Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Tüm yönleriyle Sezgin Baran Korkmaz olayı: Ahmet Şık anlatıyor

Türkiye İşçi Partisi İstanbul Milletvekili gazeteci Ahmet Şık uzun süredir üzerinde çalıştığı Sezgin Baran Korkmaz dosyasının önemli ayrıntılarını Ruşen Çakır’a anlattı, bundan sonra nelerin yaşanabileceği üzerine görüşlerini dile getirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Türkiye İşçi Partisi İstanbul Milletvekili gazeteci Ahmet Şık’la beraberiz. Kendisiyle Sezgin Baran Korkmaz olayını konuşacağız. Ahmet, merhaba.

Ahmet Şık: Merhaba, iyi yayınlar. İzleyicilere de iyi seyirler. 

Çakır: Seninle en son yaptığımız yayında bu konuyu konuşmuştuk. Ama o sırada bu kadar popüler değildi. Sezgin Baran Korkmaz, ABD’nin başvurusuyla Avusturya’da tutuklandı ve muhtemelen ABD’ye teslim edilecek. Ama bu arada, Viyana Büyükelçisi Ozan Ceyhun, Türkiye’nin de başvuru yaptığını söyledi. Sezgin Baran’ın, kendisiyle ilgili ABD’de hiçbir şey olmadığını söylediğini hatırlıyorum; sen de öyle aktarmıştın. 

Şık: Evet. 

Çakır: Bu tutuklanma sürpriz mi oldu?

Şık: Aslında sürpriz değil. Beklenen oldu. Çünkü biz daha önce bu konuyu konuştuğumuz zamanlarda ve benim de bu olayla ilgili uzun bir yazı yazdığım sırada, gerçekten Sezgin Baran ile ilgili Amerikan yargısı tarafından herhangi bir tasarruf yoktu. Ama Kingston Kardeşler ve Lev Aslan Dermen’in (Levon Termendzhyan) sanık olduğu davanın genişletilerek, Sezgin Baran Korkmaz’a sirâyet edeceği beklenen bir şeydi. Bence, şu anda o oldu. Çünkü o davada da nihaî aşamaya gelindi. Zaten Kingston Kardeşler ve Lev Aslan Dermen itirafçı olmuşlardı. Kingston Kardeşler 30 yıl, Lev Aslan Dermen de 100 yılın üzerinde ceza aldılar. Haberlere bakılırsa, ABD’deki savcılar, Sezgin Baran Korkmaz’ın Türkiye’deki SBK Holding ve kendi adına kayıtlı tüm mal varlığına el konulması talebinde bulunmuş. Onun üzerine de Avusturya’da gözaltına alınıyor. 

İlginç olan şey şu: Biliyorsun, Sezgin Baran Korkmaz’la ilgili, kendisinin de dâhil olduğu toplam 10 kişiye dava açıldı — Sezgin Baran’ın yurtdışına kaçmasına neden olan dava. O davada MASAK (Mâlî Suçlar Araştırma Kurulu) Raporu vardı. Amerikan yargısının belirlediği, SBK Holding ve Sezgin Baran Korkmaz üzerine kayıtlı mallar, genelde MASAK’ın tespit yaptığı mal ve mülklerden oluşuyor. Bu olay benim için sürpriz değil. Muhtemelen Sezgin Baran için de değildir. Ben kendisiyle bir kere yüz yüze konuştum. Birkaç kez de telefonda konuştum. Zeki bir adam olduğunu söyleyebilirim. Zaten o zekâyla bu dolandırıcılık ağının içerisinde yer alıyor. Muhtemelen kendisi karşı hamlelerini hazırlamıştır, ama Türkiye’deki yargı düzeni başka, Amerika’daki yargı düzeni başka. Hem hukukî açıdan hem de siyasî bağlantıları ve rüşvet çarkının işleyişi açısından. Zaten avukatının Habertürk’te Yasemin Güneri’ye yaptığı açıklamaya göre, Sezgin Baran Türkiye’de yargılanmak istiyormuş. Tabii ki bunu ister. Çünkü kara para aklama suçunun cezası o kadar düşük ki Türkiye’de. Sezgin Baran Korkmaz burada hüküm giyse bile, neredeyse hapiste kalmayacak. Tabii ki burayı isteyecek. Türkiye de, Amerika da iade talebinde bulunmuş. Sanıyorum Amerika hukuk sistemi açısından öncelikli sırada yer alıyor. Bakalım Amerika’ya iade olacak mı? Tabii Avrupa’da da hukuk biraz farklı olduğu için, Sezgin Baran Korkmaz tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılabilir. Ne olacağını hep birlikte göreceğiz. 

