Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Seçim ittifakı senaryoları: Fehmi Koru ile söyleşi

Gazeteci Fehmi Koru ile MHP lideri Devlet Bahçeli’nin seçim barajını yüzde 7’ye indirme ısrarının nedenlerini; Cumhur ve Millet ittifaklarının cumhurbaşkanı adaylarının kimler olabileceğini ve DEVA ile Gelecek partilerinin neden ilk günlerdeki ilgiyi yakalayamadığını konuştuk.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler, iyi akşamlar. Gazeteci Fehmi Koru ile birlikteyiz ve seçim ittifaklarında neler olabileceğini konuşacağız. Fehmi Bey, merhaba.

Fehmi Koru: Merhabalar, iyi günler.

Ruşen Çakır: İyi günler. Siz köşenizde, kendi blogunuz fehmikoru.com’daki sayfanızda, ısrarla bu seçim ittifakları üzerine yazıyorsunuz ve Cumhur İttifakı’na daha fazla yoğunlaştığınızı görüyorum. Burada tabii esrarengiz bir olay var: MHP’nin barajın %7’ye inmesinde ısrarcı olması, dayatması. Bunun da kesinleştiğini açıkladı Devlet Bahçeli. Oysa biliyoruz ki ittifak yasasına göre, ortaklardan biri barajı geçtiği zaman diğeri de geçmiş sayılıyor. Bu da tabii kafaları bayağı bir karıştırdı. Farklı farklı yorumlar var. Mesela Murat Yetkin başka bir şey yazdı ve söyledi. Siz de ona katılmadığınızı söylediniz. Siz kendi perspektifinizi bir anlatır mısınız? Üzerinde biraz konuşalım, tartışalım.

Fehmi Koru: Ben çok garip karşıladım; çünkü baktığımız zaman, gerçekten biraz önce sizin de sorunuzda özetlediğiniz gibi, ittifaklar içerisinde ortakların bir tanesinin %10 barajını aşması, ötekinin baraj derdini ortadan kaldırıyor. Dolayısıyla barajın şu anda %10, %7, %5 olmasının bir ittifak içerisinde yer alan partiler için hiçbir önemi olmaması gerekiyor. Bir tanesi geçtiği andan itibaren diğeri de zaten onunla ittifak halinde aldığı oy kadar milletvekilini Meclis’e yansıtabiliyor. Halbuki, biliyoruz ki Cumhur İttifakı ortakları, yani AK Parti ile Milliyetçi Hareket Partisi barajı düşürmeyi baştan itibaren konuştular; sonunda da “%5 mi olacak 7 mi olacak?” arasında sanki biraz ihtilâf var gibi dışarıya yansıdı; ama anlaştıkları anlaşılıyor. Devlet Bahçeli’nin deyimiyle %7 olarak tescil edildi. Artık bundan sonra yasal düzenleme yapılacaktır ve %7 bir baraj olarak siyasî hayatımıza girmiş olacak. Bunun sebebi ne olabilir diye düşündüğümde, benim aklıma –bunu isteyenin Milliyetçi Hareket Partisi olduğu çok belirgin biçimde ortada olduğu için–, sanki Milliyetçi Hareket Partisi seçime doğru gidilirken ittifak içerisinde yer almamayı da göze almışa benziyor. Benim aklıma gelen bu; öteki muhtemel gerekçelerle mukayese ettiğimde en mâkul olarak karşıma çıkan sebep bu gibi görünüyor. Bunda da anlaşılır bir şey var; çünkü bu ittifakta, gerçi Adalet ve Kalkınma Partisi de bundan zarar görmüş görüntüsünde ve eğer Milliyetçi Hareket Partisi ısrar ederse, “Artık ben de kendi adıma ilk seçime katılacağım” ısrarında bulunursa, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin de buna itiraz edeceğini zannetmiyorum; ancak Milliyetçi Hareket Partisi’nin oylarında ciddi bir azalma var ve bunu da ittifak içerisinde birlikte hareket etmeye bağladığını, özellikle son zamanlarda Adalet ve Kalkınma Partisi çevrelerine yönelik, sağdan soldan gelen ciddi eleştiriler göz önünde tutulursa, bunun küçük ortağı rahatsız ettiği düşünülebilir diye aklıma geliyor. Ve sanki seçime giderken ikisinin yollarının ayrılabileceğini ben şahsen düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Burada peki şunu sormak istiyorum: Tabii seçim sadece milletvekili seçimi olmuyor; aynı zamanda başkanlık ya da cumhurbaşkanlığı seçimi oluyor. Sizin düşüncenize göre MHP Erdoğan’ın karşısına aday çıkarmayıp, başkanlıkta Erdoğan’ı destekleyip milletvekili seçimine kendisi mi girmek istiyor? O zaman böyle yarım ittifak gibi bir şey çıkıyor sanki ortaya.

Fehmi Koru: Bir de kendilerini birbirlerine çok bağlamış iki parti bunlar. Dolayısıyla çıkarları öyle gerektirdiği için genel seçime ayrı girmeleri söz konusu. Ama cumhurbaşkanlığı seçiminde birlikte hareket etmeleri daha doğal gibi geliyor bana da. Ancak benim esas kuşkum, şu anda deklare edilmiş, özellikle MHP Genel Başkanı tarafından deklare edilmiş ittifak adayı olan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın adaylığı konusunda ben kuşkuluyum. 

