Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: Erdoğan’ın Suriye açıklamaları, Ankara’nın F-16 talebi & muhalefet ve dış politika

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler “Transatlantik”te karşınızdayız. Bu hafta sadece Ömer Taşpınar var, Gönül Tol bu hafta aramızda olmayacak. Ömer, merhaba.

Ömer Taşpınar: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Şimdi, konuşacak bayağı bir şey birikiyor sanki. Öncelikle tabii Suriye’yi de konuşacağız, ama öncelikle şu F-16 meselesini bir konuşalım. Türkiye F-16 istedi ve F-35’in karşılığında istedi bir nevi. Onun için vermiş olduklarının karşısında; ama burada birçok soru var. Bir kere, F-16’ların eski olması meselesi var. İkincisi de, ABD’nin ve özellikle Kongre’nin onay vermesi gerekiyor. Bu onay olup olmayacak mı sorusu var ve tabii ki bütün bunlar S-400’lerin gölgesinde oluyor. Ne diyorsun? Bu F-16 meselesi gelişir mi? Ankara’nın beklentisi gerçekleşir mi? Yoksa bir müddet de bunu mu konuşuruz?

Ömer Taşpınar: Evet, şimdi bir geri adım atıp, “Türkiye nasıl bu noktaya geldi?” diye bakarsak. Normal şartlarda burada olmaması gerekiyordu Türkiye’nin. Normal şartlarda şu âna kadar Türkiye’nin, parasını ödemiş olduğu ve aynı zamanda üretiminde yer aldığı F-35’leri teslim alması gerekecekti. Türkiye’nin zaten 100 adet F-35 siparişi vardı. Dediğim gibi F-35’lerin yapım zincirinin de içindeydi. Fakat ne oldu? Türkiye, 2016’da başlayan bir süreçle Rusya ile pazarlıklara oturdu, pazarlıklara girdi. Bana göre Türkiye’nin Suriye’ye müdâhaleleri için, Rusya’nın hâkim olduğu bölgelere müdâhale etmesi için Putin’in koyduğu, belki de telaffuz edilmemiş ama üstü kapalı bir şarttı S-400’ler. Türkiye de bir söylem tutturdu. “Biz Patriot almak istedik, ama alamadık” dedi — ki bu kabul görmüyor. Türkiye Patriot istedi fakat alamadı değil, şartları uymadı. Patriotlar konusunda hem fiyatta hem de teknoloji paylaşımında uyumsuzluklar oldu; o nedenle sonuçta Türkiye Patriot almaktan vazgeçti demek daha doğru. Ve S-400’leri aldı. S-400’leri almadan önce, Amerika’nın tabii bir sürü uyarısı vardı; önemli bir dönem boyunca, yaklaşık iki üç yıl boyunca, Türkiye pazarlıklar yaparken, S-400’leri daha teslim almamışken, “S-400’leri alırsanız F-35’leri unutun” mesajı verdi. Fakat bu mesaj Kongre’den çok güçlü gelirken, Trump’tan yeterince güçlü gelmedi. Trump bir bakıma Erdoğan’la kurduğu ahbap-çavuş ilişkisinde, “Türkiye’yi anlıyorum” mesajlarını vererek, Türkiye’nin biraz da o konuda gevşek davranmasına neden oldu ve Türkiye belki de hem F-35’leri hem de S-400’leri alabileceğini ümit ediyordu. Fakat işte Trump giderayak ne oldu? Kongre bir karar çıkardı ve Türkiye’yi CAATSA yaptırımları içine aldı. Türkiye’yi F-35’lerden çıkardığı gibi, daha ciddi bir yaptırım uygulayarak Türkiye’ye silah satışını durdurdu. Yani Savunma Sanayi Müsteşarlığı üzerinden bütün silah ihalelerini durdurdu. Türkiye öyle bir noktaya geldi ki, Amerika’dan belirli yedek parçaları bile –mesela Atak helikopterlerini Pakistan’a satmaya çalışıyor Türkiye, onların yedek parçalarını bile– alamaz duruma geldi bu CAATSA yaptırımları nedeniyle. Erdoğan üç hafta önce New York’a geldiğinde bu konuyla ilgili Amerikan televizyonuna şikâyette bulundu ve dedi ki: “Parasını verdiğimiz F-35’leri alamıyoruz. 