Çakır: ABD’ye iade edilmesi durumunda, akla hemen Reza Zarrab geliyor. Birçok kişi bunun üzerinden spekülasyon yaptı. Tabii ikisi birbirinden çok farklı olaylar; ama orada kastedilen, Reza Zarrab’ın devletle işbirliği yapıp, Amerikan yargısına ve dolayısıyla Amerikan yönetimine, ne olduğunu tam olarak bilmediğimiz bilgiler vermiş olduğu. Sezgin Baran olayına da, benzer bir gönderme yapılıyor. Bunun bir anlamı var mı sence?

Şık: Şeklî olarak var, ama içerik olarak yok. Aslında ikisi de çok yüksek meblağların döndüğü bir dolandırıcılık mevzuu. Reza Zarrab olayında, ABD ambargosu nedeniyle İran’ın uğradığı finansal yıkımı giderecek bir dolandırıcılık ağı vardı. Oradan doğan ilişkiler nedeniyle de, siyasîlere, en tepeye kadar herkese dağıtılan çok yüksek meblağlı rüşvetler dönüyordu. Sezgin Baran Korkmaz olayında da bir rüşvet çarkı var elbette. “Reza Zarrab’ın pozisyonuna düşer mi?” dersen, bence düşebilir. Kendini kurtarmak için her şeyi yapacaktır; benim izlenimim öyle.  

Ama şimdi şöyle bir durum var: Uzun zamandır Veyis Ateş tartışılıyor; Veyis Ateş ile Sezgin Baran Korkmaz arasında geçen bir telefon kaydından bahsediliyor. Ben de o telefon kaydının varlığını doğrulattım. 12 dakikalık bir görüşme. Sezgin Baran Korkmaz, ısrarla o konuşmanın belli bir bölümünü –benim de dün Twitter hesabımdan yayınladığım bölümünü ve onun biraz daha uzun versiyonunu, 3 dakika 53 saniyelik bölümünü– dinletiyor. Burada söylemekte bir beis yok: Ben kendisinden kaydı istedim. Bana ilk görüşmemizde, “Çok fazla isim geçiyor, veremem” dedi. Bahsettiği isimler, bu rüşvet çarkının içinde olan ve Veyis Ateş’in aracılık yaptığı iddia edilen, çökme operasyonu içerisinde rüşvet isteyen siyasî isimler. Orada geçen isim Süleyman Soylu; bunu söylemekte bir beis yok. Süleyman Soylu adına aracılık yapıldığı söylendi. Sezgin Baran Korkmaz bana çok fazla isim olduğunu, o yüzden kaydın tamamını veremeyeceğini söyledi. Fakat belli insanlara kaydın bir bölümünü dinletiyor ya da gönderiyor. Bir şekilde bir yerlerden bana da geldi ve yayınladım o kaydı. 

Ben bunu şöyle yorumluyorum: Sezgin Baran Korkmaz şantaj yapıyordu; çünkü Türkiye’ye dönmek istiyordu. Burada kurduğu rüşvet çarkıyla bütün işlerini hallediyordu. Hakkındaki bu kadar iddiaya rağmen, Sezgin Baran Korkmaz’ın bugüne kadar “hayırsever iş adamı’’ ya da “yurtdışından Türkiye’ye para getiren iş insanı” olarak boy göstermesi zaten sıkıntılıydı bence. 

Çakır: Tam da bunu sormak istiyorum sana. 

Şık: Sorunu sormadan küçük bir şey ekleyeyim. Burada o şantaj, “Benim işlerimi halletmezseniz, hepinizi yakarım” mesajıydı. “ABD’de îtirafçı olur mu ya da siyasilerle kurduğu rüşvet çarkını veya Amerikan Hazinesi’nin dolandırılıp Türkiye’ye aktarılan paranın, siyasetin finansmanından, kişisel menfaate kadar uzanan bir yelpâzede kullanıp kullanılmadığını anlatır mı?” dersen, bence anlatır, o karakterde birisi. Avusturya Mahkemesi’nin bugün vereceği karardan sonra daha net bir fotoğraf görmemiz mümkün olacak. 

Çakır: Bunlar gazetecilikte benim anladığım işler değil, ama mecburen okuyoruz. Senin daha önce yazdığın yazıyı okumuştum Yıldıray Oğur çok kapsamlı bir yazı yazdı dün, onu da okudum. Bugün sağda solda çıkan çok sayıda yazıyı da okudum. Sonuçta şunu gördüm: Bu şahısla, yani Sezgin Baran Korkmaz’la ilgili “Şurada şu okulu açtı” ya da “Şurada şu yoksulu doyurdu”, “Batan şirketleri alarak insanların istihdamının sürmesini sağladı” gibi haberler, zamanında önümüze düşüyordu. Bunlar daha çok, 2013-2014’te başlayıp, kaçmasına kadar olan sürede oluyor. Sezgin Baran Korkmaz genç birisi. O tarihlerde de 30’lu yaşlarının başında. Bir başarı öyküsü anlatıyorlar. Kars’tan İstanbul’a gelmiş. Banklarda yatmış filan. 

