Sosyal medyada lince maruz bırakılan ilahiyatçı Mustafa Öztürk, Medyascope yayınında Ruşen Çakır‘ın sorularını yanıtladı.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Prof. Mustafa Öztürk stüdyo konuğumuz. Kendisiyle hem kendi öyküsünü, hem de son dönemde tekrar kendini gösteren, benim tâbirimle “aforoz” ya da linç edilenlerin tâbiriyle “engizisyon”u konuşacağız. Hocam, hoşgeldiniz.
Mustafa Öztürk: Hoşbulduk.
Ruşen Çakır: Siz bunaldınız, Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden emekliliğe başvurdunuz. Sonra Almanya’ya gittiniz. Frankfurt’ta, Tefsir konusunda yüksek lisans dersi vermeye başladınız, ama bir ayağınız da burada. O günden bugüne neler oldu? Arada Medyascope’ta da program yaptınız. Ama sonra biraz ara verdiniz. Sosyal medyada da dersler yapıyorsunuz, ama eski tempoda değil sanırım.
Mustafa Öztürk: Hayır.
Ruşen Çakır: Birkaç seneye sığan, Cübbeli Ahmet Hoca’nın çok öne çıktığı, ama başkalarının da dâhil olduğu bir kampanyaya mâruz kaldınız. Kişisel gözlemim, çok az sayıda destekçiniz, çok sayıda saldıranınız oldu.
Mustafa Öztürk: Doğrudur.
Ruşen Çakır: Peki, şu anda ne durumda Mustafa Öztürk?
Mustafa Öztürk: Şu anda Almanya’dayım. Arada Türkiye’ye gelip gidiyorum. Almanya’da daha önce Münster Wilhelm Üniversitesi’ndeydim. Şimdi Frankfurt’ta Goethe Üniversitesi’ndeyim. Kur’an Tefsirinin Kaynakları ve Yöntemleri isimli lisansüstü ders veriyorum. Fakat Almanya’da hâlâ yüz yüze ders yapılmıyor. Dolayısıyla, günübirlik mesâide üniversiteye girip çıkamıyorsunuz; kimse gelmiyor. Rahmetli Fuat Sezgin Hoca’nın enstitüsünün üst katında, küçük butik daireler var. Lojman olarak orada kalıyorum. Mevsim kış, dersler online. Böyle olunca bâzen Türkiye’ye gelip gidiyorum. Hal böyle olunca, bu dönemi uzaktan ders yöntemiyle tamamlayacağım.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ruşen Çakır: Ruh hâliniz nasıl?
Mustafa Öztürk: Sükûnetli ve rahatım. Kafam huzurlu. Benim arkamdan, “Kaçtı, gitti, bıraktı” diye rivâyetler oluştu. Ben başka ilâhiyatçılara çok benzemediğimi söyleyebilirim. “Susmak hayrıma olur. Başıma iş gelmesin” deyip, genellikle yüzde 90’nın yaptığı gibi susanlardan olmadım. 2012-2013’te o kıyâmet koptuğunda da susmadım, bu dönemde de susmadım. “Söylemezsem ölürüm” diyen bir yapım var. Bu, kahramanlık hevesi değil, yapım böyle; içimde tutamıyorum. Öyle olunca da, başıma gelecekleri öngörsem bile, söylemek istediklerimi mutlaka bir şekilde söylüyorum. Ben kaçmadım. Bıkmıştım, usanmıştım. Bana saldıranlarla artık aynı cümlelerin içinde yer almaktan iğrendiğim için, bana linç kampanyası düzenleyenlerle aynı sözün konusu olmaktan, aynı ortamın bir parçası olmaktan, dolayısıyla onların hedefi ya da muhâtabı olmaktan çıkmak arzusundan başka bir şey değildi İlâhiyat Fakültesi’nden ayrılışım. İkinci sebebi de şu: İlâhiyat fakülteleri epey bir zamandan beridir, yerden biten ot gibi, 100’ü aşkın bir noktaya geldi. Bizim kendi aramızda İLİTAM (İlâhiyat Lisans Tamamlama Uzaktan Eğitim Progrmı) diye mevzûubahis ettiğimiz, Diyânet’te, Kur’an kursu hocalığından tuhaf bir biçimde İlâhiyat’a, İlâhiyat’tan gelişigüzel doktoralar kotarılıp fakültelere mollavâri tiplerin girişiyle birlikte, açılan 100 küsur fakültede de öğrencilerin kalitesi dibe vurdu. Ben tefsirden örnek vereyim: Akademide profesör unvanını taşıyan insanların, Kur’an’a göre şu kavram bu kavram, Kur’an’da yiyecek içecekler, Kur’an-ı Kerim’de peygamber aileleri gibi, bu akşam önüme koysanız yarın akşam size teslim edebileceğim seviyede, ciddiyetsiz, lüzumsuz, boş işlerle iştigal eden insanlarla aynı ortamı paylaşmaktan da “tiksindiğim” için bıraktım. Burada ilim yapılamaz artık. Hiçbir linç olmasa bile, ayağımı sürüyerek gidip geldiğim bir yerden ayrılmamın vesîlesi oldu; rahata erdim. Huzur buldum yani.