1 milyar 400 milyon dolar para verdik; üç tane F-35’i teslim almamız gerekiyordu. Bizim paramız bir şekilde kaldı ve F-35’leri de alamıyoruz. Bu ne biçim stratejik ortaklık?” dedi. S-400’ler konusunda da, “Gerekirse ikinci partiyi alırız. Türkiye egemen bir ülkedir, kimse karışamaz” dedi. Bunları Biden’la görüşememenin getirdiği öfke içinde de söyledi. Sonra ne yaptı? Putin ile görüştü. Ve Putin’le görüşmeden birkaç gün sonra, haber ajanslarına bu F-16 meselesi düştü. Geçen hafta biz Işın’la program yaptığımızda daha yeni ortaya çıkmıştı ve biz konfirme edememiştik. Geçtiğimiz günlerde konfirme edildi. Türkiye bana göre akıllıca bir hamleyle, şu anda üç nedenle akıllıca bir hamleyle bu F-16 pazarlığına girişti, F-16 istiyor Amerika’dan. Zannediyorum 60 adet F-16 istiyor. Daha modernleştirilmiş F-16’lar istiyor ve aynı zamanda 80 tane de modernleştirme kiti. Yani mevcut F-16’larını modernleştirmek için kit istiyor. Şimdi bu her şeyden önce maddî açıdan akıllıca bir hamle. Çünkü zaten Amerika’da Türkiye’nin şu anda 1 milyar 400 milyon dolar parası var. Türkiye bu parayı verdi, uçağı alamadı. Şimdi bütün bu F-16’ları alırsa, bunların toplam fiyatı 6 milyar dolara geliyor. Bir bakıma işte o paranın bir kısmını ödemiş oldu. O parası kalmışken, şimdi F-16’ları alacak duruma gelebilir. Yani maddî açıdan akıllıca bir hamle. Ama asıl stratejik açıdan daha akıllıca bir hamle; çünkü Amerika’yı test ediyor şu anda Erdoğan. Nasıl test ediyor? Yani: “Tamam, F-35’leri bize vermediniz. Niye vermediniz? F-35’ler çok ileri bir teknoloji ve o teknoloji S-400’ler tarafından bir şekilde deşifre edilebilir ve S-400’ler zaten F-35’leri düşürmek üzere yapılmış, o yüzden onların ikisinin aynı hava sahasında bulunmasını istemiyorsunuz. Ama F-16’lar böyle bir teknolojiye sahip değil, daha düşük teknolojide. Dolayısıyla S-400’lerle bir arada bulunmasına bir engel yok. Zaten şu anda bizim F-16’larımız var; S-400’ler zaten şu an tam olarak operasyonel hâle getirilmedi; ama F-16’larla S-400’lerin aynı hava sahası içinde bulunmasına bir engel yok. O zaman bize F-16’ları verin” diyor. Stratejik açıdan test ediyor. Ona göre, Amerika sıcak bakıyor gibi yorumlar izliyorum ben. Amerika derken, hangi Amerika’dan bahsediyoruz bunu hep açıklığa kavuşturmak gerekiyor. Kongre var, Dışişleri Bakanlığı var, silah lobileri var. Silah lobisi Lockheed Martin var F16’ları yapan. Zaten Türkiye’ye F-35’leri satmak istiyordu. Bir şekilde Trump’la arası çok iyiydi. Silah lobilerinin genelde Cumhuriyetçiler’le arası çok daha iyidir Demokratlar’a göre. F-35’leri satalım diyorlardı. Trump da, “Ya, bu kadar para kaybedeceğiz. Türkiye 10 milyar dolarlık sipariş verdi. Niye F-35’leri satmıyoruz?” diyordu. Yani silah lobisi zaten satmak istiyor bunu — Lockheed Martin. Dışişleri Bakanlığı, Pentagon ve Beyaz Saray da sıcak bakabilir. Neden sıcak bakabilir? Çünkü F-16’ları vermediği anda, F-16’lar verilmezse Türkiye’ye, Patriotlar onuşunda