Şık: Sezgin Baran Korkmaz’ın anlatmayı en çok sevdiği hikâyeler. 

Çakır: Belirli bir aşamadan sonra büyümesi belli ki ABD’den gelen kara para. Öyle değil mi?

Şık: Tabii. Ben kendisiyle konuştuğumda… Aslında beni kendisi aradı, telefonumu bir yerden bulmuş. Görüşmek istediğini söyledi. Ben de kendisine, “Ben de seninle görüşmek istiyorum. Çünkü birdenbire hayatımıza girdin, ama senin hikâyende kapkara bir boşluk var. Hepsini öğrenmek istiyorum” dedim. Randevulaştık ve o meşhur yalıya gittim. Orada uzun uzun kendi hikâyesini, aslında yaptığı işin yasal olduğunu anlattı. Gerçekten de kâğıt üstünde yasal bir iş yapıyordu. Ama yaptığı yasal işe kaynaklık eden paranın nereden geldiği kısmını, Türkiye yargısı hiçbir şekilde sormuyor. Türkiye’de finans sistemi de çok sıkıntılı olduğu için –güyâ denetleniyor– “Nereden buldun?” sorusu hiçbir şekilde sorulmadığı için, milyonlarca dolar piyasaya sokulup aklanmış. Senin biraz önce güyâ, “Batan şirketler alınıyor” diye bahsettiğin şey var ya, doğru, alıyor. Ama bunu da, “Bilmem kaç kişiyi işsiz kalmaktan kurtardım” diye haber yaptırtıp, bir PR çalışması olarak kullanıyor. Orada da bir para ilişkisi döndüğünü düşünüyorum bazı gazeteciler açısından. Çünkü PR işine gazeteciler de dâhil. Ama orada yapılan iş şu: O şirketler tamamen ABD’den getirilen kara paranın aklanması için alınıp satılıyor. Yani elinde de tutmuyor. Sürekli büyüyen bir holding var karşımızda. Bir yandan X şirketini alırken, o şirket kısa bir süre sonra bir başkasının mülkiyetine geçiyor. Bahadır Özgür bunu 2 gün önce Gazete Duvar’da yazdı.

Çakır: Türkiye’de ilgili kurumlar, bürokrasi, MASAK, hatta onu yakından tanıyan gazeteciler –çünkü çok sayıda gazeteciyle çok yakın ilişkide olduğu anlaşılıyor– bu paraların onun aşağıdan getirdiği paralar olmadığını herhalde anlıyorlar. 

Şık: Asgari zekâya sahip olan birisi, gazeteciyse, savcıysa, polisse, finans kurumlarında yer alan bir denetleyiciyse, otomatik olarak “Bu insan birdenbire hayatımıza girdi. Bu paranın kaynağı nedir?” diye sorar. En kritik soruyu hiç kimse sormadan, sayfa sayfa haberleri yapılıyor. Türkiye’de gazetecilik zaten çok sıkıntılıydı. Son 10-15 yıl içerisinde çok daha rezil bir hâle geldiği için ve bütün o medya kuruluşlarının patronajları da benzer işlerden geldiği için, bunları yaptığı için, kimse zaten bunu sormuyor. Kendi patronuna benzeyen birisi piyasaya çıkmış, siyasal iktidarla bağı iyi. O siyasal iktidar da zaten bir mafya ve suç düzeni kurmuş; oraya rüşvetinizi verdiğiniz müddetçe her şeyi yapabiliyorsunuz. Onlara da, yapılan açıklamayı sayfaya basmak kalıyor. Bu, gazetecilik olmuyor. Kimse soru sormamış. Bunun çok bilinçli bir şey olduğunu düşünüyorum. Zaten yazılı basında Sezgin Baran Korkmaz ile ilgili isim vererek ya da vermeyerek –isim vermeyerek dediğim, “Bilmem neredeki veresiye defterleri silindi” ya da “Robin Hood gibi” tanımlamalardan bahsediyorum– haber yapanlara baktığımızda hep aynı kişilerin haber yaptığını görürsünüz. Bu, gazeteci-haber kaynağı ilişkisini çok çok aşan başka bir şeye işaret ediyor bizim için. 

Çakır: Şimdi öyle bir yazıdan alıntı yapmak istiyorum. Çocuğunun sünnet düğününü tasvir eden bir yazı. Okumuşsundur bunu: Baran Korkmaz konuşmasını bitirdiğinde tüm davetliler ayakta alkışlıyordu. İstanbul’un en lüks otellerinden birinin balo salonu az sonra tarihinin en anlamlı anlarına sahne oluyordu. Davetliler bir yandan gözyaşlarını silerken, diğer taraftan sünnet düğünü için getirdikleri takılara ne ekleyebileceklerini düşünüyorlardı. Yani Sezgin Baran Korkmaz, tam bir “Robin Hood” olarak tanımlanmış. 