Ruşen Çakır: Ama şimdi gerginlik de var. Meselâ, yaşadığımız son örnekte, yıllar önce yazdığı kitabının sonraki baskısında çıkardığı bölümdeki bir cümleyi, birileri yıllar sonra gündeme getirerek Hitit Üniversitesi’nden Prof. Mehmet Verimli’ye…
Mustafa Öztürk: Soyadı Azimli.
Ruşen Çakır: Evet, doğru, Azimli. Karışıklık için özür dilerim kendisinden de. Prof. Mehmet Azimli, acayip bir saldırıya uğradı. Medyascope’tan arkadaşlarımız kendisine ulaştı. Çorum’u terk etmiş ve hayatı kararmış. Üniversite kendisi hakkında soruşturma açıyor. Diyânet, aleyhine açıklama yapıyor. Başka örnekler hızlı bir şekilde sosyal medyaya girince, birileri, İslâm adına başkalarını çok kolay bir şekilde damgalayıp aforoz ediyorlar. “İstemezük”ten “Yaşatmayız”a kadar giden ve giderek artan dozlarda bir saldırı var. Bu, İslâm tarihinde hep olmuş bir şey galiba. Ama biz bunu Türkiye’de çok fazla yaşamıyorduk. Son dönemlerde niye böyle tezâhür ediyor?
Mustafa Öztürk: Mustafa Öztürk’e ve Mehmet Azimli’ye yapılanın zamanlaması var mı yok mu diye düşünüyorum. Hayır, zamanlama diye bir şey yok. Kendilerinin gücünü göstermek, iş başarabildiklerini ve sonuç alabildiklerini göstermek için ille de hesaplanmış zaman aralıklarıyla yapılmıyor. Biraz gelişigüzel, rasgele oluyor; ama sonuç doğuruyor. Sonuç doğurduğunu göstermek bâbında hedefler seçiliyor. Meselâ bana yönelik saldırılarda işin bu raddeye gelmesi bir kerede olmadı. Koçbaşı ile kale kapısını vurmak gibi: 2018’de bir vurdular. 2019-2020’de geri aldılar. Derken ben “Alın atınızı” der gibi çekince, sonuç alındı. Aslında benimle birlikte “sarı öküz” gitti. Arkasının geleceği belliydi. Muhtemelen bundan sonra da gelecek.
“Bu şımarıklık ve azgınlık nereden geliyor?” diye sordunuz. Evet, eskiden olmuyordu. Eskiden âile içi cemaat kavgaları oluyordu. Siz, Âyet ve Slogan kitabınızdan beri, bu câmianın içinde nasıl bir kavga, döğüş ve nizâ olduğunu bilirsiniz. Ama dışa dönük saldırı bu kadar olmuyordu. Bunda, siyâsî iklimin birinci derecede rol oynadığını, siyâsetin en tepesinden konuşan irâdenin diline yansıyan söylem tarzının, cemaatlere cesâret verdiğini ve güven aşıladığını söylemek zorundayım.
Ruşen Çakır: Peki, nasıl bir şey istiyorlar? Meselâ, sizi, ötekini, bir başkasını susturmak mı? Çünkü bunu yapanlar benzer profiller. Şahıslar aynı olmayabilir, ama perspektif aynı. Nasıl bir zihniyet, farklı olduğunu düşündüğü İslâm yorumlarını tasfiye etmek mi istiyor? Onların bakışı nedir?
Mustafa Öztürk: Sembol isimler üzerinden vereyim. Cemaat ve tarîkat mensûbiyeti îtibârıyla, Nakşî Hâlîdîler. Altyapı bu. İdeolog olarak Necip Fazıl. Yakın tarih analizi olarak Kadir Mısıroğlu. Kemalizm veya Cumhuriyet’e bakış olarak Rıza Nur, Said Nursî çizgisi. Nurcu olduklarını söylemiyorum. Said Nursî’nin Mustafa Kemal Atatürk’e bakışı veya Rıza Nur’un yazdıkları. Böyle bir harman oluştu. Osmanlıcılık tahayyüllerini de bunun içine katarak bir Türkçü unsur oluşturuldu. Bu Türkçülük, biraz Osmanlıcılık’la harmanlandı. Ortaya ne çıktı? Nakşî Hâlîdîliğin en karakteristik vasfı, katı şeriatçı, Şiî Alevî düşmanlığı, devletle sürekli işbirliği içinde olmak ve devletten yana pozisyon almak. İstanbul’a çöreklendikleri günden beri sürüyor bu gelenek. Bu noktada, Türkçüsüyle, İslâmcısı veya İslâmcı görünenin arasında hiçbir farkı yok. Mesela, Işıkçı Cemaati, Türkiye gazetesi versiyonuyla, Necip Fazıl veya İskenderpaşa çizgisini Nakşî Hâlîdîlik’te buluşturabiliyorsunuz. Arvâsî de oradan geliyor. Öteki kanattan Gümüşhânevî de geliyor; hepsi aynı şemsiyenin altında buluşabiliyor. Anlayacağınız, harman bu. İdeolog: Necip Fazıl. Yani kindar ve dindar nesil. “Keşke Yunan galip gelseydi” diyen Kadir Mısıroğlu, “Cennet mekân” Abdülhamîd Han ve Nakşî Hâlîdîlik. Hepsini şöyle bir karıştırın, ortaya ne çıkıyorsa, bu yapı buraya denk düşüyor.