Ruşen Çakır: Bunu ısrarla yazıyorsunuz. Yani Fehmi Koru’yu yıllardır okuyan birisi olarak, “Bir şeyler biliyor, ama konfirme olmadığı için bunu böyle ifade etmiyor” diyorum. Çünkü bunu çok vurguladınız; genellikle Cumhur İttifakı adayı tabii ki Erdoğan. “Karşısına kim çıkacak?” diye bir soru sorulur. Siz ısrarla, “Ya, buna o kadar da emin olmayın” diyorsunuz. Bir şey mi biliyorsunuz? Yoksa bir akıl yürütme mi buradaki, nedir?

Fehmi Koru: Yani bir akıl yürütmenin sonucu vardığım bir tez bu. Bir defa biliyoruz ki cumhurbaşkanlığı seçimi için Anayasa’da belirtilmiş birtakım ilkeler var. Anayasa’nın 101. ve 106. maddeleri arasındaki maddeler o seçimin de içinde bulunduğu özellikleri taşıyor. Baktığımız zaman, 101. maddeye göre Anayasa’da, cumhurbaşkanlığı seçimine ancak iki kez katılabiliyor adaylar ve cumhurbaşkanı seçilenler üçüncü defa aday olamıyorlar. Şimdi, 2014 ve 2018 yıllarında yapılan seçimlerde Tayyip Erdoğan aday oldu. Dolayısıyla Anayasa’nın bu maddesine göre üçüncü defa aday olması mümkün değil. Tabii hükümete yakın hukukçular bunu aşmanın yöntemi olarak diyorlar ki: “Sistem arada değişti, dolayısıyla sistem değişikliğinden sonra yapılan seçimle ancak başlamış oluyor; sıfırlanmış ve ilk defa seçilmiş oluyor. Dolayısıyla bir daha seçilme hakkı var” diyorlar; ama Anayasa’nın o maddeleri okunduğu zaman, orada böyle bir açıklık görülmüyor. Yani neticede bir hukuk çelişkisi yaşanacak ve zannediyorum ki bu, hukukçular tarafından sonuca bağlanacak bir sorun olarak ortaya çıkacak ve muhtemelen Yüksek Seçim Kurulu’nun önüne gidilecek. Ama ben diyorum ki: Diyelim ki bu bir biçimde aşıldı veya Yüksek Seçim Kurulu tarafından bu sorun olarak görülmedi ve Tayyip Erdoğan’ın önünden bir engel yok hukukî açıdan. Ama tezimin ikinci maddesi de şu: Şu anda kamuoyu yoklamaları ittifak oylarında ciddi bir çözülme gösteriyor. Bu o zamana kadar devam eder ve bu bir aşağıya doğru iniş olarak şu anda gözümüze çarptığına göre, daha da aşağıya düşme ihtimali ortaya çıkarsa ve bu da kamuoyu yoklamalarına yansırsa, Adalet ve Kalkınma Partisi o kamuoyu yoklamalarını çok yakından izleyen bir parti; Tayyip Erdoğan’ın özellikle seçimlere yaklaşıldığı ortamlarda neredeyse haftalık araştırmalara bakarak tavır aldığı ve seçim kampanyasını ona göre düzenlediği bilindiği için, böyle bir düşüşü, çok keskin bir düşüşü gördüğünde adaylığını koyacağından da ben kuşkuluyum. Yani kazanamayacağı bir yarışa Tayyip Erdoğan’ın girmesinden duyduğum bir kuşku bu. Dolayısıyla diyorum ki: Herkes Millet İttifakı’nın adayını, cumhurbaşkanı adayını merak ediyor; ama esas merak edilmesi gereken, böyle bir ortamda seçime gidilecekse ve Tayyip Erdoğan seçilemeyeceğini bile bile yarışa katılmayacak olan bir siyasî zekâya sahip olduğuna göre, o zaman esas üzerinde durulması gereken, Cumhur İttifakı adayının kim olduğu üzerinde fikir yürütmek olmalı. Maalesef bu tartışma aldı yürüdü, ama kimse olayın bu yönü üzerinde hiç durmadı. Ortaya herhangi bir isim atıldığını da bugüne kadar görmedim. 

Ruşen Çakır: Burada söylediğiniz hususta yalnız şöyle bir şey var: Erdoğan kaybedeceğini görüyor ve kaybedeceği seçime girmiyor ve yerine Cumhur İttifakı başka birisini koyuyor… Yani bu önermede Erdoğan’dan daha başarılı olabilecek bir ismi üretebilme imkânı olmadığı için insanlar bu tartışmaya girmiyorlardır herhalde. Çünkü sizin söylediğiniz önermede, Erdoğan’ın başaramadığını Cumhur İttifakı’nın hangi adayı nasıl başarabilir? Yani o düşüşü engelleyecek, durduracak ve üstüne koyacak. Bu gerçekten mucize ötesi bir şey olur sanki.

