Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (105): Kılıçdaroğlu’nun Diyarbakır mesajları, iktidarın diplomasi trafiği, Çiller’in açıklamalarının perde arkası

Ruşen Çakır ve Kemal Can“Haftaya Bakış”ın bu bölümünde, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu‘nun Diyarbakır’daki mesajlarını, iktidarın diplomasi trafiğini ve eski başbakanlardan Tansu Çiller’in açıklamalarının perde arkasını değerlendirdi.

Yayına hazırlayan Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba. 

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Sen hâlâ anayurdun Ankara’dasın. Ankara’da hava koşulları genellikle tersi olur, Ankara daha soğuktur; ama biz burada karla cebelleşirken sen orada nispeten daha rahatsın. Biz istersen hava durumu daha iyi olan Diyarbakır ve Güneydoğu’yla başlayalım. Çünkü Kılıçdaroğlu bugün Diyarbakır’daki programını bitirip Siverek’e, sonra Şanlıurfa’ya geçti. Gece de İstanbul’a gelecekmiş. Bayağı yoğun bir program, izlemişsindir, Medyascope Ankara temsilcimiz Hıdır Göktaş, Diyarbakır muhâbirimiz Ferit Aslan’la berâber çok iyi iş çıkartıyorlar. Halka açık ve kapalı toplantıların hepsinden haberdar oluyoruz. Zaten haberlerin büyük bir kısmını da sayfalarımıza koyuyoruz. 

Gördüğüm kadarıyla, Kılıçdaroğlu, beklediğini ve beklediğinden daha fazlasını buluyor gibi. Biliyorsun, daha önce yapmayı düşündüğü Diyarbakır programını iki kere iptal etmişti. Çünkü çok hassas bir konu. Aslında bu ziyâretin Ankara Bilkent Otel’deki 28 Şubat Zirvesi’nden sonra olması, sanki daha isâbetli oldu gibi geliyor. Kılıçdaroğlu hemen hemen herkesle konuşmuş, görüşmüş. Aralarında aşîretler de var. Bin küsur kişiyle yemek de yemiş, bir grup insanla sabah kahvaltısı da yapmış. Tahir Elçi’nin eşi Türkân Hanım da var, Belediye Başkanı Selçuk Mızraklı’nın eşi de var, başkaları da var… HDP binâsı önünde eylem yapan Diyarbakır Anneleri’nin temsilcileriyle, HDP il binası önünde değil ama yanılmıyorsam Öğretmen Evi’nde buluşmuş. Verdiği mesajlar da çok açık ve net. Açık açık “Bizi affetmenizi istiyoruz” diyor. Helâlleşme kapsamında yaptığı etkili bir yaklaşım bu.

Ben, Kılıçdaroğlu’nun Diyarbakır ziyâretinin hemen öncesinde, Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Mehmet Kaya ile İstanbul’daki stüdyomuzda bir yayın yaptım. Mehmet, Diyarbakır programından da bayağı haberdardı. Bölgenin nabzını çok iyi tutan bir isimdir. Bana şöyle bir şey söylemişti ki bence çok kritik: Kürtler artık iktidarda olmak, iktidârın parçası olmak veya merkezde olmak istiyorlar. Yani dışlanmak istemiyorlar. Aynı zamanda, bu nedenle HDP’yi de dışlamıyorlar. Ama bir şekilde kendilerini iktidâra taşıyabilecek ya da iktidarda kendi taleplerini ciddiye alabilecek partilere ilgi duyuyorlar. Hattâ Mehmet Kaya, ilk kurulduğu zaman İYİ Parti’nin de böyle olduğunu, ama sonra İYİ Parti’den gelen birtakım açıklamalar nedeniyle bayağı bir soğukluk oluştuğunu söyledi. CHP’nin, bu anlamda bölgede yıldızının parladığını, bölgedeki birçok Kürt seçmenin gözünde ikinci parti olduğunu söyledi. Yani diyelim ki HDP’ye veya AKP’ye oy veriyor, ama HDP veya AKP olmasa CHP’ye oy verecek. Bu anlamda da kendilerinin iktidâra ve merkeze ulaşabilmelerinde CHP’yi önemli bir aktör olarak gördüklerini söyledi. 

Hatırlarsın, 70’li yıllarda CHP bölgede, Kürtler nezdinde bayağı bir vardı. Ecevit zamanlarında, oranın da duvarlarına “Umudumuz Ecevit” yazıları yazılmıştı. Orada merkez sol bir damar hep var. Ama 80 sonları-90 başları îtibâriyle, özellikle SHP’nin Kürt siyâsetçilerle yaşadığı kırılmalarla ve Kürt Konferansı’ndan sonra işin rengi değişti, biliyorsun. Şimdi yeniden bir rehabilitasyon ve bir yakınlaşma gibi bir olayın olduğunu söylüyor. Ama tabii ki CHP’nin orada ikinci parti olacağını kimse beklemiyor. Yani insanların ikinci partisi olabilir, ama sandıktan çıkacak ikinci parti olmasını beklemiyorlar.