Bugün esip gürlüyorlar ya, yapının da karakteristiği şu: Sağcı, Sünnî ve muhâfazakâr. Bu üç kavram bunların hayatlarında simbiyotik bir ilişki içerisinde. Sağcılık Sünnîliği, Sünnîlik muhâfazakârlığı, muhâfazakârlık sağcılığı besleyen, iç içe geçmiş, etle tırnak gibi birbiriyle ilişkisi olan şeyler. Karakteristiği nedir? Güce taparlar. Gücün yanında saf tutarlar. Güçlünün diliyle konuşurlar. Güçlü gücünü kaybettiği anda, bir çırpıda satarlar. Belki ağır bir tanım olacak ama, “Allahları kitapları güçtür”. Ve aynı zamanda, o güçten elde ettikleri çıkardır. Tanrı ile ilişkileri de öyle; alacak-verecek ilişkisidir. “Bir şey verirsen, ben de yaparım” ilişkisi üzerine kuruludur. Tanrı’yı da güç üzerinden algılar. Eş’ârîlik öyledir. Bizim toprakların zihin yapısını oluşturan Tanrı tasavvuru, “Allah ne isterse yapar. Kudretinden sual mi olur?” anlayışıdır. Oysa “Allah ne isterse yapmam” diyen de bir Allah var. Ama o, onu hiç görmez. Çünkü Kur’an’da Allah gücünün sınırsızlığını söyler ama, “Bu sınırsız gücümü, âdil olmak kaydıyla ben sınırladım” der. Yani, “Benim gücüm her şeyi keyfe keder yapacağım anlamına gelmez.” Fakat o, adâlet tarafını görmez. Tanrı’ya gücü üzerinden tapınır. Devlete de, lidere de böyle tapınır. Risk almaz.
Ruşen Çakır: Sağlamcı yani.
Mustafa Öztürk: Sağlamcıdır, evet. Her zaman sağlam ata oynar. Türkiye’deki sağ muhâfazakâr seçmenin seçmen davranışlarına ve dinî düşünce yapısına bakın. Bakın bakalım birbiriyle benzeşiyor mu, benzeşmiyor mu? Sağcı, muhâfazakâr ve Sünnî. Bu üçünün karakteristik özelliği birbiriyle o kadar bağdaşık ki, birisinin bunun üzerine adamakıllı bir tez yazması lâzım.
Ruşen Çakır: O zaman şöyle bir akıl yürütme yapabiliriz: Diyelim ki, bu kesimlerin hedef aldığı birisine devlet sahip çıkarsa, geri adım atacaklar.
Mustafa Öztürk: Şimdi esip gürleme zamanındayız. Diyelim ki bir câmi mihrabından Sezen Aksu şarkısı vesîlesiyle ortaya çıkan tartışma ortamında, Sayın Cumhurbaşkanı’nın söylediği “dil koparma” meselesi üzerinden, “Cumhurbaşkanı bu konuda dil koparıyorsa, biz de kelle koparırız” diyerek bugün durumdan vazîfe çıkaranları, yarın siyâsî iktidar seçimi kaybedipdönemini tamamladığında ve yerine, seküler, Cumhuriyet değerlerine sâhip çıkan, bu söylemin tam karşısında yer alan başka bir iktidar geldiğinde, bunlardan bir tanesini bile ortalıkta görmeyeceksiniz.
Bunların bir de şöyle bir karakteri var: Güçsüz olduklarında, kendilerini müthiş acındırarak, mazlumun, mağdurun en iyi temsilini ve rolünü oynarlar. Hani bir lâf vardır: “En büyük zâlimler…
Ruşen Çakır: …Kafası kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar.” Emil Cioran’ın sözüdür.
Mustafa Öztürk: Hah, işte tam olarak bunları târif ediyor.
