orijinal bir şey bir konuşma duyuyoruz orada — eğer Sedat Peker’i süper zeki, acayip biri olarak düşünmüyorsak. Ve çok dikkatli bir şey yapıyor; bunu yapmasa, Sedat Peker hikâyesi de çöker. Bir, “Şimdiye kadar kimleri temizlemiş kendi kirinden?” diye soruyorum. Bir de, önce muhalefeti temizledi, “Muhalefetin benimle alâkası yok” dedi. Niye? Çünkü Soylu çıktı dedi ki: “Kemal Abin, Meral Ablan” vs falan. Önce dedi ki: “Yok, hiç öyle şeyler değil”. İki: Devleti temizliyor sürekli olarak ve bunun için ders çalışıyor. Suriye’ye giden silahlar hikâyesinde MİT’i temizledi ve devleti temizledi. Ve çemberi daraltıyor. Nereye daraltıyor? Orası biraz önemli. Bu Soylu’ya sahip çıkma hikâyesinden sonra, tekrarlanan bir şey daha görüyor şimdi halk. O da, Tayyip Erdoğan’ın –AKP demiyorum artık–, Tayyip Erdoğan’ın herkesin gözü önünde ona destek çıkmış, onun yanında olmuş, onun için bir şeyleri feda etmiş birini herkesin gözü önünde harcadığı bir duruma daha tanık oluyor insanlar. Tam öyle bir şey oluyor çünkü. Bunu daha önce gördük: Tayyip Erdoğan’a bir dönem destek olmuş insanlar, bunun için çok fena şekillerde cezalandırıldılar sonra. Şimdi onlardan birini de gördük. Şimdi bütün bunlar ne oluyor? Az önce inandırıcı dedik ya? O inandırıcılığın şeyleri… Fakat şöyle bir durum var, inandık buna. “Bu inandığımız bildiğimiz, doğru olduğuna emin olduğumuz bilgi ile, hatta bildiğimiz şeylerin sağlamasını yapan bu hal ile ne yapacağız?” sorusu yok. Devlet bir şey yapmıyor. Baksana, sen söyledin az önce, Abdülkadir Selvi’ye demiş ki: “Tepki vermeyin, ciddiye almayın”. Ciddiye alınmayacak bir şey söylemiyor ki burada; yani hani her bir cümlenin altı çizilip araştırılması gereken hikâyeler var burada. İsimler, ilişkiler, eylemler, bilmem neler falan… Ve bunlar bilmediğimiz şeyler değil; ama bu kadarını bilmediğimiz şeyler, birbirine bağlayabildiğimiz hikâyeler. O “Ciddiye almayın” diyor, halk gözünü dikmiş seyrediyor ve bir anlam vermeye çalışıyor. Az önce o hikâyenin içinde nelerin görülebildiğinden bahsettim ve bu hikâyenin sağlaması yapılıyor. Yani biliyor ki burada gerçek bir şey var ve şok içinde bence bir tür. Bu hani buradan çıkan sarkazmın falan, biraz da o şokun yaşattığı acıyı azaltma şeysi var, ama o tehlikeli bir şey, aynı zamanda normalleştirme ve kanıksama anlamına da gelebilir. O çok fena. Sonra nereye bakıyoruz? İşte, devletten karışık mesajlar geliyor. Hani bir “İlgilenme” diyor, öbür taraftan da cevap vermekten kendini alamıyor.  Ben lâfı döndürüp dolaştırıp muhalefete getireceğim; oraya bakıyoruz: Onlar da bu tarafa bakmamaya çalışıyorlar. Yani halkın gözünü çevirdiği bir yerde muhalefet de hiçbir şey yapmıyor. Sosyalist partiler çok güzel bir şey yaptılar; Ahmet Şık sana verdiği söyleşide anlattı: Halkın iddianamesini yazacaklar. İYİP ve CHP’den bahsedeyim, hiç değilse ona sahip çıkabilirler mesela. Çünkü bence tüm bu taraflardan farklı olarak topa hiç girmeyenler onlar. Peki, eğer öyleyse, şöyle bir tehlike var, çünkü şöyle bir umutsuzluk yaratabilir Sedat Peker: “Ha, devlet bu; manzaraya bakılırsa biz de bundan daha iyi bir devlete lâyık değiliz. Uğraştık Susurluk’tan sonra, daha büyük bir kazadan…” dedirtebilir. 2015 yılında Moskova’da birkaç röportaj yapmıştım — “Neden Putin’e kimse muhalefet etmiyor?” diye. Yaşlı bir Rus kadın bana şöyle söylemişti, demişti ki: “Biz Sovyetler’e muhalefet ettik, devirdik onu; bak elimizde Putin var. Bunu devirirsek Allah bilir başımıza ne gelir? O yüzden etmiyoruz”. Bu şu anda Türkiye için de galiba geçerli. Yani bundan daha kötüsü olabilecek ve bundan daha da fenası, Sedat Peker’in anlattığı bu şeylerin, “Bundan iyi bir şeyin nasılsa olamayacağı” hikâyesini yerleştirmesi. Şimdi bu şöyle bir şey demek: Erdoğan’ın itibarı zedelense bile, ancak Erdoğan ya da Erdoğan benzeri biri devam ettirecek bunu demek; çünkü zaten bu kanıksandı, bu oturdu, bu normalleşti. Bu biziz yani. Bu kadar olabiliyor bizim hikâyemiz. Bir sürü şeyden dolayı öyle olmadığını biliyoruz; o yüzden tam burada, yani tam şimdi, muhalefetin Sedat Peker ile iktidar arasına girmesi gerekmiyor, fakat dışarıdan diyebilir ki, üçüncü bir ihtimal olarak sosyalist partilerin yaptıkları gibi diyebilir ki: “Ya kardeşim, böyle olmaz. Böyle devam etmeyeceğiz ve bunu birlikte çözeceğiz”. Bunun için birtakım mekanizmalar önerebilir. O yüzden diyorum, yani bizim bütün bu hikâyelerle, avukat olarak insan hakları mücadelesi içinde mücadele etmiş insanlarımız var, onlar devleti bence muhalefetteki herkesten daha iyi tanıyorlar. Çünkü neyle mücadele ettiklerini daha iyi biliyorlar. Onları davet edeceğiz. Diyebilir ki: “Gelin beraber bakalım. Çünkü biz şimdi Parlamento’da kuramayız bir şey, izin vermeyecekler, çoğunluk yok. Ama bununla ilgili bir şey yapmalıyız”. Sedat Peker’in anlattıklarının adını bile vermek zorunda değil. “Bu anlatılan şeyden temizlenirken kuracağız yeni bir şey” diyebilir. O olmadığı için, bence şu anda çok büyük bir tehlike var, bunu söyleyip bitireceğim. Nihat Genç bir şey yazdı, ben dün okudum, “Reis” diyor, “Reis” diye tabii Erdoğan’a söylüyor, “Aç kahvehaneleri, lokantaları, bilmem neleri vs. falan, biz de Sedat Peker’i dinlemekten vazgeçelim”. Aşağıya insanlar…