doğruyu söylemiyor belki Türkiye; ama bu sefer gerçekten F-16’lar konusunda doğruyu söylemiş olacak. “Bize vermediler” diyecek F-16’ları. “F-16’ları alamadığımız için de alternatiflere bakacağız. Ne yapacağız? Gerekirse belki Rusya’dan alacağız veya başka ülkelerle konuşacağız, Çin’e, Rusya’ya, Avrupa’ya bakacağız” diyecek. Ve Amerika’nın bir bakıma kendisini, sadece stratejik müttefiki olarak değil, aynı zamanda NATO’nun içinde de ciddiye almadığını söyleme lüksüne kavuşacak. Bir bakıma Amerika ile ilişkilerini test ediyor. Eğer bu F-16’lar gelmezse ciddi bir kopuşa doğru gidebilir ve Rusya’dan silah alımı, mesela bu Su-35’leri alması gibi bir konuda önünü açıyor, meşrulaştırıyor. Maddî açıdan olduğu kadar, Amerika’yı stratejik açıdan zora sokan mantıklı bir hamle bu. Fakat Kongre meselesi var; yani Amerika’da Kongre, Beyaz Saray’dan gelecek, Pentagon’dan gelecek ve Dışişleri Bakanlığı’ndan gelecek baskıya dayanabilir. Ne der? “Bizim bir yaptırımımız var, CAATSA yaptırımları. Bu yaptırımlar Savunma Sanayi Müsteşarlığı çerçevesinde. Yani Türkiye bir kurnazlık yapıp Savunma Sanayi Müsteşarlığı üzerinden değil Savunma Bakanlığı üzerinden bunları isteyebilir; o yaptırımlardan kaçmaya çalışabilir, öyle bir teknik açık bulabilir. Bence Kongre, “Bu karar stratejik bir karardır. Türkiye S-400’leri bulundurduğu sürece biz onlara yedek parça bile vermiyoruz, neden F-16 verelim?” diyebilir. Ve Kongre’de Türkiye’yi bir şekilde negatif algılayan, Türkiye’nin Rusya’ya yanaştığını, insan hakları konusunda çok kötü bir yerde olduğunu, Suriye konusunda zararlı politikalar izlediğini düşünen senatörler var. Özelikle Senato’daki Dış Politika Komisyonu Başkanı New Jersey Senatörü Bob Menendez burada Washington’da Türkiye karşıtı lobinin başında. Yani hem Kürtler’e çok yakın, hem Rum lobisine çok yakın, hem Ermeniler’e çok yakın, hem insan hakları lobisine çok yakın; dolayısıyla Türkiye konusunda sert duran şahin isimlerden biri ve Kongre’den onay çıkmazsa bu F-16’lar satılamaz Türkiye’ye. Üçüncü neden, Türkiye‘nin bu hamlesini mantıklı bulmam, F-16’lar konusu siyasî açıdan Erdoğan için mantıklı bir hamle; çünkü ay sonunda Roma’da G-20 Zirvesi var. Bu G-20 Zirvesi’ne Biden geliyor ve Erdoğan, biliyoruz, artık Biden’la mutlaka görüşmek istiyor. Biden’la görüşmeyi hem Türkiye’de piyasalara mesaj, hem “Bakın ben hâlâ güçlüyüm”, hem de Putin’e bir mesaj olarak düşünüyor olabilir. Şimdi Biden’a bizim böyle bir silah talebimiz var; konuşmamız gereken sadece Afganistan meselesi değil, Afganistan kapandı. Bir sürü dosya birikti. New York’ta görüşemedik, bari G-20’de ciddi bir ikili görüşme yapalım — “bilateral” deniyor buna. G-20 içinde Amerika bunu ancak önemli ülkelerle yapıyor. Yani konuşulması gereken stratejik konular varsa, şu anda gündeme giren bu F-16’larla Türkiye-Amerika ilişkilerinin geleceğinin test edilmesi çok önemli bir konu. Dolayısıyla Biden’la Erdoğan ay sonunda Roma’da görüşebilecek; bu da Erdoğan açısından bana göre akıllıca siyasî bir hamle. Yani hem maddî açıdan, hem stratejik açıdan, hem de siyasî açıdan bence Türkiye akıllıca bir adım attı.