CHP daha önce sâdece Şanlıurfa’dan milletvekili çıkarabilmişti. Fakat Rawest’in yaptığı araştırmalarda, CHP’nin şimdi birtakım illerde de milletvekili çıkarabilme ihtimâlinin olduğu söyleniyor. Kılıçdaroğlu’nun buluşmasının, sembolik olmanın ötesinde bir anlamı var sanki. Ne dersin?

Kemal Can: Evet. Özellikle Kılıçdaroğlu’nu vurgulaman önemli. Çünkü CHP’nin bir parti olarak bir ivme sağladığı birtakım araştırmalarda çıkıyor. En azından eskisi kadar problemli bakılmayan bir partiye dönüştüğü söylenebilir. Ama özel olarak Kılıçdaroğlu’nun daha farklı konum edindiğini düşünüyorum. Dolayısıyla bu, CHP’nin bölgedeki etkinliğinden çok, Kılıçdaroğlu’nun son dönemde attığı adımların, özellikle “helâlleşme”söylemini bu meseleyi de içine alan bir şekilde genişletmesinin nasıl yankı bulduğuyla ilgili birtakım göstergeler vermesi açısından ilginç. 

Sen geçmişten bahsederken, 80’lerin sonu 90’ların başı demiştin. Kılıçdaroğlu’nun “Özür diliyoruz. Bizden kaynaklanan eksiklik” dediği şey, aslında otuz yıllık bir parantezi içeriyor. Ben bu geziyi takip edemedim, ama çeşitli zamanlarda bölgeye gittim. Asıl önemli olan şu: Senin dediğin dönemlerde, yani Erdal İnönü’nün SHP’nin başında olduğu dönemlerde ve 87-91 seçimlerinde bölgeye yaptığı neredeyse bütün gezilere katılmıştım. O tarih aralığı önemli bir dönemdi. Orada, bölge halkının, ağır bir “80 travması” geçirmiş, Diyarbakır Cezaevi deneyimiyle ve çok ciddî insan hakları ihlâlleriyle hayli yaralanmış insanların, tamâmen kendi dışlarından bir siyâsî aktöre, Erdal İnönü’ye nasıl bir ilgi gösterdiklerini bizzat görmüştüm. Bugünkü geziyi tam yerinde gidip izlemediğim için bilmiyorum, ama o dönemle kıyaslandığında, aynı coşku olmasa bile yeniden bir iyileşme emâresi verdiğini görebiliyorum. Zâten, asıl olarak görülmek istenenin, tartılmak istenenin de bu olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda da başarılı bir ziyâret gibi duruyor. 

Kılıçdaroğlu’nun, özellikle Kürt meselesiyle ilgili şimdiye kadar söylediklerinden çok ileriye giden, çok çarpıcı ve yeni şeyler söylemesini kimse çok fazla beklemiyordu. Zâten öyle de olmadı. Sâdece bazı söylediklerini daha somutlaştırdı, açıklık kazandırdı, onu daha sembolik birtakım temaslarla ete kemiğe büründürdü. Sen de işâret ettin: Bazı özel görüşmeler, bazı genel toplantılar, aslında söylediği sözlerin hem sâhiciliğine hem somutlaşmasına işâret eden çıkışlardı. 

Özellikle en temel ayrım noktası şuydu: Bir süredir iktidârın ve bizzat Erdoğan’ın, çok belirgin biçimde, bir Kürt meselesinin olmadığını söylemeleri ve oradaki insanların sorunlarına sırtlarını dönmüş bir iktidar tablosu karşısında, “Sizin bütün sorunlarınıza, dertlerinize ve bunları birlikte çözmeye tâlibim” demesi bence önemli bir şeydi. Orada değerlendirmeler yapan insanlardan aldığımız izlenimler doğrultusunda, bunun bir karşılık bulduğunu, en azından ilgisiz kalınmadığını anlıyoruz. Çünkü özellikle “altılı masa”, ondan sonraki süreç, HDP’yi dışarıda bırakmak mecburiyetinde kalınması gibi gelişmelerin, muhâlefet ittifakının bölgedeki sıcaklığını kaybetmesine neden olabileceği ve bir kırgınlığa yol açabileceği konusunda yorumlar da vardı. Hâlâ bunların bir kısmı geçerliliğini devam ettiriyor. Sâdece CHP demiyorum, ama özellikle Kılıçdaroğlu’nun bu konuda dengeleyici ve tamamlayıcı figür olarak eksiği başka yollarla telâfî etmeye niyeti olduğunu gösteren bir tutum sergilediğini ve bunun da pozitif bir cevap aldığını düşünüyorum. Dediğim gibi, Kılıçdaroğlu’nun, çok yüksek iddialar, çok yüksek sözler söylemesi zâten pek beklenmiyordu. Ama bazı şeylere içerik kazandırdı. Bunlardan biri “helâlleşme” meselesiydi. 