Ruşen Çakır: Geçen gün “İslami kesimde aforoz devri” başlığıyla yaptığım yayında, sizin ve Prof. Mehmet Azimli’nin mâruz kaldığınız linç kampanyasından bahsetmiş ve Hizbullah örneğini vermiştim. O dönemde, merhum İzzettin Yıldırım’ın cenâzesine gittiğimde, meşhur bir İslâmcı –hâlâ meşhur– bana, “Bunlar hepimizi keser” demişti. Bunu hiç unutmuyorum. Ama o kişi şimdi hiç de öyle çoğulcu bir çizgiye sâhip değil. Hizbullah olayında yaşananları detaylarıyla anlatmaya gerek yok, ama perspektif şuydu: “Bizim doğru İslâm yorumumuz var. Siz ya bize tâbi olursunuz ya da yanlış İslâm yorumuna tâbisiniz. Dolayısıyla ben size her şeyi yapabilirim” yaklaşımı.
Mustafa Öztürk: Bu, Hâricî yaklaşıma çok benziyor; gelenekte var bunun karşılığı. Hâricîliğin ilk ortaya çıkışındaki tavır böyledir “Doğru İslâm yorumu bu. Yanlış İslâm yorumu ortadan kaldırılacak, temsilcisi de ortadan kaldırılacak.” Hıristiyan’a, Yahudi’ye çoğulcu, hoşgörülü davranan Hâricîler, Hz. Ali’nin tarafında yer aldıkları ve “Bizim İslâm yorumumuzu benimsemediler” gerekçesiyle, hâmile kadının bile karnını deştiler. Sahâbîler’i katlettiler. Bu bizim geleneğimiz. Din bir kurum olup, bir gücün temerküz merkezi hâline gelince veya o dinî yapı üzerinden bir güç temsil ediliyor hâle gelince, çok tehlikeli ve şiddetli bir şeye dönüşüyor. Başından beri, bu birbirini kırma, ortadan kaldırma işi bitmedi.
1.Yezîd döneminde, Medîne’deki Sahâbîler iktidardan rahatsızlardı. Şikâyetlerini dile getirdiler. Emevîler Medîne’ye bir saldırı düzenledi. Komutan Müslim bin Ukbe. Rivâyet o ki, 300 Sahâbî kesildi. Saldıran “Müslüman Emevî” idâresi. Saldırıya uğrayanlar da Medîne’deki Sahâbiler ve çoluk çocukları. Orada yaşanan tecâvüz olaylarından dolayı, “Evlâd-ül Harre” denilen gayrimeşrû bir nesil ortaya çıktı. II. Dünya Savaşı’nda Ruslar’ın Alman kadınlarına yaptığı ve Almanya’da, şu anda Almanlar’ın da çok telaffuz etmek istemediği bir nesil vardır. II. Dünya Savaşı’ndan kalma bir nesildir. Bunun aynısını Müslüman Müslüman’a yaptı. Hicret’ten sonra, belki 65 sene sonra oldu bu işler.
Bu dinden bana bir huzur gelecekse… Geldiğim yeri söyleyeyim: Yaşadıklarımın da okuduklarımın da, tarihsel tecrübeye dâir gözlemlerimin de bunda etkisi var. Bireysel olarak yaşanır ve sizin hayâtınıza insânî, ahlâkî olarak faydası dokunur şekilde yaşanırsa, ne güzel, ne âlâ. Kamusal alana sıçrar, kamusal taleplerde bulunur, örgütlenip kurumsal hâle gelirse, buradan hayır da, huzur da çıkmıyor.
Ruşen Çakır: O zaman çok net, laiklik savunucususun.
Mustafa Öztürk: Eh günaydın. Buradan hemen beni Türkiye’deki kutuplaşma siyâsetinin o ucuz söylemleri üzerinden karşı tarafa itmek isteyenler çıkabilir. “Yaşar Nuri Öztürk gibi sen de mi karşı tarafa geçtin?” diyenler çıkabilir. Ben bunu yıllardır söylüyorum. Geldiğim yer burası. Ben Yunus Emre’nin dilindeki Müslümanlığın da laik Müslümanlık olduğunu düşünüyorum. Mevlânâ’dakinin de, Hacı Bektaş’takinin de öyle olduğunu düşünüyorum. Ama Nakşî Hâlîdîlik’tekinin öyle olduğunu düşünmüyorum. Yunus talebelerini İstanbul’a gönderip, “Arkadaşlar! Devlet bürokrasisine sızın sızabildiğiniz kadar. En güçlü devlet adamlarınızı etki altına alın” deyip devlete çöreklenme tâlîmâtı vermedi. Nakşîlik Hâlidîlik, İstanbul’daki Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra, devlet politikası olarak konuşlandırıldıktan sonra, devleti bile tâciz eder noktaya gelince, Sivas’a sürüldüler. Sebebi, devlete tasalluttu. Bugün, “Şu cemaat bu kurumu, bu cemaat bu kurumu işgal etti”… Bugün şikâyetçi olduğumuz şey var ya, yapı bu.