Ruşen Çakır: Burada söylediğin hususlardan birisi, “Putin’e de mesaj vermek” dedin. Putin’e mesaj vermek deyince akla Suriye geliyor. Erdoğan son kabine toplantısının ardından Suriye’yle ilgili bayağı çıkışlar yaptı. “Yine bir müdâhale mi geliyor?” sorusunu beraberinde getirdi; ama kime nasıl müdâhale edecek? Nereye müdâhale edecek? Kim yanında olacak? Kim karşısında olacak?” Bu sorular çok belirsiz. Türkiye gerçekten Suriye’de askerî olarak yeniden… ki zaten orada bayağı ciddi bir askerî gücü var değişik bölgelerde. Daha yeni Soçi’de Putin’le görüştü. Ne olabilir? Türkiye Suriye’de ne yapabilir?

Ömer Taşpınar: Sen de soruyu sorarken aslında doğru bilgileri ve cevabı içinde bulunduran bir şekilde sordun Ruşen. Türkiye zaten Suriye’de. Yani Türkiye, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı operasyonları ile 2016’dan bu yana, 2016-2019 arası üç ciddî askerî operasyonla Suriye’de bir Kürt otonom bölgesinin kurulmasının önünü aldı. Yani stratejik hedefi olan oradaki PYD/YPG yapılanmasının birbirine bitişik topraklarda bir otonom bölge kurmasını özellikle Afrin bölgesine yaptığı Zeytin Dalı operasyonuyla engelledi — ki şu anda Türkiye Afrin’de ciddî bir askerî güce sahip. Benim bildiğim kadarıyla İdlib’i de katarsak, İdlib’deki 15 bin Türk askerini de sayarsak, Türkiye’nin şu anda Kuzey Suriye’de 60 bin civarında askeri var. Zaten en son iki iki polis şehit verdiğimiz Azez bölgesi Afrin’e çok yakın, o bölgenin içinde; orada zaten Türkiye bir askerî mevcudiyete sahip. Dolayısıyla “Biz Suriye’de bir operasyona gireceğiz” derken, şu anda Türkiye zaten bu operasyonları yaptı ve bir bakıma orada stratejik açıdan istediği önemli konularda hedefine ulaştı. Fakat tabii orayı şu anda elde bulundururken, Afrin’de bir nevi Türk güçleri bulunurken, orada Kürtlerin gözünde, YPG’nin gözünde bir işgalci güç konumunda. İşgalci güç konumunda. Dolayısıyla buradaki varlığı tabii ki YPG tarafından bir hedef haline getiriyor kendisini. Yani YPG’ye karşı bir operasyon yapılacaksa, YPG’ye ancak sınır bölgelerinden daha ciddi bir operasyon yapılabilir bence; lojistik açıdan bu daha kolay olur, Rusya’nın daha hâkim olduğu Barış Pınarı bölgesinde — ki Türkiye burada zaten ortak devriyeler oluşturdu Rusya’yla. Amerika ile YPG’nin ortak hareket ettiği daha güney bölgelere Türkiye’nin bir operasyon yapması çok zor. Yani bana göre Erdoğan “Bir operasyon yapacağız” derken, her zaman olduğu gibi bunu daha çok iç kamuoyuna pazarlamaya çalışıyor. Yani iç kamuoyuna, “Biz güçlüyüz, gerekirse gireriz” mesajı veriyor, gözdağı veriyor. Ve şu âna kadar yaptığı operasyonlar zaten YPG’nin belirli açılardan belini kırdı; fakat terörizm böyle bir şey, asimetrik savaş böyle bir şey. Her an orada Türk askerleri, Türkiye’nin Kürt bölgelerinde olduğu gibi, Güneydoğu’da olduğu gibi şehit verebilir. Yani bunun önünü almak çok zor. Eğer Türkiye şu anda Kuzey Suriye’de böyle bir askerî güç bulunduruyorsa ve böyle bir konumdaysa ve bunu YPG’ye rağmen ve tabii ki Şam yönetimine rağmen yapıyorsa, her türlü provokasyona açık konuma geliyor. Son olarak da şunu söyleyeyim: Türkiye İdlib’de şehit verdiğinde fazla bir şey yapamıyor; yani bunu gördük. İki üç şehit