Helâlleşme meselesi ilk ortaya atıldığında, Kılıçdaroğlu bunu ilk kez telaffuz ettiğinde, büyük ölçüde muhâfazakâr kesimlere dönük bir söylem olarak değerlendirildi, öyle yorumlandı. Ama Diyarbakır gezisiyle buna çok daha geniş bir anlam yüklediğini, önemli bir mesele olarak Kürt meselesini ve Kürt sorununu bu kapsamın içerisinde düşündüğünü, burada biraz önce söylediğim otuz yıllık paranteze dâir bir tür özeleştiriyi de vermekten ve bununla yüzleşmekten kaçınmayacağını söylediği bir noktaya geldiğini görüyoruz. Bu, önemli bir aşama. Çünkü o otuz yıllık parantezin içerisinde 90’ların başındaki, “Haziran Kararnâmeleri”olarak adlandırılan ve devlet politikası olarak Kürt meselesinin yeniden sertleştiği süreç bulunuyor. 80’lerin sonunda daha barışçıl olarak yumuşayacağı varsayılan bir sürecin, 90’lar boyunca fâili meçhul cinayetlerle ve köy boşaltmalarla devam eden, çok sert ve çok daha sıkıntılı bir sürece evrilmesine en azından ses çıkartmadan duran bir siyâsî parti hüviyetinden, şimdi, bu meseleleri hem kendi hatâlarıyla hem de bir sorun olarak önüne koyup, yüzleşme cesâreti gösteren bir tutuma geçmiş oluyor. 

Bu otuz yılın yirmi yıllık döneminde olan AKP iktidârının, en azından on yıldır Kürt meselesini bir tür politik manivela olarak kullanıp, Kürtlerin oylarını onları iktidâra dâhil ederek değil, onların adına birtakım şeyleri destek karşılığında yapabileceği vaadiyle yürütmesinin ve o bölgede bir dönem en etkili birinci parti hâline gelmesinin de bugün îtibâriyle son demlerini yaşadığını görüyoruz. Belki AKP’nin bölgede dindar ve muhâfazakâr Kürtler üzerinde hâlâ bir etkisi olduğu söylenebilir. Ama artık, Kürt sorunuyla ve genel olarak Türkiye’nin bütün sorunlarıyla ilgili benzer biçimde sıkıntılar yaşayan bölge insanı açısından, AKP’nin câzip bir politik seçenek olmaktan çıkmaya başladığını görüyoruz. Bu iktidar, bütün Türkiye seçmeninin sorunlarında olduğu gibi, o bölge seçmeninin de herhangi bir sorunuyla ilgili bir çözüm adresi olarak konumlandırmıyor kendisini. Hiçbir sorunda konumlandırmadığı gibi, bu sorunda da konumlandırmıyor.

Ruşen Çakır: Kemal, bu gezinin başarısının bir göstergesi de Devlet Bahçeli’nin gösterdiği tepki belki de. Bahçeli, Twitter hesabından “Bu gezi, Antalya Diplomasi Forumu’nda bir araya gelen Rusya Dışişleri Bakanı ile Ukrayna Dışişleri Bakanı’nın ateşkes ve barış arayışını kundaklama girişimidir ve dış bağlantılı siyâsî bir operasyondur” diye paylaşmıştı. Kılıçdaroğlu da onu bir gülücük emojisiyle retweet etti. 

Buradan dış politikaya geçelim. Türkiye’de şu sıralar hızlı bir diplomatik hareketlilik var. Ne zamandır böyle bir şey görmüyorduk. Bunu görmüyor olmamızın nedeni de, dünyanın, özellikle Batı ülkelerinin Erdoğan’dan çok fazla memnun olmamaları, hoşlanmamaları veya Erdoğan’ı istememeleriyle alâkalıydı bence. Ama şimdi bakıyoruz, bir yanda, Antalya Diplomasi Forumu’nda yapılan toplantı var. İsrail Cumhurbaşkanı yıllar sonra Türkiye’ye geliyor. Yunanistan Başbakanı gelecek, Almanya Şansölyesi gelecek. Böyle acayip bir dinamizm var. Bu konuyu dün Aydın Selcen’le yaptığımız yayında değerlendirdik. Bugün de Kadri Gürsel’le yayında uzun uzun konuştuk. Belki tekrar olacak, ama şöyle bir akıl yürütüyorum: Nasıl ki AKP, ilk yıllarında sistemden gördüğü direnci kırmak için uluslararası sistemi arkasına almak istediyse, şimdi de toplumdan göremediği desteği bir ölçüde alabilmek için, Erdoğan tekrar dünyaya yönelik birtakım pozitif mesajlar vermeye çalışıyor diye düşünüyorum. Ama bu, Kadri’nin aklına pek yatmadı, onu da söyleyeyim.