Şık: Tabii tabii. Ama Sezgin Baran Korkmaz, Türkiye’deki medyanın ve toplumun zaafını da keşfetmiş. Toplumun zaafını medyanın zaafıyla da birleştirerek sürekli bir “Hayırsever” kimliğiyle gözümüzün önünde dolaşıyor. Sezgin Baran Korkmaz kuşkusuz bir dolandırıcı. Modern bir Sülün Osman. Sermaye, siyaset, yargı, güvenlik bürokrasisi ve medya ilişkileri açısından, Türkiye’nin ve mevcut siyasal iktidarın ne hâle geldiğinin küçük bir prototipi. Sezgin Baran, o zaafların toplamını birleştirerek “hayırsever” kimliğiyle ortaya çıkıyor. Ama yapmaya çalıştığı şey şu: Bir yandan kara para aklıyor. Bir yandan, îtibârı yok. Îtibar satın almaya çalışıyor ve bunu da “hayırsever” kimliğiyle yapıyor. 

Çakır: Bayağı da almış ama. 

Şık: Kelimenin tam anlamıyla satın almış. 

Çakır: Kingston Kardeşler ve aslen Ermenistanlı sonradan Türk vatandaşı olan Lev Aslan Dermen hakkında ABD’deki bu soruşturma olmasaydı, suçlarını îtiraf etmeselerdi, Türkiye’de Sezgin Baran Korkmaz’a bir şey olur muydu?

Şık: Hayır olmazdı. Zaten Sezgin Baran Korkmaz’la ilgili yargı girişimlerinin kaynağının hepsi, ABD’deki bu dava. Sezgin Baran, Kingston Kardeşler ve Lev Aslan Dermen’in birlikte kurduğu bir dolandırıcılık ağının Türkiye uzantısı. Eğer ABD’de bu dava açılmasaydı, hele ki böyle bir iktidar döneminde ve böyle bir yargı, güvenlik bürokrasisi ve medya düzeninde, kimse Sezgin Baran Korkmaz’a “Bu paranın kaynağı nedir? Sen temiz misin?” sorusu sormazdı. Sen, ben sorardık, o zaman da canımıza okurlardı. 

Çakır: Bugün bir fotoğraf gördüm sosyal medyada; sen de görmüşsündür: Bir Yargıtay üyesi ile Sezgin Baran Korkmaz’ın, Ankara’daki bir tavacıda yemek yerken çekilmiş bir fotoğraf. 

Şık: Evet. Dün akşam birisi bu fotoğrafı gönderdi bana. Ama ben emin olamadım. Sezgin Baran Korkmaz’a benziyor, evet, ama sırttan çekilmiş. Emin olamadığım için paylaşmadım o fotoğrafı. Çünkü hata yapma riski barındıran bir fotoğraftı. Paylaşan gazeteciler de oldu, ama ne kadar doğrudur emin değilim. Ben, Sezgin Baran Korkmaz’ın, yargının ilk derece mahkemelerinden en üst organına kadar herkesle ciddi bir rüşvet çarkı içerisinde olduğunu zaten biliyorum. Geçenlerde bir AKP’li yönetici aradığında da kendisine isim vererek söyledim. Hani geçen hafta seninle yaptığımız ve çok tantana koparan yayında, söylediğim o ifadenin cımbızlanarak kullanılmasından sonra, aramızın da sohbet edebileceğimiz kadar iyi olduğu bir AKP’li yönetici, “Ben seni gayet iyi anladım” diyerek başladı konuşmaya. Hatta haysiyetli bir devlet eleştirisi yaptığımı söyledi. Çünkü okuryazar birisi. Bunlar konuşulurken ben, “Bu kadar kirlilikle mücadele edilmesi gerekiyor. Partinizin içerisinde bunlardan rahatsız olanlar var; biliyoruz, duyuyoruz, konuşuyoruz” dedim. O da “Evet, ama elimiz kolumuz bağlı. Belli bir yere kadar gidebiliyoruz” dedikten sonra, ben Sezgin Baran Korkmaz tarafından verilmiş kredi kartını kullanan üst düzey yargı mensubunun kim olduğunu söyledim kendisine. Sanırım bunu seninle yaptığımız yayında da söylemiştim 

Çakır: Evet.