Sizin en başta sorduğunuz soruyla ilgili olarak, bence atlanmaması gereken bir husus daha var: Siz dün “Fethullahçılar’ın boşalttığı yerleri neden diğer cemaatler dolduramadı? Fethullahçılık’la mücâdele bitti mi, bitmedi mi?” konusunda bir yayın yaptınız. Hattâ bu konuda yazı da yazdınız. Yazıyı da, yayını da tâkip ettim.
Fethullahçılığın bu memlekete verdiği en büyük zarar, devlete sızdırdığı elemanların azlığı çokluğu değil. O elemanların arkası gelmeyince, destek alamayınca tasfiye olur. Arkasını kurutursanız 20-30 senede biter. Bence ahlâksızlık kelimesi de yetmiyor. “Haysiyetsizlik, şerefsizlik” diyeceğiz. İnsan onuruyla hiçbir şekilde bağdaşmayan huylar, davranışlar, yöntemler bıraktı gitti. Fethullahçılığın bu topraklara verdiği en büyük hasar şu: Başkaları, onların rahle-i tedrisinden geçip, “Siz bu kumpasları nasıl tezgâhlıyorsunuz? Bunun yöntemi nedir?” diye gidip ders almadılar elbette. Ama yaptıklarını gördüler, süreci tâkip ettiler. Şimdi daha kaba saba…
Ruşen Çakır: Onlar daha rafine yapıyorlardı.
Mustafa Öztürk: Evet. Fethullahçılar züccaciye dükkânına girip hiçbir şey kırmadan yapıyorlardı. Bunlar fil gibi her tarafı döküp kırarak yapıyorlar. Sizin “beceriksizlik” dediğiniz şey bu. Ama bu, beceriksizlikten dolayı mı, yoksa kendilerindeki huşûnet ve kabalıktan mı, onu da ayrıca tartışmak gerekir. Biraz önce bahsettiğiniz o arkadaşınızın, “Bunlar bizi keser, doğrar” dediği tıynetten olmasıyla alâkalı bu.
Ruşen Çakır: Genel kamuoyunda, dindar, dîne inanan kamuoyunda gözlemleriniz neler? Özellikle genç kuşaklarda ve dindar âilelerin çocuklarında dîne karşı bir sorgulama var. Yeni Şafak gazetesi yazarı ve ilâhiyatçı Talha Hakan Alp ile bir yayın yapmıştım. Onun söylediği çok çarpıcıydı: “Gençlerde dîne karşı ilgisizlik, kayıtsızlık olarak tanımlayacağımız pasif bir tepki var” diye açıklamıştı.
Mustafa Öztürk: Bugün bir arkadaşım bir video attı bana. 65-70 yaşlarında bir adam. “Bu elektrik zamlarını CHP yapıyor” diye konuşuyordu. Şaka değil bu. Türkiye’de bu algı düzeyinde yüzde 30’luk bir kitle var. Bunların din algısı da böyle. Bunlarda hiçbir şeyin değişeceğini sanmıyorum. Ama gençlerle, yeni nesille ilgili olarak şunu söyleyebilirim: Bu yeni nesil, Türkiye’deki yönetici irâdenin, siyâsî elitlerin, iktidârın sık sık kullandıkları din referanslarını, kafasının bir köşesinde tutuyor. Sonra, ortaya çıkan anti-demokratik uygulamaları, kısıtlayıcı icraatları, demokratik hakkınızı kullanarak en ufak bir eleştiri yaptığınızda kendinizi “Silivri”de bulmanızı ve ortaya çıkan siyâsî icraatlardan dolayı şikâyetlerini, hatta nefretini, gidip onların kullandıkları dinî sembol ve değer setleriyle özdeşleştiriyor. Dolayısıyla, siyâseten duyduğu tepkinin aynısını, matufiyet üzerinden, onların kullandığı semboller ve dinî değerlere olduğu gibi koyuyor. Bir böyle tepkisel bir kitle var.