Bunu da şu nedenle söylüyorum: Sonuçta seçmen oy vereceği kişinin gücüne bakıyor. Hani “Çok hızlı bir diplomasi trafiği var. Bu kadar lider Türkiye’ye geliyor. Erdoğan, Biden’la da telefon görüşmesi yaptı. Bu görüşmeden sonra belki Biden yaptırımları bile kaldırabilir…” havası yaratılmaya çalışılıyor. Meselâ dün gördüm: Erdoğan’ın Biden’la telefon konuşması üzerine, AKP’nin bazı milletvekilleri öyle paylaşımlar yapmışlar ki… Büyük bir mûcize gerçekleşiyormuş gibi, çok heyecanlanmışlar. Çünkü bence şunu göstermeye ihtiyaçları var: “Bakın, Erdoğan’ı görüyorsunuz”. “İçeride ekonomi kötü olabilir; ama hâlâ dünyada, Almanya’da seçilen yeni şansölye de, Yunanistan’da bana meydan okuyan başbakan da, ‘one minute’ deyip yıllarca sırt çevirdiğim İsrail’in cumhurbaşkanı da Türkiye’ye geliyor” gibi bir hava yaratmaya çalışıyor ve buradan içeride kaybettiği gücü de toparlamaya çalışıyor. Dış politikada reel-politiğe dönüyor. Ama bu, iç politikada demokratikleşmeye ve toplumun taleplerini karşılamaya yöneleceği anlamına gelmiyor. Sen demin bahsettin, zâten istese de, artık o sorun çözme şansını içeride kaybetmiş bir iktidar var.

Kemal Can: Kadri (Gürsel) değerlendirmene katılmamış, ama ben sana katılabilirim. Şu açıdan katılabilirim: Erdoğan’ın politik tarzında, farklı odakları –bunların birbirinin dengi odaklar olması gerekmiyor– birbiri için kullanma becerisi ya da alışkanlığı çok yaygın. Tıpkı Rusya’yla Amerika’yı S-400 meselesinde veya benzeri başka meselelerde, birbiri arasındaki çelişkilerde, arada durarak, birini diğeriyle tehdit ederek, gerekirse o ilişkileri zorlayarak, nasıl fırsatlar üretmek istiyorsa, aynı şekilde, senin söylediğin gibi, bâzen iç politikadaki gücünü ve alternatifsizliğini dışarıdaki aktörlere, “Benden başka şansınız yok, Türkiye’yle bir şey yapacaksanız benimle yapacaksınız. Çünkü buradaki tek alternatif benim. Beni değiştirebilecek bir iç politik dinamik yok” diyerek senelerce idâre etti ve dışarıyla ilişkisini bunun üzerine kurdu. Pek çok Batılı gözlemci, “Tamam, Erdoğan’la ilgili sorunlarımız var; ama ne yapalım ki onunla yürümek zorundayız” dediler. Bunun en çarpıcısı Merkel’in siyâsetiydi. Aynı şekilde tersi de bugün senin söylediğin gibi geçerli. İçeride de, “Bütün dünyada en sözü geçen ve herkesle teması olan benim. Bakın, hepsi de benim ayağıma geliyor. Dolayısıyla bu, hâlâ gücümü koruduğumu gösteriyor” yaklaşımı. Böyle zorlu bir döneme giren dünyada, böyle bir politik pozisyon ve bir güç tâzelemesi, içeride de politik desteği en azından mevcut erimesinin sınırında tutacak bir şey olarak düşünüyor olabilir. Zâten bu, böyle gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinden bağımsız olarak, Erdoğan’ın akıl yürütme biçimine gayet uygun. O açıdan senin değerlendirmeni destekliyorum. Gerçekten de böyle yorumlamaya çalışıyor. İktidâra yakın çevrelerin abartılı değerlendirmelerinin altında da, “Bakın, bizle sorunu olan, bu iktidarı devirmeye çalışanlar, şimdi birer birer nedâmet getirip kapıda sıraya giriyorlar” havası yatıyor. Ama bunun niye olduğunu anlatacak bir cümleleri yok. Yani, Erdoğan ne yaptığı için daha öncekiler nedâmet getirdiler ve sıraya girdiler? Erdoğan neyi başardığı, neyin daha güçlü olduğunu gösterdiği için onlar geri adım atarak kapıya gelmeye kalktılar? Bunların cevâbı yok. Ama bu cevâbı arayan kimse de yok. Mesele şu: “Geliyorlar mı? Geliyorlar. İşte bunu gösteriyoruz. Bakın, herkes bizim kapımıza geliyor. İsrail de geliyor.” 

