Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can yazdı: Cumhurbaşkanının “tensipleriyle”

Sistemli bir önemsizleşmeyle, bütün kamusal görevler herhangi bir ağırlığı olmayan makamlara dönüştü. Bu durum, mahalle bekçisinden bakana kadar her görev kademesi ve elbette bağlı bulundukları kurum için geçerli. Bu insanların da bu görevlerin de bağımsız bir ağırlığı yok. Kime ve neye hizmet ettikleri belirliyor görevde olmalarını ve kalmalarını. Kriterler bu fonksiyona göre belirleniyor. Birden olmadı elbette ama çok da yavaş yaşandığı söylenemez. Yine bir bakanın görevden af isteği uygun bulundu, bir bağımsız kurumun itaat zaafı gösterme ihtimali olan başkanı görevden alındı. Bakanmış, özerk kuruluş başkanıymış, önemli bürokratmış, yüksek yargıçmış değişmiyor. Hepsinin görevlerinin bitiminde ısrarla vurgulamak zorunda oldukları gibi, zaten her şey “Cumhurbaşkanının tensipleriyle” oluyor. Başlarken de, devam ederken de, biterken de öyle. İşini yapmak için -Cumhurbaşkanı talimatı gerekiyormuş gibi- her hareketlerinde verilen talimatı vurgulamak zorunda olanlar, göreve gelirken de giderken de bağlılıkta kusur etmemeye çalışıyor. Neticede hepsi “şahsımın görevlileri”.

Son seçimden bu yana, strateji değişikliği hatta daha abartılı ifadelerle “reform” imasıyla sık sık kabine revizyonu dedikoduları yayılmıştı. Yakın zamana kadar, iktidar içinde güç dengelerinin yeniden şekillendiği, bunun çok önemli çatışmalar yarattığı hatta ittifakın bile tartışmaya açıldığı konuşuluyordu. Son değişiklikle Adalet Bakanı Abdulhamit Gül’ün yerine Bekir Bozdağ’ın getirilmesi de iç mücadele kapsamında değerlendiriliyor. Açıktan izlenen Soylu-Gül geriliminin bir taraf lehine sonuçlanması diyen de var, mobese çıkışıyla Gül’ün Erdoğan’ı kızdırdığını söyleyen de. Soylu kazandı diye arkasında Bahçeli var diyen de çıktı, daha önce atıştığı Bozdağ geldiği için “Bahçeli şimdi ne yapacak” diye soran da. Bekir Bozdağ’ın gelişinden cemaatle yumuşama sonucu çıkartıldığı bile oldu. Fakat bu atamanın gerekçesini yaptıkları işle veya performansla bağlayan pek yok. Daha önceki değişikliklerin çoğu da öyleydi. Bir yıl bile görevden kalmayan TÜİK veya Merkez Bankası Başkanları veya üç yıllık başkanlık kabinesindeki üçüncü ekonomi bakanı değişikliği gibi.

Bu meselenin muhalif siyasetçilerin popüler başlığı liyakat-sadakat dengesiyle yakın bir ilişkisi var elbette. Her türlü görev ve sorumluluğun, iktidara hizmet ve dolayısıyla o iktidarı şahsında toplamış olana bağlılıkla tanzim edilmesi, kurumsal bir derinlikte değil makamlara yapılan atamalar sığlığında yürütülüyor. Yeni bir rejim inşa edilip edilmediği, bütün kurumların tahribine rağmen iktidardan bağımsız bir devletin kalıp kalmadığı uzun süredir tartışılıyor. Tahribat çok açık ama “yıkılanın” yerine yeni bir şeyin inşa edilebildiği biraz şüpheli. Çünkü kurumlar ve kavramlarıyla bir rejim ve onu taşıyacak kadroyu kurmak kolay iş değil. İktidarın mevcut kadro derinliğiyle ve destek seviyesiyle bunu başarabilmesi daha da zor. Fakat idari veya siyasi her makam için, iktidar için çalışacak veya denetleyecek “vasıfta” insanlar kolay temin edilebilir ve değiştirilebilir. Bu yüzden Erdoğan’ın her hamlesini, iktidar içi mücadelede kimin üstünlük sağladığının işareti saymak çok da isabetli olmayabilir. Çoğunlukla yapılacaklara kimin daha uygun olacağı değerlendirmesi daha belirleyici.