İkincisi, muhâfazakârların çocukları, âileleriyle aynı çatı altında yaşasalar bile zinhar aynı dünyada yaşamıyorlar. Muhâfazakâr kitlelerle çocukları arasında bir kopuş var. Bu kopuşu derinleştiren, anne-babaların söylemleriyle eylemleri arasındaki uyumsuzluk, tutarsızlık ve ikiyüzlülük. Çocuklar bunu röntgen gibi çekip raporlarını bir kenara yazıyorlar. Bunun dışında, Türkiye’deki siyâset, öteden beri elektriğin, motorinin, her şeyin fiyatını belirlediği gibi, Türkiye’deki fikir, düşünce ve dinî hayâtın da gidişâtını tâyin edici bir etkiye sâhip. Böyle olunca, olan bitenden duyulan kümülatif rahatsızlık, dînin üzerine de çöküyor. Diyânet’e de yansıyor, ilâhiyata da yansıyor. Türkiye’de ilâhiyat artık îtibârı olan bir kavram değil. İlâhiyatçılar da değil. Diyânet hiç değil. Bunun sebebi, Diyânet’in çok kötü performansından, ilâhiyatçıların tembelliğinden, kişiliksizliğinden kaynaklanmıyor. Türkiye’de her şeyi domine eden, diğer bütün şeylere yönelik kanaati oluşturan şey, siyâsete yönelik bakış açısından duyulan memnûniyet ya da memnûniyetsizliktir. Siyâsî irâdeye yönelik tepki kamuoyunda ne kadar fazlaysa, o irâdenin temsil ettiği kavramlara, sembollere, değerlere yüklenen olumsuzluk ve olumsuz kanaat de aynı oranda birlikte yol alıyor.
Ruşen Çakır: Bir de sosyal medya olgusu var. Eskiden birtakım şeyler görünmeyebiliyordu. Ama artık herkes, en ücra yerlerde bile, cep telefonuyla dünyanın dört bir yanında ve Türkiye’de olan bitenden ânında haberdar oluyor, başkalarıyla iletişim kurabiliyor. Eski zamanlarda, çok da eski değil, ben gazeteciliğe ilk başladığım zamanlarda, insanların kültürel beslenme alanları kitapçılardı. Ama şimdi, kitapçıya gitmeden sadece online olarak her gün evinize kitap da alabiliyorsunuz, insanların videolarını izliyorsunuz, bilgi paylaşabiliyorsunuz. İstediğiniz insana soru sorabiliyor, tepki de verebiliyorsunuz. Anladığım kadarıyla sözünü ettiğimiz bu cemaatler, buraları kontrol etmeye çalışıyorlar; ama çok da başarılı olamıyorlar sanki.
Mustafa Öztürk: Fakat saldırı düzenleme, linç düzenleme konusunda başarılı oluyorlar. Çünkü halkın nelerden galeyâna geleceğini, nelere aşırı tepki vereceğini, milletin önüne birini attıklarında, onun linç edilmesi için nereye basmak gerektiğini iyi biliyorlar. Bu noktada halkın eğitilemez cehâletinin farkındalar ve bunu da çok iyi kullanıyorlar. Halk, Kur’an-ı Kerim’i, üç İhlâs bir Fâtiha dışında okumayan bir halk. Halk, yanık sesli bir hocaefendiden bir Aşr dinlemek dışında, Kur’an-ı Kerim’le bir alışverişi olmayan bir halk. Dolayısıyla, halkı galeyâna getirmek istiyorsanız, Kur’an ve İslâm hakkında, “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” gibi bir slogan ya da “hâin” demek kâfi.
Meselâ ben bu noktada, geçmişte lincime konu olan vahiy görüşümün hâlâ arkasındayım. Mehmet Azimli Hoca’ya yapılan saldırının haysiyetsizliğini anlatmak için bir şey vurgulamam lâzım; gözden kaçmasın. Bu saldırıya “ahlâksızca” demek yetmiyor, haysiyetsizce bir saldırı. Nedenini anlatayım. Mehmet Azimli Hoca 2008’de bir kitap çıkarmış. “Bu kitapta Peygamber’i yüceltmek için güzellemelere gerek yok; Peygamber’in buna ihtiyâcı yok. Ama oraya giderseniz, kitaplarda bunun tam aksini söyleyen olmadık şeyler de yazıyor” diye bir şeyler yazmış. Maksadı bu olmamakla birlikte, tek başına rahatsız edici bir cümle. Rahatsız olanlar olmuş. Hoca da farkına varmış, o bölümü, eserin 4. baskısından yani 2011’den îtibâren kitaptan çıkarmış. Sonra kalkıp özür dilemiş. “Bu ifâdelerde maksadım bu değildi, ama maksadı aşan bir ifâde olmuş” diye zarûrî açıklama yapmış. Siz neyin peşindesiniz? Bu kadar haysiyetsizce, kalleşçe vurulur mu?
Ruşen Çakır: Yıllar sonra…
Mustafa Öztürk: Yıllar sonra hem de. Bunlar, Kur’an-ı Kerim’de ahlâktan, insanlıktan, vicdandan, haysiyetten, şereften söz eden Âyet-i Kerime’lerin, kim için, ne zaman, niçin kullanılacağına, kimin hayâtında karşılık bulacağına dâir en ufak bir hassâsiyet taşıyan insanlar değil.