Şık: “Eğer gerçekten samimiyseniz, bir şey yapmak istiyorsanız, buyurun bu kişiden başlayın” dedim. Gülmeye başladı. Çünkü o kişi, ne kadar samimi ve dürüst olsa da gideceği sınırı da biliyor zaten. Ancak şöyle bir şey olabilir: Hep genelliyoruz buradaki kirlilik düzenini ama, “AKP ve MHP içindeki herkes bu kirliliğe bulaşmıştır” demek çok iddialı olur. Bulaşmayanlar olduğunu biliyorum. Ancak onların başlatacağı bir “Huruç Harekâtı”, bir temizlenmeden sonra –ki bu AKP’nin bölünmesi anlamına da gelir–, böylelikle iktidar değişimi döneminde yargıda açılacak bir davada –umarım, hukuk normlarında açılacak bir dava olur– kendilerinin de aklanma ve o davada sanık olma riskini ortadan kaldırma fırsatı olarak görebilirler bunu. Ama bunu yapabileceklerini hiç sanmıyorum. Çünkü şu anda AKP’de çok fazla tantanalı bir hal var. Özellikle Soylu meselesinden sonra, bütün gruplar birbirine girmiş durumda. Ama herkesin ortak noktası, “Süleyman Soylu azledilsin ya da istifâ etsin.” Kendi içlerinde böyle konuşuyorlar, grup liderleri böyle konuşuyor. Ama bir tek kişi cesaret edip bunu Recep Tayyip Erdoğan’a iletemiyor, kendi aralarında konuşup duruyorlar. Dolayısıyla, benim o üst düzey yargı mensubunun ismini vermem de, şu aşamada gerçekten bir şey ifade etmeyecek, çünkü herkes bu kirliliğe bulaşmış durumda. 

Çakır: Bir tarafta ABD’nin soruşturması var. Bir tarafta da Sedat Peker’in bu olayı gündeme taşıması var. Mesela, Sedat Peker bunu gündeme taşımadan önce, Sezgin Baran Korkmaz’la ilgili uzun bir dosya hazırlamıştın. Ama Sedat Peker konuştuktan sonra dosyanın değeri arttı. Peker çok somut iddialarda bulundu — gerçi tarihleri değiştirdi. Yani Sezgin Baran Ankara’ya gidiyor, Bakanlık’la konuşuyor, ertesi gün de Türkiye’yi terk ediyor diye açıkladı. Sedat Peker konuşmasaydı ve bu olayı gündeme getirmeseydi, biz bu kadar konuşuyor olur muyduk?

Şık: Bu olay yine gündeme gelirdi, ama “Bu kadar konuşulur muydu?” sorusu kritik bir nokta. Bence bu kadar konuşulmazdı. Yani bir yazı yazıyorsunuz ya da bir iddiayı kanıtıyla ortaya koyuyorsunuz, o an konuşuluyor, ertesi gün, sabun köpüğünden oluşmuş bir balon gibi sönüp gidiyor, unutuluyor. İktidar, Sedat Peker ifşâlarının üzerinden ciddi bir sıkıntıya düştü. Seninle daha önceki yayınlarımızda da konuşmuştuk bunu. Sedat Peker’e “mafya” diyorlar, “organize suç örgütü lideri” diyorlar. Ama her iddiasına karşı da, iddiaya uğrayan kişi mutlaka açıklama yapıyor. Demek ki, daha büyük şeylerin açıklanacağına dâir ciddi bir endişe var orada. O yüzden bu açıklamaları yapmaya çalışıyorlar. Toplum nezdinde bir inandırıcılığı var mı? Bana kalırsa yok. O aşağılamaya çalıştıkları Sedat Peker’e inanan sayısı daha fazla. Ne kadar ciddiye alırız bilmiyorum, ama yapılan anketler de, AKP-MHP tabanının verdiği yanıtlardan bunu gösteriyor bize. 

Bu, bir yandan da, Türkiye’deki toplumsal muhalefetin de zavallılığının bir göstergesi. Güvendiğiniz gazetecilerin yazdıklarına bu kadar büyük kamuoyu oluşturamıyorsunuz, fakat mafya lideri denen bir adamın söylemesiyle böyle büyük bir tantana hâline geliyor. Tabii orada şöyle bir şey de var: Bizim yazıp söylediğimiz şeylerin ulaştığı kitleyle, Sedat Peker’in ulaştığı kitlenin arasında da bir fark var. Bu yayınımızı izleyecek kişiler, muhtemeldir ki Sedat Peker videolarını izleyenlerdir, ama bizi izlemeyeceklerdir. 

Çakır: Ben dün yaptığım yayında bir kere daha bunu vurguladım: Yıllardır söylediğim şeylere ‘’Sen zaten solcusun, zaten milliyetçi değilsin” diyen insanlar, benim gibi insanların duruşunu bir siyasî muhalefet olarak görme eğilimindeler. Ama şimdi Sedat Peker’in, yani içeriden birisinin ağzından ‘’Vatan-millet’’ deniyor ama aslında Kutlu Adalı saygıdeğer bir insanmış. Aslında ben korku iklimi yaratmak için Barış Akademisyenlerine böyle bir çıkış yaptım’’ sözlerini duyunca, o insanların algıları değişiyor. 