Bazen muhâlefet şunu kullanmaya çalışıyor: “One minute’ten nasıl bugüne geldin? İsrail Başbakanı geliyor, Almanya Şansölyesi geliyor, Yunanistan Başbakanı gelecek. Sen daha önce bunlarla başka bir noktadaydın, şimdi nasıl oluyor?” Kezâ Birleşik Arap Emirlikleri’yle de öyle. Ama bir kısım seçmen ya da politik tercih yapacak güç merkezleri, bu çelişkiyle çok ilgilenmiyor. İktidârın ve özellikle de Erdoğan’ın gücünü koruyup korumadığı, birtakım aktörlerin artık onu gözden çıkartıp çıkartmadığına ilişkin işâretlere bakıyor. Bundan dört-beş sene önce, Erdoğan’ın dış politikada çok yoğun biçimde sert tutum aldığını ve neredeyse her yerde problem çıkarttığını hatırlarsın. Doğu Akdeniz’den Avrupa’yla ilişkilere, Amerika’yla S-400 krizinden Suriye konusuna kadar pek çok alanda gerilim politikası uyguluyordu. Pek çok dış aktörün artık Erdoğan’la ipleri koparttığı ve onunla çalışmak istemediği fikri çok yaygın bir biçimde hâkim olmaya başlamıştı. Bu, iktidar erimesinde, oy kaybında birincil faktör değildi, ama etkili faktörlerden biriydi. Şimdi bunu tersine çevirmeye çalışıyor. Çünkü senin söylediğin gibi, diğer meselelerde, yani ekonomiyi düzelterek, Türkiye’nin birtakım toplumsal sorunlarını çözerek, kendi yarattığı bu otoriter gerilimi hafifletip daha yumuşak bir reformist politikaya dönerek çözebileceği bir şey yok. Zâten hep değerlendirdiğimiz gibi, gücünü koruyabileceği ve onu değiştirecek bir alternatifin doğmadığı fikrini, içeride ve dışarıda canlı tutmaya yönelmiş bir strateji yürütüyor. Dolayısıyla, dış politikada atılan adımların ve bu aktif diploması ataklarının, iç politikayla çok yoğun ilgisi olduğu kanaatindeyim. Bu anlamda sana katılıyorum.

Ama bunun içeride alabileceği sonuç konusunda çok emin değilim. Benim senden ayrıldığım nokta, dışarıdan bakıldığında, bunun bir karşılığı olduğu kanaatindeyim. Daha önce birkaç kez “Haftaya Bakış”ta konuşmuştuk bunu. Hakîkaten, Erdoğan’ın içeride kullanmaya çalıştığı şeyin dışarıda geçerli olduğu bâzı noktalar da ortaya çıkmış durumda. Yani bâzı dış aktörlerin hâlâ Erdoğan’la çalışmak konusunu bir seçenek olarak önlerine koyduklarını ve değerlendirme alanında tuttuklarını, yani ona “topal ördek”muamelesi yapmadıklarını da düşünebiliriz. O aktörlerin politik gerekçeleri pek çok açıdan buna uygun olabilir ve bu süreç Erdoğan’ın ve iktidâra yakın çevrelerin bu yorumlarını köpürtmelerine imkân verecek biçimde bir süre daha devam edebilir. Ben, o konunun özellikle dış odakların yaklaşımı açısından öyle bir tarafı olduğunu düşünüyorum açıkçası.  

Ruşen Çakır: Bu söylediğini Aydın Selcen de söyledi. Diplomasiden gelen birisi olarak bu konuya daha fazla hâkim, takdir edersin ki. Aydın, “Yaparsa Erdoğan yapar” cümlesini çok kullanıyor. Dışarıdaki birçok insan için bunun pekâlâ geçerli olabileceğini ve bu son hamlelerinin de böyle olabileceğini söylüyor. 