Biraz önce, “Hem üniversiteden ayrılışım hem geri çekilişimin nedeni, bunlarla aynı söz içerisinde yer almamak arzusuydu” dedim. Dolayısıyla, benim Kur’an-ı Kerim’e olan imânımda da, Allah’a olan bağlılığımda da, nev-i şahsıma münhasır bir tek bağlılığım, âidiyetim var. Benim artık hiçbir kurumsal, büyük “İ” harfiyle yazan İslâm ve büyük “M” harfiyle yazılan Müslümanlık ve Müslümanlar’la bir bağım yok. Sünnîlik’le filan hiçbir bağım da kalmadı. Benden uzak, Allah’a yakın olsunlar. Hüseyin siz olun, Yezîd ben olayım, hiç önemli değil, benim yakamdan düşün. Artık bende böyle bir soğuma ve uzaklaşma oldu. Bu açıdan bakıldığında, Mehmet Azimli Hoca’ya yapılanın, insanlıkla uzaktan yakından îzâhının olmadığını düşünüyorum. Hoca geri adım attı. Ben atmadım. O tartışmada, 5-6 kişinin birlikte yürüttüğü bir konuşma sırasında, kışkırtıcı bir iki soru üzerine… Bir de, biz bize konuşuyoruz. Doktora dersi değil, yüksek lisans dersi değil, lisans dersi hiç değil, özel bir ortamdayız. “Allah böyle böyle konuşur mu?” dediğimde, o konuda kullandığım özel ortamdaki üslûbumu gözden geçirmekle mükellefim. Bu konuda gelen eleştirileri kabul ettiğimi de söyledim. Ama vahiy mâhiyeti konusundaki görüşlerimden zerre kadar ödün vermiyorum. Üç İhlâs, bir Fâtiha okumak dışında Kur’an’la bir hukukunuz olmazsa, benim ne dediğimi anlayamazsınız. Ben Türkiye’nin gündemine böyle bir tartışma konusunu koymakla yanlışlık yaptım. Ama bu tartışmayı milletin gündemine ben sokmadım ki. Benim mahremde yaptığım konuşmam birdenbire birileri tarafından servis edildi.
Ruşen Çakır: En son, Cübbeli’nin, Diyanet’in bastırdığı Caferî İlmihali eseri üzerinden bir çıkışı oldu. Türkiye’de, sayıca az da olsa Caferîler var. Ama çok daha fazla olan Alevîler var. Türkiye, 70’li yıllarda bu mezhep meselelerini kötü bir şekilde yaşadı. Her an, “Bu fay hattında bir şey olur mu olmaz mı?” diye düşünülüyor. Tabii sayıca çok olana bakmamız gerekiyor. Türkiye’de Caferî’nin veya Alevi’nin meydan okuması gibi bir şey yok. Şimdi yeni yeni bunları görmeye başladım. Bu linç kapsamının içerisinde bunlar da var. Meselâ El Kaide, zamanında Şiîliğe tavır almazdı. Ama daha sonra, Irak’taki El Kaide’nin başına geçen Zerkavî, Şiîler’e saldırdı. Bu nedenle, bu mezhep meselesi özellikle Suriye ve Irak’ta da yaşanıyor. Bu mezhep meselelerinin, genellikle de kötüleyerek ve alarm verilir gibi konuşulması beni çok tedirgin ediyor.
Mustafa Öztürk: Tedirgin olmayın. Evet, biz insânî olarak bu toplumda tedirgin olmakta haklıyız. Tedirgin olmak değil de, şaşırmayın diyeyim. Bu, sürpriz değil. “Şu anda Türkiye’de her şeyi tâyin edici, yönlendirici ana unsur siyâset” dedim biraz önce. Siyâsetteki gidişat, özellikle iktidar-muhalefet ilişkileri açısından bakılırsa, ne üzerinden yürüyor? Meselâ, krizi sürekli krizle öteliyorsunuz. Bir krizi başka bir kriz yaratarak, kriz bağımlılığı oluşturarak toplumu sürüklüyorsunuz. Senelerdir böyle. Sükûnet hâli, insanlarda sağduyulu düşünmeyi getirecek. Sağduyulu düşündüğünüzde de, “Bu niye böyle?” diye sorgulanacak. İnsanların kendi kendine oturup sağduyulu bir şekilde bu sorgulamayı yapmalarına fırsat vermemek için, krizi krize bağlayarak, sürekli bir krizden başka bir krize sıçrayarak, milleti “kriz manyağı” yaparak götürürseniz –sizin “kutuplaştırma siyâseti” dediğiniz şey–, bâzı arkadaşlar burada bu görevi îfâ etmekle mükellef olur. Bugün Azimli Hoca’ya vuralım. Yarın Caferîliğe vuralım. Öbür gün Alevîliğe biraz lâf sokalım. Sürekli kriz kaşıyalım, kriz yaratalım ki insanların, olan bitene, Türkiye’nin gerçek meselelerine dâir, zihinlerini yoğunlaştırıp “Ne oluyor?” demeye fırsatları olmasın. Sürekli kriz yaratma ikliminin aktörleri ya da kadrolu elemanlarıdır bunlar. Sen Caferîliği yeni mi keşfettin arkadaş? Azimli Hoca’nın kitabında bilmemne yazdığını bugün mü hatırladın? Sezen Aksu’nun şarkısında Hz. Âdem’e hakaret edildiğini bugün mü keşfettin.