Hazır bu konuya gelmişken sorayım. Sedat Peker’in dün akşamki 6 dakikalık videosunu da izlemişsindir. Hiç kimseye bulaşmadan bir durum izah etti. Herkes de bu videoların devamı gelecek mi diye merak ediyor. Bir de tabii, onun, Cumhurbaşkanı ile yani ‘’Tayyip Abi’’yle helâlleşme konusunu anons etmesinden sonra akışı tamamen değişti. Ne düşünüyorsun kişisel olarak?

Şık: Sedat Peker ilk videolarda birtakım ifşâlarla karşımıza çıktı. Başlangıçta, ilgilileri için çok bilindik şeyler anlatıyordu. Sonra, mevcut iktidarın bulaştığı kirlilikleri ifşâ etmeye başladı ve hem toplumdan hem ifşâ ettiği kişilerden bir karşılık buldu. Karşılıklı bir iletişim başlamış oldu. Kademe kademe yükseltmeye başladı ifşa olayını. En son, nihaî hedef olan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a kadar sözü getirdi. Sonra kesildi. Arada kopukluklar oldu. Sonra, “Birleşik Arap Emirlikleri’nin istihbaratı tarafından… –kendisi “misafir edilmek” diye bahsediyor–, aslında fiilî olarak gözaltı anlamına gelen bir uygulamayla karşı karşıya kaldı. Onu da bize şöyle anlattı: “Can güvenliğime dâir ciddi bir endişeleri var. Bu endişelerin giderilmesi için de bir süre video yayını kesmem gerektiği söylendi.” Ben twitter’da birtakım istihbaratçıların yazılarını okudum. Bunun gerçekten de istihbarat dilinde bir karşılığı olduğu ve Sedat Peker’in orada herhangi bir suikasta uğraması hâlinde, oranın istihbaratının çok zor durumda kalacağı, en azından itibarının çok zedeleneceği gibi riskler varmış ve böyle şeyler yapılırmış. Ben okuduklarımdan yola çıkarak söylüyorum. 

Benim anladığım kadarıyla, belli ki ülke değiştirecek. Zaten kendisi, ya da basın danışmanı olarak boy gösteren Emre Olur da bunu söyledi. Çünkü Birleşik Arap Emirlikleri, Peker’in video yayınlamasına, kendi can güvenliği nedeniyle izin vermediğini söylemiş. Kendisi de bunu doğruladı. Belli ki video yayını yapabileceği bir ülkeye gidecek. Ben öyle tahmin ediyorum. Ondan sonra devam edecektir. Çünkü çok azimli bir şekilde devam ediyor. Sonuçta ifşânın sahibi de, kendisiyle ilgili iddianın sahibi de kendisi. 

Çakır: Birleşik Arap Emirlikleri’nden sonra nereye gidebilir? Bir de en önemli endişesi can güvenliği. Mesela Güney Afrika diyenler görüyorum. Ama Güney Afrika…

Şık: Bence Güney Amerika’dır o. Naziler’in kaçtığı yerin de Güney Amerika olduğunu düşünürsek, orada kalabalığa karışma hâli, yargıdan uzaklaşma hâli vs.. Bence Güney Amerika’yı tercih etmesi daha mümkün. 

Çakır: Ahmet, bu Sezgin Baran Korkmaz meselesinde ne kadarlık bir meblağdan bahsediyoruz? Değişik rakamlar görüyorum. 500 milyon dolar gibi bir rakam gördüm. En çok o geçiyor. Sence ne kadardır bu?

Şık: ABD’deki yargılamada önümüze konan meblağ, 510 milyon dolar. Bu, ABD Hazinesi’nin ve ABD Vergi Dairesi’nin dolandırılmasıyla elde edilen gelir olarak belirlenmiş bu operasyonda. O 510 milyon doların 132 ya da 134 milyon dolar kadarının Türkiye’ye aktarıldığı söyleniyor. Ama ben onun kesinlikle eksik tespit olduğunu düşünüyorum. O paranın neredeyse tamamının Türkiye’ye geldiğini tahmin ediyorum. Çünkü bu parayı Amerika’da aklamanın imkânı yok. Zaten Türkiye’yi seçmelerinin tek nedeni de, bu tür finansal denetimlerden uzak, her türlü kara paranın çok kolaylıkla aklanabildiği bir ülke olduğu için de, tahminen, minimum 500 milyon dolar civarında bir para Türkiye’ye gelmişti.  Ama ben bunun 2 katı civarında bir para olduğunu düşünüyorum. 