Aydın’la yaptığımız yayında özellikle muhâlefeti konuştuk. Bir tarafta Türkiye diye bir realite var ve dünyanın tüm önemli güçleri Türkiye’yle ticâret yapmak, stratejik ilişkiler kurmak zorunda. Ama karşılarında Erdoğan var. Bir taraftan da, Erdoğan’ın desteğinin azaldığını hepsi biliyor. Ama yerine kim gelecek, yerine gelecek olan kişiler gerçekten berâber çalışabilecekleri birileri mi? Ortada böyle bir soru var. Arkasından konuşmak gibi oluyor, ama Kadri’yle bunu konuşurken, “Muhâlefet dış politikada kendisini göstermiyor” dedim, “Olur mu ya?” dedi. “Ne yapıyor?” dedim, “Çok iyi temasları var” dedi. Ben “Tamam, Erdoğan var. Çok sevmesek de çalışıyoruz. Ama öte yandan, yeni bir muhâlefet bloku var, içerisinde şuvar, buvar. Bunlarla şöyle çalışırız” gibi bir yaklaşımın hâlâ oluştuğunu sanmıyorum. 

Bir de, Aydın’la yayında şunu konuştuk: İYİ Parti, içerisinde Müsavat Dervişoğlu, eski Büyükelçi Ahmet Erozan, Bilge Yılmaz’ın olduğu altı kişilik bir grup hâlinde Washington’a bir çıkarma yapacaktı. Sonra çok basit bir nedenle görüşmeler iptal oldu. Olayı biliyorsundur: Bir toplantıya, “Henri Barkey’i görüşmeye çağırmayın” demişler. Onlar da “Siz bize kimi çağıracağımızı nasıl söylersiniz?” deyince ortalık karışmış ve bütün gezi iptal olmuş. Yani İYİ Parti o çıkarmayı yapamadı. Washington’da da gazetecilik yaptığım için, az buçuk işlerin nasıl yürüdüğünü biliyorum. Bu çıkarmanın tanıtımını gördüğüm zaman, “Nihâyet akıl etmişler” dedim. Sonuçta bu, iktidâra yürüdüğünü düşünen bir partinin yapacağı bir şey. Erdoğan, zamânında AKP’yi kurmadan önce ve kurduktan sonra bunu yaptı. Her ne kadar diğerleri yapınca lâf etse de, kendileri de yaptı. Bu çok normal. Çünkü Türkiye gibi bir ülkeyi yönetmeye tâlipsen, Brüksel’le, Washington’la, Londra’yla, Moskova’yla, Pekin’le, kim olursa olsun hepsiyle bir temasının olması lâzım. Ama ben bu konuda da muhâlefette çok ciddî bir eksiklik olduğu kanısındayım. Kadri, “Yok öyle bir eksiklik” diyor, ama bence var. Neyse… O konuda söyleyeceğin bir şey var mı? Güzel dedikodu yapıyoruz!

Kemal Can: Evet, bence de. Kadri’nin televizyon programları açısından biraz pozitif yorumlara yatkın olmaya başladığını görüyorum. Diyelim ki dış aktörler başka seçenekleri de dosyaya koyuyor. Ama işin şöyle bir tarafı var: Bunu çeşitli zamanlarda konuşuyoruz, şu anda Türkiye’de ne iktidarın eğilimleri açısından ne muhâlefetin tercihleri açısından yoğun bir yakın seçim baskısı oluşmuş değil. Dolayısıyla bir-bir buçuk yıl içinde, muhtemelen zamanında bir seçim olasılığı daha yüksek. Pek çok dış aktör açısından, bir sene, bir buçuk sene gibi süreler öyle gözden çıkartılabilir, “Hele yenisi gelsin onunla çalışalım” denmeyecek kadar akut bazı problemler içeriyor. Dolayısıyla bunların içerisinde hâlâ Erdoğan Türkiye’sinin, Erdoğan’ın yönettiği Türkiye’nin ve Erdoğan’ın önemli bir rolü var.

İkinci nokta ise bence şu: Bu, Birleşik Arap Emirlikleri meselesinde de, başka meselelerde de oldu, belki şimdi Amerika’yla çok daha net biçimde oluyor: İçeride biraz zayıflamış olan Erdoğan’ın, kendilerine olan ihtiyâcının arttığını gören birtakım aktörler, onunla bu zeminde masaya oturmanın daha elverişli olduğunu da düşünüyor olabilirler. Bu, pek çok aktör için bu süreci hızlandıran faktörler arasında düşünülebilir. Tabii ki buradaki al-ver ilişkisinde, öncelikleri farklı olacaktır. Erdoğan bunu büyük ölçüde iç politikada kullanabileceği maksimum imkân olarak değerlendirmeye çalışacaktır. Elbette ki o aktörlerin çoğu da, kendi ihtiyaçlarını Türkiye üzerinden daha kalıcı bir şekilde çözme konusunda daha agresif davranacaklardır. Ama iki taraf da artık bunu gerilimle değil, görüşerek yapıyor durumda. Dolayısıyla aslında bu, iki tarafta da iştahı ve hevesi artıran bir şey. 