Fehmi Koru: Mucize ötesi değil; aslında yazılarımda ben buna da değiniyorum. Söylediğim şu: İster Millet İttifakı ister Cumhur İttifakı olsun, aday belirlerken, bir partiye bağlı olan, kendi içlerinden birini aday gösterirlerse, ikisinin de seçimde kazanma ihtimali yarı yarıya olur. Yani her iki ittifak da birbirine yakın adaylarla seçime katılırlarsa, buradan hangisinin kazançlı çıkacağını önceden belirlemek, öngörebilmek hayli zor olur. Ama eğer bir siyasî akıl söz konusu olacaksa, her iki ittifak da şunu düşünecektir: “Benim kendi içimden çıkaracağım bir adayın başarılı olma ihtimali sınırlı olduğuna göre, öyle bir aday bulmalıyım ki hem benim kendi tabanımdan, bu ittifak içerisinde yer alan partilerin tabanlarından oy alabilsin, hem de karşı tarafa da mûnis görünecek, onların da dikkatini çekebilecek, buraya kaymasını sağlayabilecek tarzda bir aday olsun” diye düşüneceklerdir. Millet İttifakı böyle düşündüğü gibi, muhtemelen Cumhur İttifakı da bunu düşünecektir. Yani nitelikler söz konusu olacaktır. Eğer Cumhur İttifakı, Millet İttifakı’nın çıkarabileceği adaydan daha iyi bir aday bulabilirse, o zaman onun üzerinde belki de kazanabileceği şekilde durmak mümkün olabilecektir. Yani adaylar bugünden belli olmadığına göre niteliklere bakılarak ancak konuşulabilir. Ve o niteliklere uygun birisi veya birileri varsa, her iki ittifakın o aday üzerinde yoğunlaşmasını bekleyeceğiz demektir. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan Cumhur İttifakı’nın adayı olamazsa ve oradan çıkacak herhangi bir kişi nasıl olsa ondan daha az câzibeli, karizmasız birisi olacağına göre, orası mutlaka kaybedecek diye bir şey yok, öyle bir aday çıkartabilirler ki o aday hem Adalet ve Kalkınma Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi’nden hem de karşı ittifakın partililerinden oy alabilecek birisi olabilir. Ama aynı şekilde Millet İttifakı da öyle bir aday çıkarabilir ki hem Cumhuriyet Halk Partisi, İYİ Parti ve o ittifak içerisinde yer alan diğer partilerin tabanları ona oy verdiği gibi, karşı taraftan da oy alacak birisi olabilir. Dolayısıyla bugünden isimler ortaya atılıyor ve onlar üzerinden spekülasyonlar yapılıyor; bunun ben çok anlamlı olduğunu düşünmüyorum şu aşamada. Ancak nitelikler açısından olay tartışılırsa ve o niteliklere uygun bir aday ismi, hem o kesimde hem bu kesimde, hem Cumhur İttifakı’nda hem Millet İttifakı’nda o niteliklere uygun adaylar söz konusu olursa, isimle doldurulabilirse, ancak o zaman isimler üzerinde durabiliriz diye düşünüyorum. Ama dikkat edilirse, özellikle Cumhur İttifakı partileri ve ona yakın medya içerisinde kalem oynatanlar, hep karşı taraf yani Millet İttifakı’nın kimi aday göstereceği konusunu çok daha önemsiyorlar ve orası için isimler öneriyorlar kendileri. Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ismi öyle çıktı. Bu arada yine Cumhuriyet Halk Partisi’nden belediye başkanı seçilmiş olan isimlerin yine cumhurbaşkanı adayı olarak isimlendirilmesi, yine aynı kesimler tarafından ortaya atıldı. Bunların bugünkü aşamada pek anlamı olacağını düşünmüyorum ben. En anlamlı çıkış galiba İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’den geldi: “Ben değişikliği zorlayacak bir sürecin engelleyicisi olmam” açıklamasını ben çok anlamlı buluyorum. Çünkü bütün bu değerlendirmeler yapılırken Meral Akşener’in tavrı merak ediliyor, edilmesi gerekiyor. Çünkü 2018’de yine bu ittifaklar vardı ve Millet İttifakı bir aday üzerinde uzlaşabilecekken, Meral Akşener’in “Ben de aday olacağım, kimseye bırakmak niyetinde değilim adaylığı” demesiyle tek bir aday üzerinde uzlaşma mümkün olamadı Millet İttifakı tarafında. Böylece bir yeni durum ortaya çıkmıştı ve Tayyip Erdoğan %52 civarında bir oyla daha birinci turda seçilmesi böylece mümkün olabilmişti. Bu sefer de öyle bir şey olabilir mi diye kuşku duyanlar vardı, ama Meral Akşener’in bu açıklamasıyla o kuşku hiç değilse ortadan kalkmış oldu. 

Ruşen Çakır: Konuya siz geldiniz; bunu sormadan edemeyeceğim, çünkü Meral Akşener’in geçen seferki çıkışı Abdullah Gül’ün adaylığını engelledi. Ve mâlûm, sizin Abdullah Bey’le çok köklü, çok eski bir dostluğunuz var. Yine adını geçirdiler son dönemde biliyorsunuz; bu sefer tersten geçirdiler: Cumhur İttifakı’nın adayı olarak. Bunu en iyi bilenlerden biri sizsinizdir herhalde. Böyle bir şey söz konusu olabilir mi? Ya da hem Cumhur İttifakı, hatta bazıları yine Millet İttifakı’nın bu seferki adayı olabileceğini söylüyorlar. Abdullah Gül için sizce böyle bir seçenek sizce var mı masada? Benim anladığım kadarıyla böyle şeylerden uzak duruyor diye biliyorum ama. 

