Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

“Devlet ve hükümet aynı şey değildir” önermesi ne derece isabetli?

Orman yangınlarına müdahalede kamu kurumlarının yetersiz kalması üzerine kamuoyunda yaşanan hayal kırıklığı, her şeye rağmen devlete toz kondurmamakta ısrarlı kişi ve kesimlerin “devlet ve hükümet aynı şey değildir” şeklinde kampanya yürütmesine neden oldu. Sahiden Erdoğan iktidarından bağımsız, hatta özerk bir devletten söz etmek mümkün mü?

Yayına hazırlayan: Sara Elif Su Balıkçı 

Merhaba, iyi günler. Bundan tam iki yıl önce, yine bir ağustos ayında bir yayın yapmıştım. Yayının başlığı “Devlet Başka Hükümet Başka mı Sahiden?”di. Bugün yine bir yayın yapıyorum; başlığı biraz değiştirdim, çünkü başlığı Prof. Özgür Demirtaş’ın çok ilgi gören bir sosyal medya paylaşımından aldım. Altı kere tekrarlamış: “Devlet ve hükümet aynı şey değildir” diye 4 Ağustos’ta ve çok ilgi gördü — bunu biliyoruz; vurgu, çok güçlü bir vurgu var. Bu neden böyle oluyor? Özellikle orman yangınlarında yaşanan, devletin gösterdiği acz üzerine, tüm ülke çapında, değişik konularda olduğu gibi büyük bir hayal kırıklığı yaşandı. En son bunda iyice zirveye çıktı ve burada eleştirilerin devlete değil de hükümete gelmesi isteniyor; çünkü Erdoğan iktidarını eleştirenler içerisinde hatırı sayılı bir bölüm, kendini muhalif olarak tanımlayan insanların hatırı sayılır bir bölümü, devleti savunuyor, kutsuyor, ona toz kondurmamak istiyor. 

İki yıl önceki yayını da bunun için yapmıştım, ondan iki yıl önce de yapmış olabilirdim; çünkü bu benim başıma sık sık geliyor: Özellikle AK Parti’nin son dönemlerinde, artık Erdoğan’ın devleti tam anlamıyla kontrol ediyor olmasını, Erdoğan’ın devletle özdeşleşmiş olmasını –ben böyle düşünüyorum daha doğrusu–, insanlar kabullenemiyor; çok geniş bir kesim benim de gayet kendiliğinden bir şekilde olayı “devlet” olarak tanımlamamdan rahatsız oluyorlar. 

Şimdi bakalım, bu son olayda, orman yangınları meselesinde bir acz varsa, bir fiyasko söz konusuysa, bu kimin fiyaskosu? Devletin fiyaskosu. Şimdi, hükümet deyince kimi kastediyorsunuz? Zaten adı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi; ama ortada bir hükümet yok, eskiden bildiğimiz türde bir hükümet yok. Parlamento var mı yok mu belli değil. Hükümetin olmadığını nereden anlıyoruz? En son, Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un istifa ettiği söylendi; istifası bir türlü kabul edilmedi. Sonunda, yerine geçecek kişi bulununca, bir geceyarısı duyuruldu ve bu da istifa olarak bile duyurulmadı, “görevden affını istedi ve görevden affı kabul edildi” diye verildi — ki Millî Eğitim Bakanlığı ülkenin en önemli bakanlıklarından birisi, en çok personeli olan bakanlıklarından birisi ve geleneksel olarak hep önem arz eden bir bakanlık ve ilginç bir şekilde neredeyse yirmi yıla yaklaşan AKP iktidarının içerisinde en çok yapboz yapılan, en çok bakanın değiştiği bakanlık. O ayrı bir parantez, ama Ziya Selçuk olayında da görüyoruz ki olay bir hükümet olayı değil; ortada bir hükumet yok — “kabine” diyoruz son dönemde biliyorsunuz. Bu kabinede de birkaç kişinin adını biliyoruz, onun dışındaki kişiler görevden alındıklarında ya da afları kabul edildiğinde ya da yeni atandıklarında adlarını biliyoruz ve kısa bir süre sonra da unutuyoruz. 