verdiğinde bir şey yapmadı, ama otuz şehit verdiğinde dronlarla özellikle Suriye güçlerine İdlib’de bayağı bir hasar verdi. Ama İdlib’de, Rusya nedeniyle Türkiye’nin eli kolu bağlı. Fakat Afrin, Azez, El Bab, Menbiç ve daha doğu bölgelerinde, Fırat’ın doğu taraflarında daha önü açık olabilir. Oralarda en azından Rusya’yla çatışmadan, Rusya’yla koordineli göstermelik bazı ceplere, YPG ceplerine, YPG’nin bulunduğu bölgelere saldırılarda bulunabilir. Aynı zamanda eğer Türkiye YPG ile PKK’nın aynı şey olduğunu düşünüyorsa, YPG’nin yaptığı saldırıların Kandil’den bağımsız olmadığını düşünüp, Kandil’e, Kuzey Irak’a daha fazla yüklenebilir. Yani bu tip operasyonel tercihler yapmak zorunda. Türkiye’nin önünde bu tür seçenekler var diyelim. Peki “Amerika ne der? Amerika’nın tepkisi ne olur?” diye soracak olursan, ona da cevap vermeye çalışayım: Birkaç hafta önce –zannediyorum bir iki hafta önce– Biden Senato’ya, Kongre’ye bir mektup yolladı ve Amerika’nın Suriye’de olağanüstü durum çerçevesinde askerî varlığını devam ettirmek için bir mektuptu bu. Yani, “Biz hâlâ orada bulunmalıyız” dedi. Fakat mektupta şöyle bir ibâre vardı –ki o ibâre Türk Dışişleri Bakanlığı’nı, Çavuşoğlu’nu son derece rahatsız etti–, o ibâre şu: “Biz Amerika olarak IŞİD’le mücadelede orada bulunmalıyız, IŞİD henüz bitmedi. IŞİD’le mücadelemize Türkiye sekte vurdu, Türkiye’nin Barış Pınarı operasyonu IŞİD’le mücadelede negatif bir şey oldu. Dolayısıyla ortada böyle bir negatif durum varken, Türkiye’nin sekte vurması varken, orada bulunmamız daha da önemli” dedi. Bunu şununla birleştirelim: CENTCOM, Amerika’nın CENTCOM güçleri Afganistan’dan çıktıktan sonra büyük bir tartışma başladı. Bu, inandırıcılık tartışması; “Müttefiklerimizin gözünde inandırıcı mıyız?” tartışması. Müttefik derken kimi düşünüyoruz? Hemen aklımıza tabii ki Türkiye’nin NATO müttefikleri filan geldi; ama Amerika’nın müttefik deyince aklına gelen YPG imiş meğerse. Çünkü Afganistan’dan çıktıktan iki hafta sonra, CENTCOM Başkanı McKenzie Mazlum Kobani ile Kuzey Suriye’de bir görüşme yaptı ve “Merak etmeyin, buradayız, arkanızdayız” dedi. Yani bir bakıma Amerikan’ın YPG’ye desteği operasyonel olmaktan çıktı, artık stratejik bir boyuta da geldi. Türkiye’ye hep ne deniyor? “Ya, bu kısa dönemli taktiksel, operasyonel bir beraberlik, stratejik boyutu yok” deniyordu; fakat artık öyle bir noktaya geldi ki, Afganistan’dan çıktıktan sonra “Müttefiklerimizin gözünde inandırıcılığımız” dendiğinde hemen CENTCOM Komutanı Kuzey Suriye’ye gidiyor. Bu da tabii ki Türkiye’ye son derece negatif bir mesaj. Çünkü Türkiye’de Amerika deyince anti-Amerikanizm’i körükleyen en önemli mesele, Amerika’nın PKK’ya verdiği destek olarak görülüyor. Yani eskiden bu bir komplo teorisi idi 90’lı yıllarda, 2000’li yıllarda. Bugün Suriye nedeniyle Amerika’nın YPG’ye verdiği destek, PKK’ya verdiği destek olarak algılanıyor haklı olarak. Bunlar sonuçta aynı çatıyla yönetilen örgütler. Dolayısıyla Amerika’nın Suriye politikası ile de Türkiye’nin Suriye politikası bana göre bodoslama çakışıyor. Bu nedenle de Türkiye’nin Suriye’ye girmesi Amerika ile ilişkilerde bana göre negatif bir ortam yaratır — tam da bu F-16’ları istemişken. 