Ruşen Çakır: Zaten hakaret yok orada.
Mustafa Öztürk: Evet, hakaret de yok o sözlerde. Peki, neden oluyor bunlar? Çünkü krizi krize bağlayarak, milleti “kriz manyağı” yaparak… Biz buna… kasaba yankesicilerinin bilindik bir tezgâhı vardır: “Cambaza bak” meselesi. Bu işin tellâlları bunlar. Size belki rasgele geliyor, ama bana hiç öyle gelmiyor. Amaç, belli bir kitleyi, ülke gündemindeki krize karşı sürekli müteyakkız tutmak. Çünkü krizsiz kalırsa, gerçek sorunlara eğilmek ve birtakım şeyleri sorgulamak zorunda kalacak. Fakat bu sorgulamanın sonuçları başka mahfillerde rahatsızlık yaratacak. O zaman onun önüne olmadık şeyler sürüyorsunuz.
Ruşen Çakır: O zaman, Türkiye koca bir Survival sahnesi olmuş durumda. İnsanların hayatta kalması, sizin gibiler, bizim gibiler –ki biz de gazeteci olarak sağdan ve soldan linç yedik– ilâhiyatçılar, siyasetçiler… Mesela Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala kaç yıldır içeride. Bütün bu yapılanlara rağmen ayakta kalabilmek ve hayatta var olabilmek gibi bir mesele söz konusu. Allah sonumuzu hayır etsin.
Mustafa Öztürk: 150 yıldır, Tanzîmat ve yenileşme hareketlerinden beri, “Bu ülkenin geleceği, istikbâli nereye yönelerek kaim olur?” sorusuna, biri “Batı” dedi, öbürü “Doğu’ya” dedi. Bir başkası “Şerîata”, öteki “İnsan haklarına, Batı değerlerine” dedi filan. Bu çatışma ve zıtlaşma, bütün sertliğiyle, onar, yirmişer yıllık rövanş dönemleri ve “devr-i sâbıklarla” gidiyor. Şimdi bu söylediklerime birileri kızacak. Bugün yaşadıklarımızı tetikleyen, besleyen ve bizi bugünlere getiren faktörü söyleyeyim: Ben “28 Şubat”ın da mağduruyum. Ferit Bernay Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nde rektörken, 99’da, 2000-2001’de ne oldu diye gidip bir bakın, çok trajedi göreceksiniz. Sâdece sağcı oldukları varsayılan, asistanlardan doktora öğrencilerine kadar 60-70 kişinin görevine son verildi. Normalde, İdare Mahkemeleri memurların lehine karar verir. O dönemde bir tânesi bile lehte karar çıkaramadı. 2002’de AK Parti iktidâra geldi. Ondan sonra bu insanlar Danıştay kararıyla tek tek görevlerine döndü. O dönemin mağduru olarak ben soluğu Adana’da aldım. Samsun’da işim bitmişti. O yıllarda yapılan Cumhuriyet mitingleri, o bitmez tükenmez, sermayeye dönüşen başörtüsü meseleleri, yapılan bütün bu işler bir “devr-i sâbık”a yol açtı. O “devr-i sâbık”ı bugün bize bunlar yaşatıyor. Ama ilginç olan, hem o dönemde yaşadım, hem bu dönemde yaşıyorum. Ama burada daniskasını yaşıyorum.
Şimdi Sayın Kemal Kılıçdaroğlu “Helâlleşelim” de dese, “Devr-i sâbık olmayacak” da dese, bu “endîşeli muhâfazakârlar” geyiği var ya, hani “Onlar gelirse bize ne yapacaklar?” meselesi… Çünkü belli, geliyor; hiçbir şey sonsuza kadar süremeyecek. Sanırım, bilenmiş çok insan var. Ben buna üzülüyorum.
Ruşen Çakır: Kısırdöngüden bahsediyorsunuz.
Mustafa Öztürk: Bu ülkenin mukadderatı, devr-i sâbıklarla, birbirini yiyip tüketmelerle bitecek. Babaannemin bir tâbiri var, denk geldi: “Uğuna uğuna geberip gideceğiz, gün görmeden”. Şimdi senin sözünle de bitireyim: Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.
Ruşen Çakır: Evet, söyleyeceklerimiz bu kadar. Mustafa Öztürk’le, çok anlamlı –keyifli diyeceğim ama keyifsiz– konuları konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. İyi günler.
Mustafa Öztürk: Ben teşekkür ederim.