Şimdi burada sorumlu devlet değil, kim? Hükümet. Hükümet kim? Mesela, her sefer adını hatırlamakta zorlanıyorum: Bekir Pakdemirli. Tamam da, Bekir Pakdemirli burada AKP’nin içerisinden, hatta Millî Görüş Hareketi’nden gelmiş bir siyasetçi değil; bir teknokrat gibi birisiydi. Ulaştırma Bakanlığı beklerken –ki onu beklemesinin nedeni de pilotluk brövesi olmasıymış–, yerine Tarım ve Orman Bakanlığı kendisine verilmiş; ama tarım ve ormandan ne derece anladığını da bütün bu süre içerisinde gördük. Burada kim sorumlu? Yani çok güzel, bir orman teşkilatımız var ve her şeye rağmen devletin bir orman teşkilatı var; ama bunun çalışmasını engelleyen hükümet mi, bakan mı? Ya da orman yangınlarında ilk akla gelen Türk Hava Kurumu’nun durumu ortada. Burada, Türk Hava Kurumu bir şey yapmak istiyor da birileri onu mu engelliyor? Hayır. Bütün kurumlar, devlet diye akla gelen tüm kurumlar, yani özellikle de devlete toz kondurmayan kesimlerin dile getirdiği tüm kurumlar artık tam anlamıyla siyasî iktidarın kontrolü altında; iç içe geçmiş durumda, artık buna kontrol de dememek lâzım, iç içe geçmiş durumda. Şimdi, şöyle düşünelim: İki yıl önceki yayında da bunu uzun uzun ele almıştım, onun deşifresine bakıyorum şimdi. 

AKP ilk iktidara geldiği zaman şöyle deniyordu — ki o zaman başkanlık sistemi de yoktu: “Hükümet oldular, ama devlet olamayacaklar.” “İktidar oldular, iktidar olabilirler, ama devleti kontrol edemeyecekler” diye diye bu günlere geldik. Şimdi artık böyle bir şey kalmadı. O tarihte bunu söyleyenlerin, böyle yaklaşanların güvendiği ya da gözlerini çevirdiği, hatta birlikte hareket ettiği bazı kurumlar vardı — ki ilk başta ordu geliyordu. Ordu, AKP’ye karşı devletin bir tür sigortası olarak görülüyordu bazı kesimler tarafından. Kademe kademe bundan uzaklaşıldığını gördük. Burada tabii Fethullahçılar’la AKP’nin kurmuş olduğu ittifakın rolü de çok önemli oldu. Burada AKP’nin tek başına beceremeyeceği büyük operasyonlar gerçekleştirildi; yargı, emniyet, medya ayaklarıyla, Ergenekon, Balyoz, casusluk gibi davalarla birlikte bu, devlete güvenen, devleti kendilerine bir anlamda kıble benimseyen insanların güvendiği dağlardan birisiydi. İlk dağdı ordu. Artık böyle bir şey söz konusu değil; zaten bu yayının kapak fotoğrafına da Erdoğan’ın kamuflajlı resimlerini seçmiş olmamızın en büyük nedeni de bu; çünkü devlet diyen, devleti kutsama ısrarında devam edenlerin ilk aklına gelen: Ordu. Daha sonra yüksek yargı vardı. 

Yüksek yargı hakkında çok fazla bir şey söylemeye gerek yok. Anayasa Mahkemesi birazcık bir şeyler yapmaya çalışıyor — ki ona bile tahammül edilemiyor, özellikle Devlet Bahçeli bunu açık açık söylüyor, kapatılmasını dahi talep ediyor ve Anayasa Mahkemesi çok sınırlı bir alan içerisinde bir şeyler yapmaya çalışıyor; ama çok güçlü bir çıkış, bir meydan okuyuş içerisinde olması mümkün değil, çünkü Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını da yerel mahkemeler –birçok kez gördük– kabul bile etmiyorlar; uygulamaya bile yanaşmıyorlar. Yerel mahkemeler demişken, yerel mahkemelerin nasıl bir kontrol altında olduğu, siyasî iktidarın denetiminde olduğunu da çok iyi biliyoruz — özellikle 15 Temmuz’dan sonra. Daha önce, büyük ölçüde Fethullahçı kadrolardan yararlanılıyordu, daha sonra başka tür kadrolarla, mesela AKP üyesi birtakım insanların, hukuk fakültesi mezunu çok sayıda kişinin devlette, yargıda istihdam edildiğini biliyoruz. Peki, devlet derken, “Devlet başka hükümet başka şeylerdir” diyenler şu anda neyi gösteriyorlar? Aslında teorik bir şeyden bahsediyorlar ki bu anlamda bakıldığı zaman, devlet hakikaten başka ve hükümet hakikaten başka. 