Ruşen Çakır: Neyse, güzel programımızı kirletmeyelim.

Ayşe Çavdar: Dur, dur, dur, dur. Bir şey söyleyeceğim, yok. Hayır, söyleyeceğim şey o değil. Şimdi orada kalsaydı tamam. Aşağıda insanlar şey diyorlar, “Sen kim oluyorsun da bunu öneriyorsun bize?” Esnafın biri diyor ki: “Ben dükkânımı kapatmaya razıyım; yeter ki bununla hesaplaşalım, bunun hesabını görelim”. Anlatabiliyor muyum? Bak bunun önemi, şimdi yani şu dinamiği, Nihat Genç’ten bahsetmiyorum, ona verilen cevaptaki dinamiğin şimdi örgütlenmesi gerektiğini söylüyorum sadece. Eğer şimdi örgütlenmezse, olmayacak bir daha. Yani bu hakikaten bir yüzleşme ânı. Yani bir tür, “Devlet ne? Biz kimiz? Ne oluyor? Nereye kadar gelmişiz bu yirmi yılda, otuz yılda, yüz yılda?” Bununla yüzleşme ânı. Şimdi yüzleştik, buradan bir sonuç çıkmadı. Ne yapacağız? Burada yüzleşmekten bir sonuç çıkarmamız lâzım.