Bu denkleme alternatif olarak bir muhâlefet tarzının çıktığı kanaatinde değilim. Tabii ki Kadri’nin (Gürsel) dış politika konusundaki birikimine bir şey söyleyecek değilim, benim o konuda bir uzmanlığım yok. Ama açıkçası, meseleyi iç politika üzerinden okuduğumda çok da öyle algılamıyorum. Burada özellikle muhâlefet aktörlerinin, henüz dış odaklar için farklı bir perspektif açan, çok güçlü ve farkı gösteren çıkışlar gösterdiği kanaatinde değilim. Pek çok temas yapıyor olabilirler, o temaslarda bir şeyler anlatıyor olabilirler; ama en azından bunlar görünürde çok belirgin çizgiler olarak ortada yok. Bu yüzden de, her şeye “fırsat” olarak bakan Erdoğan’ın, buradan da fırsat süzmesi –sâhici bir fırsat olup olmaması önemli değil– ve kullanılabilecek malzeme çıkartması o kadar da imkânsız olmayabilir. 

Ruşen Çakır: Bir de şöyle bir husus var, bunu bence atlamamak gerekiyor — Kadri’yle de bugünkü yayında bayağı konuştuk bu konuyu: Rusya’nın Ukrayna’ya savaş açması, Ukrayna’yı işgal etmesi ve Kiev’i kuşatıyor olması, aslında Türkiye’nin ve Erdoğan’ın gerçeklerle yüzleşmesine de neden oldu. Rus uçağı düşürüldüğü zaman herkes, “Ben yaptım, emri ben verdim” diye kuyruğa girmişti. Ondan kısa bir süre sonra yaşananların akabinde, çok ciddî bir şekilde geri adım atılıp, iş “Ben yapmadım, o yaptı”ya döndü ve sonuçta olayı FETÖ’ye havâle ettiler, konu kapandı. Şimdi önünde Rusya gerçeği var. Erdoğan, şu âna kadar, “Hem S-400’leri alırım, hem F-35’leri almaya çalışırım” derken, işin bir Batı realitesi yönünü görmüştü. Aslında şimdi de Rusya’yı görüyor. Kadri’nin söylediği çok önemli bir şey var: “Batı, Rusya demiyor, Putin diyor. Yani Rusya’yı ayırmaya çalışıyor”. Her neyse… Sonuçta, Ukrayna meselesi, iktidârın çok ciddî bir şekilde takkelerini önlerine koyup düşünmelerini ve “Olsa da olur, olmasa da olur” dedikleri NATO’ya bağlılıklarını dile getirmelerini sağladı. Bunu Putin’i rahatsız etmeden yapmanın yollarını arıyorlar, o ayrı. Ama böyle bir realite var. Sonuçta Ukrayna meselesi hem çok yakınımızda olan bir şey, hem de Rusya hemen yanı başımızdaki bir ülke. Özellikle Cumhuriyet öncesi tarihine baktığın zaman, iki ülkenin birbiriyle arası hiç de barışçıl olmamış. Dolayısıyla oradan da ciddî bir alarm durumunun çıktığı kanısındayım. 

Kemal Can: Muhtemelen. Tabii bir sürü faktöre bağlı, ama bu Ukrayna süreci, büyük ihtimalle Putin için de çok hayırlı bitmeyebilir. Girdiği hat, düşündüğü gibi netîcelenmeyebilir. Ama en azından şunu biliyoruz ki, bunun da bugünden yarına olmayacak bir şey olmadığı çok açık. Dolayısıyla önümüzdeki bir-iki yıllık dönem, bir sürü aktörün pozisyonlarını gözden geçirdiği, ama pozisyonlarını gözden geçirirken sonraya dâir öngörülerini de tâzelemek zorunda olduğu bir dönem olacak. 

Şimdi “Soğuk Savaş” benzetmesi çok kullanılıyor. Soğuk Savaş, bir güçler dengesini ve sâbite yakın aktörlerin pozisyonlarının net olduğu, geçici bir pakt durumunu gösteren bir dehşet dengesini ifâde ediyor. Ama şu andaki durum, çok kullanılan bir benzetme olmasına rağmen, Soğuk Savaş dengesini değil, son derece kararsız bir dengesizlik hâlini gösteriyor bence. Bu, sâdece aktörlerin acayipliğinden, ne yapacaklarını kestirememelerinden değil, durumun kendisinden de kaynaklanıyor. Bu tür durumlar büyük riskler içermekle birlikte, bazı imkânlar da yaratabiliyor. Meselelere böyle bakmakta olanlar için bu türden daha fazla imkân çıkartabiliyor. Önümüzde böyle bir mesele var.

Ruşen Çakır: Son olarak sana Tansu Çiller diyeyim ve susayım. Ben dün yaptığım yayında yeterince konuştum. Sözü sana bırakayım.