Devletin birtakım kurumları var; bu kurumların teamülleri var, gelenekleri var, birtakım protokolleri var, hiyerarşik yapılanmaları var vs. ve bunların birtakım ölçüleri var. Hükümetler değişiyor, iktidarlar değişiyor, iktidarlar bu devlet yapıları içerisinde birtakım değişiklikler yapıyorlar belki, her sefer olduğu gibi; ama bu kurumlar kendi gelenekleri içerisinde yola bir şekilde devam ediyorlar. Bazen sorun çıkıyor, bazen çıkmıyor; bazen uyum sağlanıyor, bazen sağlanmıyor. Böyle bir perspektif var. Çarşamba günü yaptığımız “Adını Koyalım”da zaten bu konuyu özel olarak Burak Bilgehan’a, Ayşe’ye ve Kemal’e bu konuyu da sormuştum; orada Burak Bilgehan Özpek çok net bir şekilde, “devlet başka hükümet başka” yaklaşımının doğru olduğunu, devletle AKP’nin özdeşleşmiş olduğu önermesinin AKP’nin işine geldiğini söyledi. Şimdi burada da aslında muhayyel bir şeyden bahsediyor. Şu anda baktığımız zaman, teoride böyle olabilir; ama pratikte Erdoğan’la başlayan ve Erdoğan’la biten bir devlet var. Bakanların istifa dahi edemediği, her başına bir şey gelenin, yani devlet içerisinde tasfiye edilenin bile o tek adama, lidere itaatinin altını kalın bir şekilde çizdiğini gördük — ki bunu, çok komik bir şekilde SETA içerisindeki fraksiyon çatışmasında, ki SETA sözde bir sivil bir düşünce kuruluşu, ama aslında baktığımız zaman devletin bir uzantısı; oradan tasfiye edilenler –ki burada ikisi de aynı iktidarın klikleri–, tasfiye edilenler de sosyal medyada, ne alâkası varsa Cumhurbaşkanı’na bağlılıklarını dile getirmek durumunda hissettiler kendilerini. 

Böyle bir ülkede yaşıyoruz, bu gerçeklerle yüzleşmemiz gerekiyor ve o zaman şöyle bir şeyi belki sormak gerekiyor: “Devlet ile hükümeti bundan sonra ayırabilecek miyiz, nasıl ayıracağız?” Soruyu böyle sormaları gerekiyor, hâlâ devlete birtakım önem ve kutsiyet atfedenlerin. Bunu sormadan, bir muhayyel devlet uğruna, “ayrı hükümet ayrı devlet” diye bir perspektifle hareket ettiğiniz zaman, demin Burak’ın söylediğini tersine çevirerek söyleyeceğim: Bunlar ayrı dediğiniz zaman, aslında AKP iktidarının, Erdoğan iktidarının elini güçlendiriyorsunuz. Burada, çok ciddi bir hedef şaşırtmaca var, aslında kendini kandırmaca var bence. Böyle bir devlet yok, Erdoğan’dan ayrı böyle bir devlet yok. Aslında bu durum yeni bir şey de değil; 12 Eylül sisteminin Türkiye’ye dayattığı olayın en son, en mükemmel hâliyle karşı karşıyayız. 12 Eylül’de askerî bir yönetim vardı, orada asker her şeyi eline geçirdi; kabineyi de kendisi belirledi vs. vs. şu oldu, bu oldu. Danışma Meclisi’nde kendi kurduğu anayasayı da kendi dayattı, sonra sivil hayata geçildi; ama sivil hayata geçildiği andan itibaren de ülkede iktidara gelen herkes bir şekilde tam bir tahakküm içerisinde otoritesini tesis etmeye çalıştı; muhalefete, eleştiriye tahammülsüzlük vs. ve AKP bütün bunlara cevapmış gibi geldi. Avrupa Birliği’nin de ABD’nin de ve hatta İsrail’in de destekleriyle geldi. 