Fehmi Koru: Tartışmanın bu biçimi almasında benim de bir parça katkım var. Çünkü ben baştan itibaren aslında yazılarımda isim zikretmedim, sadece nitelikler üzerinde durdum. Sadece bir televizyon programında; “Nasıl yani? Bu niteliklere uygun birisi veya birileri var mı?” tarzında bir soruya muhatap olduğumda, “Abdullah Gül gibi” dedim. Yani Millet İttifakı’nın göstereceği aday eğer karşı taraftan da oy alması beklenecek bir isim ise; eğer Millet İttifakı’nı oluşturan partilerin kendileri Abdullah Gül ismi üzerinde geçmişte nasıl uzlaşmışlarsa yine onun gibi bir isim bulup onun üzerinde uzlaşıp onu aday çıkartırlarsa, herhangi birisi, Abdullah Gül gibi birisi karşı taraftan da oy alabileceği için, onun kazanma şansı olabilir dedim. Ama buna bir şey daha ekledim; dedim ki: “Aslında Cumhur İttifakı da, Tayyip Erdoğan herhangi bir sebeple olamayacaksa, onun da arayınca belki ulaşabileceği isim yine Abdullah Gül gibi bir isim olmak zorunda”. Yani hem kendi tabanından oy alabilecek hem de karşı taraftan. Böyle çatışmacı olmayan isim arayışı içerisine girmiş seçmenler varsa, onlar için de câzip gelebilecek olan kişi, yine Cumhur İttifakı’nın adayı olabilecek kişi için bir de Abdullah Gül gibi birisi olmak zorunda demiştim. O “gibi” kısmı pek görülmedi, “Cumhur İttifakı’nın adayı Abdullah Gül olur mu?” diye tartışıldı, “Millet İttifakı’nın adayı Abdullah Gül olur mu?” diye de tartışanlar oldu. Ama benim söylemeye çalıştığım şey, nasıl nitelikler varsa, aslında o nitelikler ittifakın da adayları için gerekli nitelikler. Yani iki tarafa da câzip gelebilecek yönleri var. Bir defa deneyimli olduğu için; geçmişte en önemli makamlarda bulunmuş, en son yedi yıl cumhurbaşkanlığı yapmış bir insan. Parlamenter sistemin daha doğru olduğunu, bu sistem tartışmaları yapıldığı dönemde de yaptığı çıkışlarla kendisi ifade etmiş olan birisi. Pek çok olayda dünkü hükümetin programlarını, politikalarını biraz eleştirdiği yine bilinen bir insan. Ama biraz eleştirdiği için de oraya da sempatik gelebilecek bir isim. Dolayısıyla yani bulunacak olan ismin onun gibi bir isim olmak zorunda olduğunu düşünüyorum. Bu Abdullah Gül olur mu? Tabii Cumhur İttifakı için bu daha az düşünülebilecek bir şey; ama Millet İttifakı için hâlâ düşünülebilecek bir konu olarak da görüyorum doğrusu.

Ruşen Çakır: Şimdi, Gül demişken, yine çağrışımlarla gidelim; ama zaten Ali Babacan ve DEVA Partisi, bir yandan da Gelecek Partisi konumuzun içinde. Şahsen ilk başta ne yapacaklarını merakla beklerken, sonra belli bir ilgi gördüm, özellikle DEVA’da ve bunları gözledik ettik. Ama son dönemde bir dinginlik hâli gözlüyorum ve farklı anketlerde farklı rakamlar çıkmakla beraber, çok büyük bir hareketlilik ve kendilerini gösterip masaya vuruyorlar gibi bir görüntü çıkmıyor. Tabii ki bunlar yeni bir parti için, yeni partiler için –iki parti söz konusu– normal olabilir; ama Türkiye’de iktidarın bu kadar krizde olduğu bir dönemde yeni bir parti, yeni partiler, ilk anda bir çıkış yakalayamazlarsa, bunu daha sonra nasıl yakalarlar? Açıkçası bundan da şüpheliyim. Sanki kendileri de tam beklentilerini bulamamışlar gibi. Katılır mısınız?