Bu atamaların hemen yanına yerleştirilen bir genelge, Erdoğan’ın Türkiye için de tensiplerini gösteriyor. Bu memlekete neyi uygun gördüğünü, yakıştırdığı şeyi anlatıyor. Camiden yaptığı Sezen Aksu’nun dilini kopartma tehdidini, alışık olduğu üzere düzeltme kararnamesiyle değiştirdi. Ancak olayın ne “muhteşem bir geri adım” ne bir yenilgi ilanı olduğu pek söylenemez. Söylenememesinin sebebi de, “milli ve manevi değerlerimize uymayan” yayın faaliyetlerinin önlenmesini talep eden bu genelge. Cumhurbaşkanı özel olarak bir muhatap tanımlamadan bütün kurum ve kuruluşları, dolayısıyla atamasını yaptığı, görevde kalmasını uygun bulduğu veya görevden affını kabul edeceği herkesi göreve çağırıyor. Peki bundan sonra olacakları, bu talimatı görev kabul eden -RTÜK Başkanı gibi- kamu görevlileri ile Kılıçdaroğlu’nun güvendiği “vatansever” bürokratların mücadelesi mi belirleyecek? Görmek, görüşmek istemediği partilerle ilgili kararlarında yargıya çok güvenen muhalefet mi durduracak? Yoksa rotayı, “bunları bana bırakmayın” diyen Erdoğan’ın beklentisini karşılayarak harekete geçecek değer müfettişleri mi çizecek?

Erdoğan, kendi iktidarlarını bu ülke için çok uygun buluyor. İktidarı kurma ve koruma biçimini de kendisine çok yakıştırıyor. Küçüklü büyüklü ortaklarıyla bu tespitlerinde ortaklaşıyor. Görev beklediği idari-siyasi her makama bunun üniformasını giydiriyor. Hayli kalabalık bir seçmen grubunun onun uygun gördüğü memlekete daha yakın olduğu hesabıyla davranıyor. Milli-manevi hassasiyetleri rakipleri yanında destekçilerine karşı da havuç ve sopa gibi kullanmaktan kaçınmıyor. Şöyle düşünüyor: Kızlı-erkekli veya “kafa bulma” çıkışlarını çoğunluk uygun görür. “Endişeli muhafazakârlar” tartışmalarında ve muhalefetin karşı mahalleden oy alma stratejilerinde, bu ön kabulün etkileri var. Fakat bu 20 yıl içinde bu iktidarı desteklemiş seçmen, kendilerine uyan nedir -sadece ahlaki motivasyonlar olmadan- hakkında düşünebiliyor. Bunun en çarpıcı örneği 31 Mart’ta yenilenen İstanbul Belediye seçimi. Belki İstanbul’u kaybetmekten endişe duyan önemli sayıda iktidar seçmeni, sadece bunu yapma biçiminini uygun bulmadığı için verilen görevi kabul etmedi. Sezen Aksu meselesinde de sanki bir ucunu gördük.   

Bundan beş sene önce, referanduma giden süreçte, seçmenin sorumluluğu hakkında şöyle yazmıştım. “Belki, seçmen ‘sınav’a çekilmekten hoşlanmıyor, belki de sorumluluk almayı sevmiyor. Bu referandumda en önemli siyasi aktör partiler değil bizzat seçmen. Çünkü, aslında AKP’yi iktidar yapan / tutan ‘siyasetle ilişki’ biçimine alışık seçmen, referandumun en açık kaybedeni olma tehdidiyle karşı karşıya.” Geçen beş yıl içinde iktidar tabanındaki erimenin en önemli sebebi, bu tercihin başta ekonomi olmak üzere her alanda kaybedeni olduğunu fark edenler. Ancak hâlâ daha fazla kaybedeceği şey olabileceğine inandırılabilen, en azından bu konuda tereddüt yaşayan bir seçmen grubundan bahsediliyor. Peki onlarla memlekete yakıştırdıkları yerine kendilerine yakıştırdıkları üzerinden konuşulsa nasıl bir sonuç alınır. Mesela AKP’den kopan partiler, yatıştırmakla ikna edemediklerini, yakıştıramadıklarını söyleyerek sorumluluğa çağırsa. Mesela Kılıçdaroğlu, bürokratlara yaptığı türden bir konuşmayla seçmene hitap edip, helalleşmeyi çift taraflı hale çevirse. Çünkü seçmen kendisiyle ilgili sorumluluk almadan, başkasının tensibinden kurtulamaz. Tıpkı siyasetçiler, bürokratlar gibi.

Kemal Can’ın önceki yazıları:

Gündem değiştirme hiç değişmez mi?

Laiklik kime lazım, ne için lazım?

Nedir bu tedirginlik?

Aşırı güncellik

Dar koridora sürülen siyaset

“Sürdürülemez” ama ya sürdürebilirse?

Bardağın yarısının durumu ne?

Ekonomi, “asıl gündem” oldu mu?

Hafta sonu kötümserliği

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.