Ruşen Çakır: Şimdi o soruyu tam şimdi Kemal’e soracağım. Ne olacak? Buradan bir şey çıkmadı Kemal, ne olacak? Şu hususu özellikle vurgulamak istiyorum: Şimdi, Sedat Peker’i dün biz nasıl biliyorduk? Derin devletin aparatı, devlete sırtını dayıyor, Rize’de miting yapıyor, şurada bilmem ne yapıyor. Yani devlet göz yummasa etkisi olamayacak birisi olarak görüyorduk — ki öyleydi. Şimdi, öyle söylüyorum, yani sırtını devlete dayayıp Rize’de ya da Elâzığ’da halka sesleniyordu. Sakarya’da deprem sonrası yemek dağıtıyordu vs.. Şimdi devletle sorun yaşadı, ama Allah için, samimi konuşuyor, “Ben Mesih değilim, temiz toplum filan vaat etmiyorum, ben kendi derdime düştüm” diyor, ama topluma hitap ediyor ve ne diyor? “Patron sizsiniz” diyor. Hakikaten burada, şu ya da bu nedenle, kendi kişisel bekasını düşünerek yaptığı çok bâriz olan bu hareketten gerçekten toplumsal bir fayda çıkıyor mu Kemal?

Kemal Can: Çıkıyor, şöyle kurgulayayım: Bu “O niyet ediyor, planlıyor planlamıyor”dan ayrı bir şey. Çünkü bir sürü hamle niyet edenin niyetinden bambaşka yerlere gidebilir; hele ki böyle çok taraflı meselelerde. Şimdi baştan itibaren konuştuğumuz konu; bir kere, Sedat Peker neden ilgi görüyor? Neden inandırıcı bulunuyor ve neden etki yaratabiliyor? Biraz önce Ayşe de Burak da söyledi, hep tartışıyoruz: Bunun bir otantik temsil tarafı var. Yani bir dilin çok kristalize ve o dilin ulaştığı insanlar açısından çok tanıdık, ve o tanıdıklığında sahici olduğu bir durum var. Yani bu böyle oynanan bir rol gibi değil; bayağı otantik bir durum. Dolayısıyla bu yüzden inandırıcı. Bu yüzden ilgi görüyor. Bu yüzden kulak veriliyor. İkincisi, bulunduğu pozisyon. Daha önce herkesin bildiği biri; çünkü bu böyle sadece karanlık dünyadan birdenbire zuhur etmiş, daha önce adını hiç duymadıkları bir adam değil. Bu adam öyle kullanılan bir derin devlet aparatı değil; birtakım operasyonlarda, hatta gizli kimlikle filan var olmuş değil. Mitingler yapmış, açıklamalar yapmış, TIR kafileleri çıkartmış, bilmem ne yapmış. Yani kamusallaşmış; herkesin gördüğü, herkesin nasıl muamele edildiğine tanık olduğu bir adam. Dolayısıyla o pozisyondan dolayı önemli. Bir de kendini dâhil ederek, söylediği her şeye, bazen yakınlarını harcayarak, bazen kendisini ihbar ederek, öyle bir şey kuruyor ki, zaten insanlar hem bu sahiciliğiyle otantikliği fark ettikleri için, hem daha önce çok yakın geçmişte onun nelerin içinde, nelerle temas halinde olduğunu bildikleri için, hem de bu söylediklerinin tanığı olabileceğine ikna oldukları için ilgi gösteriyorlar. Ama üçüncü bir faktör var bence; yani bir kendi özelliğinden, bir pozisyonunun sağladıklarından, üçüncüsü ise dönemin havasından ve