Fehmi Koru: Şimdi tabii haklı olduğunuz pek çok yön var bu sorunuzun içerisinde, yer alan değerlendirmeler içerisinde, çoğu doğru değerlendirmeler. Ama önce şu kamuoyu yoklamaları konusunda bir iki şey söylemek istiyorum. Kamuoyu araştırmacıları kendilerine çok saygı duyduğum insanlar, işlerini iyi biliyorlar, bugüne kadar başarıyla getirdiler. Ancak şu âna kadar içinden geçtiğimiz kasvetli bir ortam var siyasî açıdan ve insanların araştırma şirketlerinden gelen telefonlara ya da kendilerinin karşısına çıkmış ve yüz yüze görüşlerini almak isteyen insanlara verecekleri cevapların tam gerçek düşüncelerini yansıttığından kuşkuluyum. Dolayısıyla da kamuoyu yoklamalarında görüntünün biraz aldatıcı olabileceğini düşünüyorum. Ona göre ben kendim kamuoyu yoklamalarını bütünüyle değersiz kabul etmiyorum, mutlaka onların değerli yönleri var; baktığımız zaman hesaba alınması gereken yönleri var. Ama o hesabı biraz, özellikle bu ismini andığımız DEVA ve Gelecek Partisi –hatta Saadet Partisi’ni de bunun içerisine katabiliriz–, bunların değerlendirilmesine yol açabilecek olan oransal durumların biraz daha onların lehine olarak sanki gerçekleşebileceğini düşünüyorum. Tabii yine de bu sizin sorunuzdaki kabulü pek ortadan kaldırmıyor. Gerçekten de bu partilerin ilk kurulduklarında kendilerine dönük beklentiler ile bugünkü beklentiler, yani seçime girdiklerinde alacakları oy beklentisi konusunda biraz farklılaşma olduğu herhalde kendileri tarafından da görülüyordur. Ama bütünüyle kamuoyu yoklamalarında dışa vuran düşüklükte bir oran olduğunu da ben şahsen düşünmüyorum. Yani bana göre seçimde bu iki partinin oy oranının, buna Saadet Partisi’ni de kattığımızda, herhalde ilerisi için onlara umut verecek bir oran olacaktır. Bu iki partinin birbirlerine çok yakın oldukları noktalar var, çok yakın olmadıkları noktalar da var. Belki zaman içerisinde yakınlıklar uzaklıktan daha yakın hâle gelebilir. Ve belki de ittifak içerisinde yer alırken, ileride daha yakın olma ihtiyacı, bir arada olma ihtiyacı duyabilir bu iki parti. Ve bunun getireceği sinerji de onların oylarına da bir sonraki seçimde, daha sonraki seçimlerde yansıyabilir. Bu tabii seçimde gösterecekleri, kampanyalar sırasında gösterecekleri performanslarıyla da çok yakından ilgili. Bu iki partinin içerisinde çok değerli insanlar var, onları biliyoruz; baktığımız zaman listede, daha önceki geçmiş deneyimlerinden isimleri hafızalarımızda olan pek çok insanlar var. Onlar bugün pek ortalıkta görünmüyorlar. Belki belli yerlerde konuşuyorlar, görüşmeler yapıyorlar; ama kamuoyu onların bu durumlarından pek haberdar değil. Daha fazla ön plana çıktıkları ortamlarda öyle zannediyorum ki kamuoyunun onları tanımasıyla, bu manzara da değişebilir. Ama dediğiniz doğru; ilk kuruldukları zamanki verdikleri izlenim ile bugünkü izlenim arasında kendi lehlerine pek sayılmayacak bir görüntü olduğu da çok açık. 

Ruşen Çakır: Burada tabii ittifak meselesine tekrar gelecek, baştaki meseleye tekrar dönecek olursak, şöyle bir akıl yürütme de oldu, görmüşsünüzdür: Özellikle araştırmacı Kemal Özkiraz dile getirdi geçenlerde: Gündemde olan %7 barajı meselesinde, ittifak yasasının kaldırılma ihtimaline dikkat çekti — ki bu akıl yürütme benim de büyük ölçüde aklıma yatıyor. Şöyle ki, ilk başta Erdoğan’ın lehine olan bu ittifak yasası, zamanla muhalefetin daha çok işine yarayan bir konuma geldi. Şimdi düşünün: Gelecek Partisi, DEVA Partisi ve Saadet Partisi, diyelim ki bunlar Millet İttifakı içerisinde hareket edeceklerse, ittifak yasası onların çok işine gelecek; çünkü CHP’nin %10’u geçmesi durumunda istedikleri gibi rahat hareket edebilecekler. Yani baraj sorunu olmayacak. Şimdi böyle bir yaklaşım size gerçekçi geliyor mu? Yani esas mesela MHP’nin ittifaktan ayrılıp barajı geçmesini garanti etmekten ziyade, karşı tarafta barajın altındaki partilerin, barajın altında kalmaları muhtemel partileri cezalandırma perspektifi. Burada ancak nasıl olabilir? 91 seçimlerinde olduğu gibi ittifak yasası olmazsa ne olacak? O zaman bu partilerin adayları İYİ Parti ya da CHP’nin listelerinden aday olabilirler, ama parti olarak seçime giremezler ya da girerler ama barajı aşamadıkları için temsil edilemezler. Çok spekülatif gibi görülüyor; ama bayağı da akla yatkın. En azından şu kısmı bence çok önemli: Erdoğan’ın kendisi için yaptığı bu ittifak yasası şimdi daha çok rakiplerinin işine yarıyor.