Ruşen Çakır: Ömer, son olarak bir şeyi sormak istiyorum, pek konuşmadığımız bir husus var, ama giderek daha çok konuşmamız gereken bir husus: Muhalefetin dış politikası. Washington Türkiye’deki muhalefete nasıl bakıyor? Türkiye’deki muhalefet Batı’ya, Washington’a, Rusya’ya, Çin’e, Suriye’ye nasıl bakıyor? Çünkü burada kamuoyu yoklamaları falan da gösteriyor ki Millet İttifakı’nın oyu bayağı bir artıyor, Cumhur İttifakı’nın oyu azalıyor ve yapılacak ilk seçimde iktidarın değişme ihtimali her geçen gün daha çok artıyor — ekonomik durumu falan da zaten biliyoruz. Öyle bir atmosferde şunu sormak istiyorum: Washington’dan bunlar gözleniyor, muhalefet ciddiye alınıyor mu? Muhalefetle birtakım temas girişimleri var mı? Muhalefet deyince akıllarına ne geliyor? Mesela Meral Akşener partiyi kurduğunda biraz ilgi vardı, sonra diner gibi oldu; ama şimdi kamuoyu yoklamalarında İYİ Parti’nin istikrarlı bir şekilde yükselişte olmasını herhalde onlar da ciddi bir şekilde değerlendiriyorlardır.

Ömer Taşpınar: Evet, izin verirsen Ruşen dış politika şapkamı çıkarıp, önce bir siyasî analiz yapmak istiyorum muhalefetle ilgili Türkiye’de: Bana göre muhalefet iki konuda yeterince konuşmuyor Türkiye’de. Bir tanesi ekonomi; yani ekonomi meselesini özellikle CHP bana göre yeterince gündeme getirip, ekonomi alanında nasıl bir politika izleyeceğini, iktidara geldiğinin ertesi günü ne yapacağını yeterince net bir şekilde söylemiyor. İYİ Parti son reklam kampanyaları ile biraz daha işte, “yandaşlar”, işte ne bileyim, “Türkiye’de yolsuzluklar” gibi konulara girip ekonomi boyutu olan reklamlar yapmaya başladı ve İYİ Parti’nin yükselişinde bence bu ekonomik mesajlar da önemli oluyor olabilir. Bu niye önemli? Çünkü Türkiye’deki muhalefetin verdiği, “Güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçeceğiz” mesajı ve neredeyse “Bir geçiş dönemi yaşayacağız, ondan sonra bütün reformlar gelecek” mesajı. Ama halkın bunu beklemeye tahammülü yok. Ekonomik konularda daha ciddi konuşması, daha sert mesajlar, net mesajlar vermesi gerekiyor ve bana göre Ali Babacan gibi bir isim muhalefet bloku içindeyken, bir bakıma CHP ve İYİ Parti bloku içinde belki de bir koalisyonda ekonomiden sorumlu olabilecek bir isim olarak vitrinde gözükmesi de gerekiyor. O bir bakıma bazı muhafazakârları da rahatlatacak bir mesele olabilir. Yani ekonomi alanında yeterince ciddi mesajlar vermiyor. İkinci konu: Dış politika alanında mesajlar vermiyor. Yani halk dış politikayla çok ilgilenmiyor olabilir; fakat dünya merak ediyor bunu ve buradan geçiş yapayım dış politika konusuna: Washington’da, Brüksel’de benim görebildiğim kadarıyla, Avrupa Birliği’nde ve Amerika’da, “CHP’nin dış politikası ne olacak? İYİ Parti’nin dış politikası ne olacak? Erdoğan’la fikirler nerede ayrılıyor?” konusunda bir kafa karışıklığı var. Temelde de bu milliyetçilik nedeniyle var. Çünkü bu iki parti de –İYİ Parti özellikle çok milliyetçi, ama asıl CHP de ulusalcıların var olduğu bir parti olması nedeniyle– milliyetçi kimliğe sahip. Ve Türkiye’nin Libya operasyonları, Türkiye’nin Doğu Akdeniz, Mavi Vatan politikası, Türkiye’nin mesela Ermenistan-Azerbaycan politikaları konularında Erdoğan’la aynı sayfada duruyorlar. Yani bu konularda belki de Erdoğan’a iç politikada kendilerine karşı milliyetçilik kartını kullandırmamak için de olabilir, gerçekten inandıkları için de olabilir; Libya konusunda, Doğu Akdeniz, Mavi Vatan konusunda, özellikle Azerbaycan-Ermenistan konusunda Erdoğan’la aynı sayfada durmaya özen gösteriyorlar. Dolayısıyla Washington’da ve