atmosferinden etkilenen bir şey. Çok üzerine konuşmuyoruz ama, Sedat Peker bütün bunları nasıl bir zamanda konuşmaya başladı? Yani bu “Bırakın bunlar devlet diyorlar, millet diyorlar, acayip şeyler söylüyorlar; ama aslında arkasında acayip bir çıkar çarkı dönüyor” diye ne zaman söylüyor? Tam da bu hamâsetin artık politik olarak zor yedirildiği, zaten insanların bu konuda insiyâkî olarak, birileri çıkıp onlara bir şey anlattığı için değil, bunu daha önce bir sürü oturumda konuştuk ya, Gara’dan bilmem neye kadar dış politika bütün meselelerden, “Ya kardeşim, Türk dünyası bilmem ne diyorsun. Uygurlar meselesinde böyle. Ortadoğu’ya gidiyoruz, yok Şam’da namaz kılacağız dediniz, şimdi oradan soğan patates getiriyorsunuz”, bilmem ne. Yani şimdi tüm bunları bilip, artık bu tür gazlarla kaç şeydir görüyoruz; yani ne dış politika hamleleri ile, ne içeride verilen gazlarla artık hamâsetin işlemediği, bu biraz önce konuştuğumuz gündem kuramama da aslında biraz öyle bir şey. Tam da artık: “Ya iyi de, artık baydı”. Hani bu böyle İmamoğlu’na Pontus diyeceksin, ona bilmem ne diyeceksin, bir düğmeye basacaksın, iki lâf edeceksin, birdenbire hava istediğin gibi oluşacak. Artık bu olmuyor; yani dolayısıyla çok kritik bir zamanda, atmosferin tam da “Ya, bu işler galiba tam dedikleri gibi değil” hissinin pişmeye başladığı, demlenmeye başladığı bir aşamada çıkıp söyledi bunları. Yani mesela Sedat Peker üç yıl önce, beş yıl önce, mesela 7 Haziran’ın hemen sonrasında bunları söyleseydi aynı efekt olur muydu çok emin değilim.

Ruşen Çakır: Evet, konjonktürle çok alâkalı bir şey.

Kemal Can: Sadece konjonktür değil, artık o söylemin, o dilin arkasında çok fazla kirlilik olduğu ve aslında hani hakikaten bir tür sistemli kandırmanın artık insanlar için tahammül sınırlarının zorlandığı bir şey.

Ayşe Çavdar: O dilin bittiği belki, o dilin bittiği artık yani.

Kemal Can: Bunu Sedat Peker videolarından önce de biliyorduk. Yani bir sürü şeyde, artık olmuyor, öyle olmuyor. Olacakmış gibi yapılan her şey eski sonuçlarını vermiyor. Kamuoyu yoklamalarında, bu hamâsetin konuştuğu tehditler artık birincil meseleler değil. İnsanlar başka bir şeylerden bahsediyorlar. Başka şeyleri önemsiyorlar. Dolayısıyla tam da bu konjonktüre, bir de çok önemli başka bir sonuç doğuruyor; aslında bu daha önemli bir şey. Doğrudan Erdoğan ile ilgili; yani çember giderek onun etrafında küçülüyor, çerçeve büyüyor, daha uluslararası bir içerik kazanıyor; ama merkeze doğru çember daralıyor. Ve bu başlangıçtan itibaren, üstelik de Sedat Peker onu doğrudan merkeze koyarak öyle bir biçimde yarattı ki bunu, “Bir sürü şeyler olup bitiyor, ama o ayrı bir yerde” imajını da kıran ve döken bir şey. 