Çakır: Sonuçta, ABD’de Utah Federal Başsavcılığı, tedbir kararı koyarak bunlara el konmasını istiyor. Şöyle bir prosedür olabilir mi? Bu malların ve paraların haraç mezat satılıp ABD’ye iade edilmesi gibi bir süreç mi bekliyor bizi?

Şık: Zaten eğer nakitleri varsa, el koyacaklar. Mülklere de el koyacaklar. Onlar da zaten çok kıymetli mülkler. O davada 7 sayfalık inanılmaz bir liste sundular. Ama mesela Paramount Otel bu listenin içinde yok. Yine Bodrum’daki Kervansaray Otel var. Sezgin Baran Korkmaz’ın ilk en büyük kara para aklama işlerinden biridir bu otel. Ama ilginç bir şekilde Paramount Otel bu listede yok. Neden olmadığını da şuna bağlıyorum: ABD’deki iade listesinde, MASAK’ın tespitleri referans alınmış. Çünkü MASAK raporunda Paramount Otel yok. Ben MASAK tarafından kasıtlı olarak gizlendiğini düşünüyorum. Çünkü son günlerde çıkan iddialara baktığımızda, otelin mirasçısı Yasemin Uras’ın başına gelenler, babasının başına gelenler, otele bir değil iki kez nasıl çöküldüğü, bir Özbek oligarkın kara parasını o otel üzerinden nasıl akladığı, sonra ikinci kez tekrar Yasemin Uras’a çöktüklerini anlattıkları hikâyeye ve o otelde ağırlananlara baktığımızda, yargı, medya ve siyaset dünyasından son günlerin en popüler isimlerinin de orada olduğunu görünce, demek ki o otel, Türkiye’deki kara para aklamanın çamaşırhanesi hâline gelmiş. Bütün ilişkiler ve işler Paramount Otel’de dönüyor. 

Çakır: Zaten genellikle bir arkadaşları davet etmiş oluyor gelenleri. Bizim böyle bir arkadaşımız olamadı. 

Şık: Aman olmasın! Hangimizin olursa birbirimize selam vermeyiz zaten. 

Çakır: Ahmet, senin şu montajlı ses kaydı olayına gelelim. Ben zaten sağırım, çok anlamadım, ama orada net bir şekilde 10 milyon Avro meselesi geçiyor, değil mi?

Şık: Orada konuşurken biraz yutuyorlar. Ama orada arayanın Veyis Ateş olduğuna eminim. O kadar dış ses gürültüsüne rağmen o davudî sesi çok anlaşılıyor. Muhtemelen, seyahat halindeyken arabanın içerisinden yapılmış bu konuşma. Ondan yana bir şüphem yok. Dün Veyis Ateş iki ayrı açıklama yaptı. Birinde “montaj” dedi. İkincisinde, beni itibarsızlaştırmaya çalışarak hedefe koymaya çalıştı. Ben bunların hepsinin panikle yapılan şeyler olduğunu düşünüyorum. Böyle bir şeye ismim karışsaydı, bu kadar delile rağmen neden hâlâ birilerini korumaya çalışıyor, çok büyük bir muammâ. Demek ki daha büyük işlere ya da başka başka suçlara da bulaşmış olabilirler. Bence, bu kadar saçmalamak yerine işin doğrusunu anlatmak iyidir diye düşünüyorum. Veyis Ateş burada bir aracı. Bir yargı tasarrufuna mâruz kalsa bile en az ceza alacaklardan biridir — ki ben bu yargı düzeniyle ceza bile almayacağını düşünüyorum. Tabii ki kendi îtibarını kurtarmaya çalışıyor, ama ortada kurtaracak bir îtibar ya da haysiyet yok. O, en bilindik savunmayı yaptı ve o ses kasetine “montaj” dedi. Buna kargalar bile güler. Artık bundan uzaklaşın, bu montaj-dublaj meselesinin mîâdı doldu. “Bu montaj” diye açıklama yapıyorsun. Ama sen Habertürk’te çalışırken, o kurumun internet gazetesinin yazarları Fatih Altaylı ve Sevilay Yılman, zaten bu meseleyi köşelerinde ilk dile getiren insanlar. Konuşmanın deşifresini köşelerinde yazdılar. Onlara bir şey demedin, ben yayınlayınca ‘’Montaj’’ diyorsun. Eğer montaj-dublaj varsa, önce Habertürk’teki yazarlara söylesin.

Çakır: Seni daha kolay lokma görmüş olabilir. 

Şık: Beni? Ben böyle kritik anlarda hep şunu söylerim: Herkes eteğindeki taşı döksün. Ama gazetecilik konuşuyorsak, benim eteğimde dökecek hiç taş yok. Sen ne görüyorsan, yazdıklarımı okuyanlar ne görüyorsa ve beni nerede, nasıl görüyorsa ben ondan ibaretim gazetecilikte. 