Fehmi Koru: Şimdi tabii biz her şeyi demokratik bir ülke içerisinde, fair-play kuralları açısından değerlendiriyoruz. Yani netice itibariyle her şeyi kendi lehine çekecek bir hükümet ve onun getireceği son dakika gollerine kendimizi alıştırmış değiliz. Ama elbette bunları da düşünmesi gereken insanlardan oluşuyor siyasî partiler ve bu konuda da dikkatli olmaları lâzım. Şu âna kadar konuştuklarımız, dediğim gibi fair-play ilkeleri içerisinde, kuralları içerisinde olaya yaklaşımımızla ilgili. Ama eğer “İllâ iktidarda kalayım; az oy alayım ama cumhurbaşkanı yine benden çıksın; onun için %40’ın altında da oy alsa seçilebilecek bir orana indireyim, diğer partilerin seçime katılmasını engelleyeyim ya da katılsalar bile aldıkları oyları işlevsel sayacak şekilde” –aynı 12 Eylülcüler’in %10 barajını çıkartırkenki düşünce tarzları gibi– “bu barajları %7’ye çektikten sonra, ittifak yasasını yeniden gözden geçirip bunları imkânsız hale getireyim”… Eğer siyasî iktidar böyle düşüncelerle hareket edecek olursa, bunun belki ilk başta yaşatacağı şaşkınlıklar olabilir, bundan dolayı da bir rahatsızlık toplumda duyulabilir. Ama sizin de biraz önce söylediğiniz gibi, çeşitli formüllerle bu konunun da aşılması her zaman mümkün olacaktır. Şunu iktidarı oluşturanların da bilmelerinde yarar var: Demokrasilerde iktidara gelmek kadar iktidardan gitmek de, demokrasinin kendi kuralları içerisinde geçerli olan hâdiselerdir. Bugün iktidarda olanlar yarın gidebilirler, gittikten dört yıl sonra beş yıl sonra, ne zaman seçim olacaksa, yapılacak seçimde yine iktidar olabilirler. Bugüne kadar Türkiye’de de demokrasinin kuralları 1950’den beri böyle yerleşti ve bugüne kadar da böyle geldi. Seçim sistemleri değişti, barajlar konuldu; ama bu genel ilke hiçbir zaman değişmedi. Öyle zannediyorum ki bugünkü hava içerisinde seçime gidilecekse, muhtemelen bir iktidar değişikliği yaşanacak, bunu iktidarın içerisinde yer alanların da şimdiden sineye çekmelerinde, kendilerine kabul ettirmelerinde –tabii bugünkü kurallar içerisinde seçim sandığına yansıyacak olan oran belki yine onların lehine olabilir, yine bir beş yıl daha toplumdan devam kararı alabilirler– ama bunun tersini de düşünmeleri ve bunu şimdiden içselleştirmeleri gerekir diye düşünüyorum. Bunu engelleyecek gibi birtakım olağanüstülükleri kanunlara koyarak, kanun yoluyla hukukun ortadan kaldırılmasına yol açabilecek davranışlar sergilemeleri…, bunları asla düşünmemek lâzım; çünkü netice itibariyle ben bir yandan da sürekli uyarmaya çalışıyorum iktidarı: Bugün karşınızdakileri engellemek için değiştirdiğiniz kurallar, eğer her şeye rağmen iktidar değişimini getirecek bir seçim olursa, ondan sonra kendilerinin aleyhine sonuçlar verecek şekilde kullanılır. Nitekim dikkat ederseniz, 2002 öncesinde sırf Refah Partisi çizgisindeki partiler –Refah dahil, ondan sonra kurulan AK Parti de dahil– iktidara gelemesin diye sistemle oynamalar yapıldı, kamuoyu siyasî mühendisliklerle aldatılmaya çalışıldı. Ama sonra ne oldu? 2002 seçiminde AK Parti iktidar oldu ve daha önce kurulmuş olan birtakım tuzaklar, o tuzakları kuranların aleyhine çalıştı. O bakımdan, mesela o 2002 seçiminde %9,5 oy aldığı halde 10 barajının altında kaldığı için Meclis’te bir milletvekiliyle bile temsil edilemeyen partiler çıktı. Sadece iki parti ve sekiz bağımsız Meclis’e yansıdı, AK Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi ve sekiz bağımsız. Dolayısıyla, siyasîler kuralları böyle kendi lehine yontmaya çalıştıkları zaman, sonra onların kendi aleyhlerine de tecelli ettiğini görme şaşkınlığı yaşayabilirler. O bakımdan, kurallarla fazla oynamamak lâzım. Evet, baraj meselesi oynanması gereken bir kural. Onun %7, %5’e indirilmesi, hatta kaldırılmasında yarar olabilir. Çünkü şunu da söylemekte ben yarar görüyorum: Türkiye 2017’den beri Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle yönetiliyor; yani Başkanlık sistemi var. Nitekim şu anda Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a, AK Parti’ye yakın olan kalemler “Başkan” diye hitap ediyorlar. AK Parti’nin kendi Genel Başkanı da olduğu için Cumhurbaşkanı’na Başkan diye hitap ediyorlar. Dolayısıyla Başkanlık Sistemi var bugün Türkiye’de. Başkanlık sistemlerinin yürürlükte olduğu ülkelere baktığımızda, bunların hiçbirinde baraj olmadığını görüyoruz. Çünkü baraj fikri başkanlık sistemine aykırı. Netice itibariyle hükümeti kuran, kendi bakanlarını kendisi atayan bir sistem bu başkanlık sistemi. Yani yürütme aynı zamanda Başkan’ın elinde. Dolayısıyla da yönetimde istikrar ilkesi zaten başkanlık sistemiyle bir şekilde çözülmüş oluyor. Ayrıca barajla bunu sağlamaya çalışmak yanlış bir şey. O bakımdan, baktığımızda, ne Amerika’da ne de yarı-başkanlık sistemiyle yönetilen Fransa’da baraj yok. Hatta baktığımız zaman, başkanlık sistemiyle yönetilen Latin Amerika ülkelerinde de yok. Dolayısıyla bizde barajın sıfırlanması aslında düşünülmeli. Böyle yüzde 7 ile veya 5 ile sınırı çekmek yerine, bütünüyle ortadan kaldırılacak değişikliğe gitmek lâzım. Madem ki başkanlık sistemiyle yönetiliyor Türkiye.