Brüksel’de sorulan soru: “Erdoğan giderse ve CHP-İYİ Parti koalisyonu gelirse, hangi konularda farklı olacaklar?” Tamam jenerik olarak, “Daha demokrasi istiyoruz, insan hakları istiyoruz” diyecekler, tamam, bunun Kürt meselesine etkisi ne olacak? Mesela Türkiye’nin Suriye politikasındaki Kürt boyutu değişir mi? Türkiye’nin Suriye politikasında bu bütün Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı konularında muhalefet bütünüyle arkasındaydı. Demek ki Kürt meselesinde de, yani bu tür sınır ötesi operasyonları meşru mu görecekler? PKK ile mücadeleye bütünüyle terörizm çerçevesinden mi bakacaklar?Yoksa bunun daha ciddi bir insan hakları boyutu olduğunu kabullenip, Avrupa Birliği ile konuşmalarda, Avrupa Birliği’ne gittiklerinde biz insan hakları konusunda konuşurken, “Aynı zamanda Kürt barış sürecini de canlandırmak istiyoruz” diyecekler mi? Bunu diyeceklerse eğer, neden HDP’yi almıyorlar yanlarına? Yani bunun bir dış politika algılama boyutu da var. Hep HDP’yi konuşuyoruz. “HDP neden bu Millet İttifakı içinde değil?” diye, iç politika nedenleriyle Erdoğan bölebilir bunları. “Bakın, işte bunlar teröristlerle hareket ediyor” diye. Ama bunun bir de dış politikada bir karşılığı var. Dış politikada, “Demek ki bu milliyetçi bir blok ve HDP’yle aynı karede gözükmeyi göze alamıyorlar” algısını yaratıyor Brüksel’de ve Washington’da. Ve o zaman da, Erdoğan gittikten sonra, belki de Kürt meselesi gibi, Kıbrıs gibi, ne bileyim Azerbaycan gibi, Mavi Vatan gibi konularda çok da büyük bir değişiklik beklemeyelim algısını yaratıyor. Bu da çok bana göre iyi bir şey değil; çünkü Batı diyebilir ki: “Ya, Erdoğan gittikten sonra çok da bir şey değişmeyecek gibi gözüküyor; yani içeride bir koalisyon olacak, ama bu koalisyon gene Kürt meseeslinde ve Türkiye’nin milli dava olarak gördüğü birçok konuda milliyetçi, ulusalcı politikalarla, belki ‘yerli ve milli’ demeden, ama ona benzer şeyler yapabilir”. O nedenle bana göre özellikle üç konuda muhalefetin pozisyonunu netleştirmesi gerekiyor. Bunların en önemlisi Kürt meselesi. Kürt meselesinin dış politika boyutu ve içerideki boyutu. İkincisi: Avrupa Birliği. Avrupa Birliği konusunda yeni ne yapmayı düşünüyorlar? Yani Avrupa Birliği ile süreci canlandırmak için somut atacakları adım nedir? Bunu ekonomik paketlerle de açıklayabilirler, ama dış politika boyutu çok önemli. Üçüncüsü de Amerika ile ilişkiler; bu S-400’ler konusunda sapasağlam arkasında duruyor mu hükümetin CHP ve İYİ Parti? “İyi ki bunları Rusya’dan aldık, F-35’lere de gerek yoktu, tam bağımsız Türkiye” deyip, S-400’leri Türkiye’nin bağımsızlığa doğru bir adımı olarak mı görecekler? Ben seninle hep Avrasyacılık konuşuyorum. Dış politikanın hâlâ Avrasyacı bir boyutu varsa, mesela diyebilirler ki: “Türkiye NATO’dan uzaklaşmalı, tam bağımsız dış politika NATO’dan bağımsız dış politikadır”. Bunun da ilk adımı belki de Türkiye’nin bağlantısız gibi hareket etmesidir. Bu Rusya ile daha yakınlaşmasıdır. Zaten Erdoğan bunu yapıyor. Siz S-400’ler konusunda negatif hiçbir şey söyleyemiyorsanız — ki bana göre çok söylenecek şey var, negatif söylenecek çok şey var. Türkiye şimdi F-16 almaya çalışıyor. Hani bir deyim vardır: “Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak”. Yani sonuçta biz F-35 almaya çalışırken, F-16 almaya çalışıyor durumdayız, ondan bile emin değiliz şu anda. S-400’leri açabildik mi? Kullanabiliyor muyuz? Hayır, onu da kullanamıyoruz. Bu nasıl bir dış politikadır? Bunu neden eleştirmez CHP ve İYİ Parti? Yani bu konularda da edecek iki lâfı yok mu muhalefetin?