Çakır: Peki o zaman Süleyman Soylu meselesini de bir anlat, programı bitirelim. 

Şık: Tamam. 

Çakır: Yayın kesildi sanırım. Bu tür olaylar başımıza pek gelmiyor ama Ahmet Şık’la konuşurken elektrikler kesildi. Ahmet de telefonunun çekebildiği bir yere, açık alana çıktı. Son sorumu tekrar soruyorum. Ahmet merhaba tekrar. Açık havaya çıktın. Böyle daha iyiymiş. Bir dahaki sefere böyle yapalım yayını. Süleyman Soylu meselesini soruyordum. Sen Süleyman Soylu’yu aramışsın, ona saygılarını iletmişsin, konuşmak istemişsin vs.. Nedir işin aslı?

Şık: Aslında dün yaptığım açıklamada onun yanıtını verdim. Ama kötücüllükte, muhalif olduklarıyla yarışan bir grup, yaptığımın ahlâkî olmadığını, siyâseten doğru olmadığını söyleyerek bunu bir mevzu hâline getirmeye çalışıyorlar. Ben orada bir gazetecilik faaliyeti yapıyorum. Olayın muhâtabı Süleyman Soylu ve ona da birtakım sorularım var. Burada da fırsat oldu söyleyeyim neyi teyit ettirmek istediğimi. Bana küfür ve hakaret etmeden önce, twitter hesabımda linkini paylaştığım o yazıyı okusalardı, Süleyman Soylu ile kurduğum ilişkinin mesafesini ve bir gazetecilik çabası olduğunu da görürlerdi. Maalesef insanlar hamâsetle cehâleti bir araya getirmeyi çok seviyorlar. Kaynaklarımdan biri bana olayı anlattı. Taraflardan biri hâliyle Süleyman Soylu idi. Ben Süleyman Soylu’ya teyit etmesini istediğim 3 kritik soru sordum. Ben Cumhuriyet gazetesinde çalıştığım dönemde, Soylu’yu kendisiyle ilgili yaptığım haberler dolayısıyla birkaç kez aradığımda, benimle görüşmeyi her zaman reddetti. Hâlâ da reddeder. Veyis Ateş’le tanışıklıklarını biliyorum. Ben Veyis’i de tanıyorum. O yüzden aracılık yapması için onu aradım. O da, Soylu’ya ilettiğini fakat kabul etmediğini söyledi. Ben de, Soylu’yla ilgili yazdığım yazıda bir takım iddialar olduğunu ve bu iddiaların teyide muhtaç olduğunu, yanlış bir şey yazmak istemediğimi açıkladım ve yazıyı Veyis’e gönderdim. Onun iddia ettiğine göre de, yazıyı Süleyman Soylu’ya göndermiş ve soruların teyidi alınmış. Neydi teyit aldığım sorular? 1- İstifa etme sürecinde, Pelikancılar’ın kendisine bir komplo kurduğu iddiası vardı; bunu teyit etmiş oldu. 2- Pelikan komplosunda TRT’nin araçsallaştırıldığı söylenmişti; onu da teyit etti. 3- Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, kendisinden istifasını istediği iddiası vardı; bunu da teyit etti. Burada gazetecilik çabası dışında bir şey yok ki. Biraz önce de söyledim, gazetecilik yaparken benim eteğimde gerçekten taş birikmedi. Değerlendirmeyi izleyicilere bırakıyorum. 

Çakır: İnsanlara, gazeteciliğin nasıl bir meslek olduğunu tekrar tekrar hatırlatmak gerekiyor. Ama bu yayın boyunca da konuştuğumuz o kadar olumsuz örnek var ki. O olumsuz örnekler nedeniyle işimizi yapmamız daha da zorlaşıyor. Böyle bir talihsizlik var. Gazeteci herkesle konuşur, herkese ulaşmaya çalışır. Bunu yaparken de, haberi kaynağından doğrulatmaya çalışır. Ama birçok kişi olayı bir meydan muhaberesi gibi görmek istediği için böyle şeyler oluyor. 

Çok sağ ol Ahmet, yayınımıza katıldın ve Sezgin Baran Korkmaz’la ilgili bize çok önemli bilgiler verdin, yorumlar yaptın. Tekrar teşekkürler. 

Şık: Ben teşekkür ederim.  İyi yayınlar.

Çakır: Bugün “Transatlantik” yayınını yapamadık, Salı günü gerçekleştireceğiz. Onun yerine, Ahmet Şık’la kaydettiğimiz bu görüşmeyi yayınlıyoruz. Görüşmemizi kaydettik, çünkü tanık olduğunuzu gibi arada elektrik kesintisi de oldu. Bu nedenle yayının son kısmını Ahmet Şık açık havada gerçekleştirdi. Ama sonunda her zamanki gibi güzel bir söyleşi oldu. Ahmet Şık’a çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.