Ruşen Çakır: Burada şöyle bir husus var: Şimdi muhalefetin adayının kim olacağı düşünülürken, mesela belediye başkanları, diyelim ki Ekrem İmamoğlu adı zikredildiği zaman, şöyle bir sorun ortaya çıkıyor: Muhalefet zaten ilk fırsatta “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem”e dönüşü vaat ediyor. Dolayısıyla bugün seçilecek olan cumhurbaşkanı, çok kısa bir süre sonra bu yetkilerinden arınmış, daha eskisine benzer bir cumhurbaşkanı olacak. Ve orada ortaya bir soru çıkıyor: Bu kadar nispeten genç ve siyasî gelecek vaat eden birtakım isimlerin şu anda aday olması bana pek gerçekçi gelmiyor. Ne dersiniz? Yani muhalefetin adayının daha çok eski tür cumhurbaşkanlığını yönetecek, siyasî hırsları belli bir anlamda frenlenmiş birisi olması gerekmez mi?

Fehmi Koru: Şimdi aslında bu seçimde eğer muhalefetin adayı cumhurbaşkanı seçilebilecek güçte birisi olur ve o seçilirse, bu seçilecek olan kişi aslında geçici bir sürecin cumhurbaşkanı olacak. Yani seçime girilirken, ittifak adaylarını belirlerken büyük ihtimalle sadece isim belirlemeyecek, aynı zamanda oturup onunla birlikte bir program hazırlayacaklar: Üç aylık, altı aylık, bir yıllık bir süreç içerisinde neler gerçekleştiğini görecekler ve en geç bir yıl içerisinde de bir anayasa değişikliğiyle “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem”e dönüşü vaat edecekler. Toplumun önüne böyle çıkacaklar. Dikkat ederseniz bu konuda yapılan kamuoyu yoklamalarında da deneklere dönük sorularda alınan cevaplar, hep bu mevcut olan sistemden rahatsızlığı dışa vuracak güçte oluyor. Dolayısıyla toplum da zaten son üç yıl içerisinde denenmiş olan bu sistemi tam benimseyemedi. Eğer Millet İttifakı buna uygun, seçilebilir bir aday bulabilirse, o adayla birlikte hazırlayacakları program içerisinde de en geç bir yıl içerisinde bir referandum ve onun ardından da güçlendirilmiş bir parlamenter sisteme dönüş vaadinde bulunacaklarsa, büyük ihtimalle bu süreci götürecek olan yeni cumhurbaşkanı biraz farklı bir insan olacak; evet, sizin de söylediğiniz gibi. Yani bunu, güç kullanmayı hedefleyen bir isimle gerçekleştirmek pek olası görülmüyor benim gözümde. Onun için daha bilinen bir isim üzerinde uzlaşmanın sağlanmasında yarar var. Ha, genç isimlerin öyle bir sisteme geçildikten sonra zaten başbakan olacağı için, başbakanlık için düşünülmesi herhalde daha mâkul olur gibime geliyor.

Ruşen Çakır: Son olarak, ortada hep çok sorulan bir soru var; aslında merkezde yer alan bir soru var: Biliyoruz ki HDP seçmeni belirleyici olacak; özellikle Başkanlık Sistemi’ndeki bu oylamada HDP seçmeni belirleyecek ve muhalefetin yumuşak karnı bu olacak; iktidar da bunu görüyor, muhalefet de kendi içinde bunu görüyor. Ve muhalefetin tercihi, bunu bir nevi konuşmamak gibi. Şu âna kadar gördüğümüz, “Nasıl olsa bize verirler” yaklaşımı sanki baskın gibi. Seçim sath-ı mâiline gelindiğinde, sizce HDP seçmeni meselesi gerçekten ciddi bir soruna dönüşebilir mi muhalefet için? İktidar bunu kullanabilir mi? Yoksa bir şekilde bu hallolur diye düşünenlerden misiniz?

Fehmi Koru: Ben tabii HDP seçmenini sadece Kürt seçmen olarak görmüyorum. Kürt sorununu ciddiye alan herkes HDP’nin de doğal olarak hedefinde yer alan bir kitle oluştu ve oradan da ciddi bir oy herhalde HDP’ye gidiyor. Dolayısıyla eğer seçim bugünden yarına, ne zaman olacağını bilemiyoruz ama, 2023’e kadar bir tarihte veya zamanında olursa, o seçim ortamında yürütülecek kampanyalarla iki tarafın da Kürt seçmeni ve Kürt seçmeninin partisi olan HDP’ye eğilim gösteren seçmenleri hedef alan çalışmalar yapmasından daha doğal bir şey yok. Şimdi tabii bu, cumhurbaşkanlığı bağlamında, cumhurbaşkanlığı adaylığı bağlamında ele alınırsa, bunun daha ciddi olarak iki taraf için de düşünülmesi gereken bir sorun olduğu kanaatindeyim ben. Yani yabana atılmaması gereken bir sorun; böyle cepte bir oy potansiyeli olarak görülmemesi gereken bir durum olduğu kanaatindeyim. Bunun da vaatlerle, sözlerle veya işte, yakın olalım diye verilmiş olan birtakım sözlerin hayata geçirilmeden önceki aşamasının söz konusu olduğu ortamlar yaratılarak değil, o kesime câzip gelecek adayların ortaya atılmasıyla ancak çözülebilecek bir sorun olduğunu düşünüyorum. Yani HDP’ye oy veren seçmenlerin, ister Kürt olsun ister Kürt olmasın, oy verebileceği bir isim üzerinde Millet İttifakı uzlaşabilirse, ayrıca başka bir şey yapmalarına, HDP’yi de içlerine alacak bir ittifaka dönüşmelerine ihtiyaç olacağını düşünmüyorum. Doğal olarak HDP seçmeni denen kesim kendilerini o kişiye yakın hissedeceklerdir. 