Ruşen Çakır: O zaman şöyle bir şey olacak: eğer, yine her zaman yaptığı gibi pazar günü yine vaat ettiği gibi Erdoğan’la helâlleşme videosunu yaparsa, bayağı bir şey olacak ve haftaya biz yine bir araya gelirsek, adı olmayan programda konuşacak bayağı bir malzememiz olacak. Kemal, istersen bir hızlıca toplayıp kapatalım dükkânı.

Kemal Can: Tamam, şu kısmı önemli yalnız — şimdi Erdoğan’ın merkeze yerleşmesinin sonucu şu: Şimdiye kadar Erdoğan bütün ittifaklarında –Cemaat, daha önceki ittifakları, hepsinde– o ittifak aktörlerini kendi yaptıklarının asıl yapanını, ya da kendisine o günahların yapışmayacağı ve kolayca atılabilecek unsurlar olarak kullanabildi.

Ruşen Çakır: Günah keçisi yani.

Kemal Can: Evet, yani çünkü mesela biliyoruz, şimdi bugün şey için söyleniyor ya? “Yeni vesâyet, işte bu güvenlikçi çete her şeyi yapıyor, hatta Bahçeli’den izin almadan genel müdür bile atayamıyor”. Hatırla, bu, Fethullah ittifakı sırasında, Cemaat ittifakı sırasında, “Her şeyi Cemaat yapıyor” deniyordu; hatta ancak o ilişkileri kullanabilmek için Cemaat üzerinden iktidara ulaşılmak isteniyordu. Şimdi de benzer bir şey var. Ama Sedat Peker kendisini örnek vererek şunları anlatıyor: “Ya, aslında hem devlet hem de doğrudan Tayyip Erdoğan bizi kullanıyor”. Kimse yokken ben senin yanındaydım demek… Hatta bugün, Süleyman Soylu da aynı bugün; herkes Tayyip Erdoğan’ı bir zaman kurtaranın kendisi olduğu anlatıyor. Bu kadar çok insanın kurtardığı biri ve merkeze yerleşmiş biri ve Sedat Peker şunu anlatıyor: “Libya’dan bakanlar geliyor, karşısına müteahhit listesini o koyuyor. Suriye ile ticaret yapılıyor, Saray’daki bir tane görevli ve aileden biri bunu yürütüyor” diyor. Bütün bunları anlattığı zaman, aslında bir yandan o şeyi çökertiyor, o hamâsi milliyetçi-mukaddesatçı dili çökertiyor; bir yandan o hani, “Derin devlet yok” başından itibaren diyordu ya? Hatta alay ediyordu Ağar’la filan. “Aslında derin devlet filan yok, bizi kullanan doğrudan iktidar” diyor ve iktidar diye işaret ettiği şey de, doğrudan Erdoğan diyor, yani Erdoğan kullandı. Derin devlet ayrı bir yerde bir şey; bizi kullanan, onun hiç içine girmediği, onun habersiz olduğu bir şey var demiyor. Bunu dermiş gibi yapıp, tam da tersini anlatıyor. Hem söylemi çökertiyor, hem de o söylemi örtmek için uydurulmuş yapının aslında öyle olmadığını anlatıyor. Yani o bütün başta anlatılan vardı ya? Dizilerde kurulan o başka bir dünya, başka reflekslerle davranan dünya, onu da çökertiyor. Öyle bir dünya da yok. Onu da söylüyor.

Ruşen Çakır: O zaman şöyle diyorsun, “Tayyip Abi iyi, çevresi kötü” diyerek aslında Erdoğan’ı merkeze alan bir anlatı. O zaman bu dokuzuncu olacak değil mi? Dokuzuncu video çok değişik bir şey olacak, eğer yapılırsa deyip, ortaya böyle bir soru atıp, adı konmamış programımızın haftaya olmasını umduğumuz temasını da ortaya atmış olayım. Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la yine çok keyifli isimsiz bir program yaptık. Kendilerine çok teşekkür ediyoruz, size de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi akşamlar. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.