Kemal Can: İktidârın Saadet Partisi hamlesini, daha sonra İYİ Parti’ye dâvet hamlesini, o olmayınca HDP üzerinden yeniden bir saldırı başlatma hamlesini, muhâlefeti oradan kırma girişimini görüyoruz. Buna karşılık, muhâlefette de çok câzip görünen “merkez sağ”meselesinin, iktidar bloku tarafından da eksik tarafı gibi tamamlanmak istendiği, orada bir hareket yaratmak ve en azından o alanı tamâmen muhâlefete teslim etmemek gibi bir kaygının olduğunu anlıyorum. Bu konuda bir çaba var. Saadet Partisi hamlesi, İslâmcılığın muhalefet eden kesimini tamâmen muhâlefet blokuna yapıştırmamak ve onun bir kısmını hâlâ kendi alanında tutmak çabasıydı. Milliyetçilik meselesinde ise, MHP zâten o blokta. Onun daha seküler ayağındaki İYİ Parti’yi bâzen zorlayarak, bâzen yumuşak yaklaşarak biraz dengeleme çabası var. Şimdi de “merkez sağ”meselesinde, İYİ Parti’nin ve kısmen DEVA’nın hamle ettiği alanı tamâmen muhâlefete bırakmamak için bir çabanın olduğunu anlıyorum. Ama bunun için doğru aktör Çiller mi? İktidâra bunu sağlayacak olan Çiller olabilir mi? Bundan çok emin değilim. Ama bu konuda şöyle tahminlerim var: Çiller’den ibâret olmayan, başka aktörleri de içine katan bir çabanın, orada gelişebileceğini düşünüyorum. Orada kastedilen, merkez sağı toparlayacak ve önemli bir oy desteği sağlayacak bir şey yaratmak değil. Ama tıpkı, Yeniden Refah Partisi gibi, CHP’den kopan bâzı partiler gibi, bir grup seçmeni, özellikle de kararsız seçmenin bir kısmının kafasını karıştıracak, en azından o blok ve o tavır içerisinde kendisini târif eden seçmeni, blok olarak muhâlefete yöneltmeyi engelleyecek bir girişim. Yani kendisini merkez sağ seçmen olarak târif edenler bütün olarak kendilerini muhâlefette tanımlamasın, orada konumlanmasın. İslâmcı ya da Millî Görüş geleneğinin asıl temsilcisi olduğunu düşünenler, kendilerini muhâlefet bloku içerisinde tanımlamasınlar. Milliyetçilerin veya seküler milliyetçilerin tamâmı kendilerini orada tanımlamasınlar. Bu bir konsolidasyon hamlesi değil, tam tersine, muhâlefet tarafındaki konsolidasyonu biraz parçalamaya dönük bir girişim.

Bu saatten sonra Çiller’in bir faktör olarak çok etkili olacağı kanaatinde değilim. Ama Çiller’i meydanlarda kürsüye çıkartmak gibi hamleler yapıldığını da gördük. Ne murad ettiler, bundan ne tür bir fayda elde ettiler ve nasıl devam etmek istiyorlar, orada bir şey mi gördüler? Bunu henüz kestirmek zor. Bana, çok karşılığı olacak bir iş gibi gelmiyor. Ama kafa karıştırıcı olur mu? Eğer başka aktörler dâhil edilerek bir hareketlenme yaratılırsa olur.

Ruşen Çakır: Yeni bir parti lâfı ediliyor. Koray Aydın böyle söyledi, biliyorsun. Seçime sâdece Çiller’i değil, iyi-kötü adı bilinen birtakım isimleri aday göstermek, milletvekili yapmak ya da cumhurbaşkanı yardımcısı olarak lanse etmek gibi bir formülü denerler gibi geliyor bana. Bir partiden bahsediliyor, onun başına geçecekmiş. Partinin adı ne? Aydınlık bir şeyBen bile adını duymadım. Var olan önemli bir parti değil yani. Sonuçta böyle bir ihtimal sanki daha fazla olur. Ama ben dünkü yayında da söyledim: Buraya kadar düştülerse durum gerçekten kendileri için vahim. Bu arada, Çiller 76 yaşındaymış Kemal. Kılıçdaroğlu’ndan iki yaş büyük. Sîmâ olarak bakıldığı zaman belki insan kondurmuyor. Ben de gördüğümde önce inanmadım, ama bir iki kaynaktan doğrulattım; hakîkaten 76 yaşındaymış.

Yayını bitirmeden önce şunu söylemek istiyorum: Bugün Berkin Elvan’ın aramızdan ayrılışının sekizinci yılı. Öldürülmesinin üzerinden tam sekiz yıl geçmiş. Onu rahmetle ve sevgiyle anıyoruz.

Noktayı burada koyuyoruz. İzleyicilere çok teşekkür ediyoruz. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.