Bir süre başka bir telden çaldı; ama daha sonra Erdoğan, esas olarak 12 Eylül çizgisinde, kendi sistemini kendi etrafında inşa etti ve genellikle de bu inşa sırasında en büyük avantajlarından birisi, Erdoğan’ın geçici devletin ise kalıcı olduğunu düşünenler ve “Aman, Allah devlete millete zeval vermesin”in devlet kısmını özellikle öne çıkaranlar oldu. Eleştirilerin hepsi, kişiye yönelik eleştiriler olarak kaldı. Bir Erdoğan eleştirisi olarak kaldı. Hatırlayın: Bahçeli muhalefetteyken de aynısıydı, Deniz Baykal CHP lideriyken de aynısıydı, yerine gelen Kemal Kılıçdaroğlu da uzun bir süre aynısını yaptı ve burada bir sistem eleştirisi yerine bir şahıs eleştirisi ya da çok daraltılmış hâliyle AKP eleştirisiyle yetinildi ve bu eleştiriler AKP ve Erdoğan’ın önünü kapatmadı; tam tersine ömrünü uzattı. Şu anda yapılması gereken bence –şimdi bütün bunları söylüyorum diye bana yine çok kişi laf edecektir, etsinler–, burada yapılması gereken, sistemi eleştirmek ve devleti eleştirmek. Devlet öyle kutsal bir varlık değil. Devlet, toplum sayesinde var olan bir şey. Bu ülkeyi sevmek, memleketi sevmek, bu ülkenin insanlarını sevmek, devleti sevmeyi zorunlu kılmaz; çünkü devlet elinde sonunda bir baskı aygıtı, bir sınır çizme aygıtı. 

Devleti eleştirmeden atılabilecek herhangi bir ileri adım yok. Devleti eleştirerek, ülkeyi daha fazla demokratikleştirerek, ülkeyi daha fazla çoğulculaştırarak ve ülkede merkeziyetçiliğin yerine yerelliğin öne çıkmasını sağlayarak daha iyi bir Türkiye’yi yaratmak mümkün. Yoksa şu haliyle bakıldığı zaman; “Devlet ayrı, hükümet ayrı. Bunun aksini iddia edenler ülkeyi sevmiyor ya da vatan haini” ya da şu bu falan diyenlerin büyük bir kısmında aslında, o otoriteyi kutsayarak, aslında kendilerinin otoriterliğini arzulama var, öyle söyleyeyim. Yani burada şu anda devletle hükümeti ya da Erdoğan’ı ayırarak bir otoriterlik eleştirisi ve demokrasi savunusu yapmak bana bugün mümkün gelmiyor. Bakıyorsunuz bir fiyasko var; bu fiyaskoda devletin bütün kurumları yer alıyor; mesela en son yangında ya da mesela dün yaşanan, Halk TV’ye baskında. Devletin hepsi bunlara göz yumuyor, peşine düşmüyor, polis yakalamıyor, savcı tutuklamıyor. Bunu aslında sadece siyasî konularda değil, kadın cinayetlerinde de görüyoruz, kadına yönelik her türlü şiddette görüyoruz, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasında görüyoruz, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasına karşı herhangi bir ses çıkartmış bir devlet kurumu ya da devlet yetkilisi, devletin herhangi bir biriminin yetkilisini gördünüz mü? Yok böyle bir şey artık; bu defter kapandı. Bunu şu anlamda söylüyorum: Hemen vesâyet îmâsı gibi bir ucuzluğa kapılmasın kimse; ama gerçekten bir gelenek varsa, kurumlar varsa, o kurumlardan birtakım seslerin çıkabilmesi lâzım. Kurumlar demişken, devletin içerisinde mesela özerk kurumlar var, sözüm ona özerk kurumlar var. Özel olarak böyle tanımlanmış. Mesela, bunlardan birisi RTÜK. RTÜK Başkanı’nın en son, yangın zamanında yaptığı açıklamayı, daha doğrusu televizyon yöneticilerine verdiği talimatı gördünüz, gördük. Şimdi, hangi kurumlar burada iktidara rağmen toplumun bel bağlayabileceği kurumlar? Özerk kurumların hepsi, aslında tamamen iyice tek adam yönetimine bağlanmış durumdalar. Dolayısıyla bu devlet nostaljisini bir yerde sonlandırıp, bir eleştiri varsa, siyasî iktidara bir eleştiri varsa, burada topyekûn bir eleştiriyi hayata geçirmenin gerekli olduğu kanısındayım. 

Bugün saat 16.00’da Kemal Can’la, “Haftaya Bakış”ta yangını konuşacağız, Halk TV’ye saldırıyı konuşacağız, Ziya Selçuk’un istifasını ve salgındaki son durumu konuşacağız. Oraya da gelirseniz, orada da bekleriz. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.