Ruşen Çakır: Evet, Fehmi Bey çok sağolun. Aslında konuşacak çok şeyler var; mesela bir üçüncü ittifak şıkkı var. İlk başta, hatırlarsınız, Ahmet Davutoğlu biraz dile getirir gibi oldu; ama şimdi daha çok iktidar yanlıları televizyon programlarında sürekli bunu ortaya atıyorlar. Bu ihtimali ciddiye alıyor musunuz?

Fehmi Koru: Valla ben ikiye bölünmüş olarak, iki ittifak tarafından temsil edilmesinin daha doğru olduğu kanaatindeyim. Yani bu iktidarın zorladığı bir bölünme oldu, zihinsel bir bölünme bu. Dolayısıyla buna üçüncü bir grubun ithal edilmesinin seçime kadar pek mâkul olmadığı kanaatindeyim. Partiler kendilerine hangi ittifakı yakın görüyorlarsa, şu anki ittifak içerisinde olmayan partiler o ittifak içerisinde yer alarak bu seçimi de atlatmalı. Ama ondan sonra, istiyorlarsa onun içinde kendilerini rahat hissetmiyorlar, başkalarıyla bir arada olmayı daha uygun buluyorlar ve üçüncü bir grup istiyorlarsa, ittifak oluşturmak istiyorlarsa, ancak seçim sonrasında bu yola başvururlarsa bunun bir mantığı olabilir.

Ruşen Çakır: Burada tabii şöyle bir husus var: Üçüncü ittifak şıkkı ortaya atılırken, genellikle şöyle bir ön kabulden hareket edildi. Sağ seçmenin CHP alerjisinden hareket edilip, CHP’nin dışındaki muhalefette sağ diye bilinen partileri bir araya getirmek. Ama anladığım kadarıyla özellikle Kılıçdaroğlu ve Meral Akşener bayağı bir ittifak oluşturdular. Dolayısıyla şöyle bir soru var: Bu sağ seçmenin CHP alerjisi eskisi kadar yok galiba. Ne dersiniz? 

Fehmi Koru: Bir defa sağ sol kavramları çok aşındı. Yani geçmişte kendilerini sağcı ya da solcu gören insanlar, bugün kendilerini daha farklı yorumluyorlar diye düşünüyorum — hiç değilse benim çevremdeki insanlarda öyle bir yaklaşımı çok güçlü bir şekilde hissediyorum. Bu da onları, geçmişte CHP’ye asla oy vermeyecek bir kitle olarak karşınıza çıkartıyor ise de, bugün özellikle son İstanbul seçiminin ortaya döktüğü bir gerçek var ki, o da kendilerini geçmişte CHP’ye hiç oy vermeyecek hisseden insanların bile oy verdiği bir parti oldu İstanbul’da Cumhuriyet Halk Partisi. Kemal Kılıçdaroğlu burada çok önemli bir rolün sahibi. Onun izlediği yumuşak söylem, demokrat söylem, öyle zannediyorum ki aslında CHP’nin de benimsemesi gereken bir söylem. Orada birtakım eksiklikler görüyorum ben aslında. Biraz daha vurgulanması gereken, Kemal Kılıçdaroğlu’nu aşan isimlerin de onun çizgisinde olduklarını biraz daha fazla belli ettikleri bir zemin olması sanki gerekirmiş gibi düşünüyorum. Bazen içlerinden aykırı sesler geliyor. Kemal Kılıçdaroğlu’nun temsil ettiği tarzda bir demokrasi, bir hoşgörü anlayışını zorlayan açıklamalar gelebiliyor. İşte, en son Bolu Belediye Başkanı’nın temsil ettiği bir zihniyet CHP’nin üzerine giydirildi. Bunların daha az görüldüğü, Kemal Kılıçdaroğlu’nun temsil ettiği düşüncenin daha başka isimler tarafından da ifade edilebildiği bir CHP’nin, fazla sağcı diye bilinen kişiler tarafından dışlanacak bir parti olmaktan uzaklaşacağını sanıyorum. Kaldı ki CHP’yi diyelim ki oy verecek bir parti olarak hâlâ göremeyenler varsa –ki vardır muhakkak–, onların da oy verebileceği partilerle ittifak halinde Cumhuriyet Halk Partisi, o ittifak içerisine oy kullanırlarsa, CHP’lilerin buna herhalde karşı çıkmayacaklarını sanıyorum.

Ruşen Çakır: Evet, Fehmi Bey çok sağolun, çok verimli, güzel bir söyleşi oldu, çok teşekkür ediyoruz.

Fehmi Koru: Ben de size iyi akşamlar, iyi programlar diliyorum.

Ruşen Çakır: Evet, gazeteci Fehmi Koru ile seçim ittifakları senaryolarını konuştuk. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi akşamlar. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.