Ruşen Çakır: Genellikle de yapılan eleştiri şöyle oluyor, biliyorsun, arada sırada: “S-400’leri aktive edelim!”

Ömer Taşpınar: Yani o da komik, o zaman iyice “Rusya kampına kayalım, Amerika ile ilişkileri koparalım”. Bunu söyleyen bir CHP, bunu söyleyen bir İYİ Parti, Amerika ile iyi ilişkileri unutmuş demektir. O zaman “Amerika ile köprüleri atalım” demek bu.

Ruşen Çakır: Yok, benim gördüğüm kadarıyla genellikle bu konuları erteliyorlar. Nasıl olsa su akar yatağını bulur gibi bir şeyle… En son, mesela Kılıçdaroğlu Avrupa Birliği büyükelçileriyle yemek yedi — basına kapalı bir şekilde. Herhalde meydan okumuyordur. Bir de şu hususlar var tabii: Bu mülteciler, göçmenler meselesindeki çıkışları; ama Erdoğan da artık o noktaya doğru geliyor. Onun dışında çok sorun çıkartmak isteyeceklerini sanmıyorum açıkçası; ama şu anda da, seçimi kazanana kadar da, Batıcı görünmek istemeyeceklerdir. Benim akıl yürütmem böyle. 

Ömer Taşpınar: Sorun da orada zaten. Batıcı görünmek istememeleri Kürt meselesinde de adım atmalarını engelliyor. Batıcı gözükmeden demokrasi konusunda ne kadar adım atabilirler? Yani Batı ile ilişkileri Türkiye’nin öyle bir milliyetçi koridora girdi ki, Erdoğan’a herhangi bir fırsat vermemek için doğru dürüst konuşmuyorlar. Bir mülteci konusunda… ki o da artık ekonomi meselesi haline geldi. Dört milyon mülteci var ve Suriye politikasını eleştirmek, “Beşar Esad’la konuşalım” demek dışında fazla bir alternatif kalmadı ortada. Onu söylüyorlar. Ama onlar dışında, dediğim gibi yani bekleme bir taktik olabilir; ekonomi konusunda da mı bekliyorlar peki? Yani niye ekonomi konusunda daha ciddi bir vitrinle gelmiyorlar. Yani şunları şunları yapacağız demeleri gerekiyor. Ve dış politikada baktığında, Washington’da ve Brüksel’de, “Erdoğan gidici, ama onun yerine gelecek kişiler çok radikal, farklı politikalar izlenemeyecek” algısı oluşuyor. Yani ben onun altını çizmek istiyorum. O algı da bir bakıma, “Ya, o zaman Erdoğan’la çalışalım. Ne olacak yani? Sonuçta en azından bir kişi ile konuşuyoruz, muhatabımız belli. Şimdi öbür türlü kimle konuşacağımız belli olmayacak, koalisyon yapısı olacak ve o koalisyon yapısı içinde hani birdenbire demokrasiden mi bahsetmeye başlayacaklar? Batı ile iyi ilişkilerden mi bahsetmeye başlayacaklar? Çok daha iyi mi olacak?” diye emin değil dış politika uzmanları ve dışarıdakiler diyelim.

Ruşen Çakır: Evet, Ömer çok teşekkürler. “Transatlantik”i böyle noktalayalım. Sana çok teşekkür ederim, izleyicilerimize de teşekkür ederim, haftaya buluşmak üzere, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.