Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (109): Kemal Kılıçdaroğlu’nun Et ve Süt Kurumu’na alınmaması, İstanbul’da ulaşım zammı, Cemal Kaşıkçı davası, muhalefetin aday tartışması

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış’ta CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun Et ve Süt Kurumu’na alınmamasını, İstanbul’da ulaşıma yüzde 40 zam yapılmasını, Cemal Kaşıkçı davasının kapatılmasını ve muhalefetin aday tartışmasını değerlendirdi.

Spotify’dan dinleyebilirsiniz:

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Bu hafta bayağı bir şey var, ama günün olayıyla başlayalım: CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, bu sefer de Et ve Süt Kurumu’nun önüne gitti. Yine kendisine randevu vermediler ve yine orada açıklamalar yaptı. Yanında Derin Yoksulluk Ağı’ndan Hacer Foggo da vardı ve tamâmen ekonomi üzerinden, zamlar üzerinden, çocukların ihtiyaçları üzerinden bir konuşma yaptı. Ankara’daki arkadaşlarla konuştuğumda, Hıdır Göktaş, “Bu, şu âna kadar yaptıklarının içerisinde en anlamlısı” dedi. Açıkçası öyle olduğundan çok emin değilim, bilmiyorum. Sen ne düşünüyorsun?

Kemal Can: Hıdır hangi açıdan “en anlamlısı”dedi? 

Ruşen Çakır: Doğrudan yoksulluk sorununu ele alıyor olmasından dolayı; herhalde onu kastediyor Hıdır. Kılıçdaroğlu bunları yapıyor, etkili oluyor; ama “Bir çıkarmadan diğer çıkarmaya kadar…” gibi, arada bir yapılan işler hâline geliyor. Arada geçen zamanda da grup konuşmaları filan yapıyor. TÜİK ve Merkez Bankası’nda olduğu gibi, bu tür çıkarmaların hepsinde ya da yaptığı videolarda da, o an bir anlamı oluyor; ama bunun bir süreklilik hâlinde seyredememesi sorunu var, açıkçası çok emin olamadım. Tabii bunun bir haber değeri de var, dikkatleri çekiyor. Zâten bu konuyu akşamdan duyurmuştu Kılıçdaroğlu. Verdiği mesajların hepsinin bir anlamı var. Ama insan, “Bir sonraki baskını mı bekleyeceğiz?” diye sormadan edemiyor. Ne dersin? 

Kemal Can: Hatırlıyorsan, bu konuyu daha önce İstatistik Kurumu meselesinde de, Merkez Bankası olayı zamânında da konuşmuştuk. Kılıçdaroğlu’nun iktidarla devleti ayırt eden ve oranın kurumsal kapasitesine bir anamuhalefet lideri olarak doğrudan müdâhale eden tutumunun dikkat çekici olduğunu, bunun bâzı sonuçlar verebileceği üzerine konuşmuştuk. Ben de, özellikle bürokratlara, iş çevrelerine, yargıya dönük Kılıçdaroğlu’nun hamlelerinin dikkat çekici olduğunu ve “iktidâra talip muhâlefet” görüntüsünü pekiştiren şeyler olduğunu düşünüyorum. Ama senin söylediğin gibi, siyâsî iletişim açısından, böyle aralıklı, arada bir yapılan şeyler süreklilik açısından sorun yaratıyor. Bir de, bir tânesi ilgi gördü diye, yaratıcılıktan biraz uzaklaşarak, benzer şeyleri belirli periyotlarla tekrar ediyor. Bu, lider buluşmaları açısından da öyle. Bir ara bayram ziyâretleri tek tekti, şimdi ayda bir toplu görüşmeler yapılıyor.

Burada iki unsur var: Siyâsî iletişim açısından, gündemde yer bulmak, kendini haber yaptırmak, bir haber vesîlesiyle bir sorunu ya da bir pozisyonu daha net biçimde ortaya koymak, altını çizmek elverişli bir şey. Ama siyâsî iletişimin, bu haber gündemine sızmak, orada gündem yaratmak dışında, bu gündemin gündelik hayatta, seçmende ne kadar kalıcı bir etki yarattığına bakmak gerekiyor. Sanıyorum pek çok araştırma yaptırıyorlar. Bunun etkilerini, seçmendeki karşılığını eminim ölçtürüyorlardır, ellerinde daha fazla veri vardır. Ama benim gördüğüm, senin de “Acaba mı?” diye sorduğun şey, bende şöyle bir tereddüt yaratıyor: Evet, birkaç tâne böyle örnekle –mesela Türk Hava Kurumu’na gitti– birtakım problem noktalarında hemen devreye giren bir devlet adamı imajı çizdi Kılıçdaroğlu. Bunun seçmende bir ilgi gördüğünü düşünebiliriz. Ama artık her olayda, her kurumda, kapının açılmayacağını bile bile, o kapının önüne gidip bu ritüeli tekrar etmek, muhâlefete daha yakın birtakım yayın organlarında gündem oluşturmak, tekrar tekrar bunu gündeme getirmek, tartışmak ve konuşmak için vesîle oluyor, iktidârın partizanlaşan bürokrasisini ifşâ etmek açısından da önemli bir şey ifade ediyor olabilir. Ama seçmenin temel tercihlerini ne kadar etkiliyor? Ya da senin söylediğin gibi, bunu kalıcılaştırarak, çok kuvvetli bir baskı potansiyeli hâline dönüştürebiliyor mu?

Muhâlefetin bu tür, tek tek bireysel hareketleri var: Akşener esnaf ziyâretleri yapıyor, ev ziyâretleri yapıyor. Kılıçdaroğlu böyle kurum ziyâretleri yapıyor. Diğerleri birtakım gençlerle buluşmalar yapıyor. Bunların, halka halkın dertlerini anlatmak ya da ortaya çıkan problemin altını çizmek, onu ifşâ etmek anlamında bir gündem kurduğunu söyleyebiliriz. Ama iktidar üzerinde bunun baskı yarattığı konusunda benim de şüphelerim var. Hem süreklilik kazanmadığı için, hem de çok yaratıcı yeni adımlarla tahkim edilmediği için. Bir şey ilgi çekiyor, sonra ondan, ilgisi yavaş yavaş azalan birkaç tâne daha yapılıyor. Hatırlarsan, pahalılık meselesi başladığında, mitingler serisine başlayacaktı. Akşener galiba Denizli’de başladı, Kılıçdaroğlu Mersin’de “ilk”diye başladı. Aradan aylar geçti, bunların devâmı gelmedi. Tamam, illâ miting serisi olması gerekmiyor. Ama kendi lâfları açısından söylüyorum. Bir şeye “başlıyoruz” deyip, devâmının gelmediği çok vaka görüyoruz. Bu, kendilerine yakın ve kendilerine yer veren medyada onları haber yapacak vesîle yaratmaya yarıyor, ama seçmen tercihlerini etkileyecek bir tazyik üretiyor mu çok emin değilim. Zâten muhâlefete daha yakın duran medyanın da pek çok açıdan, iktidar medyası zaaflarının bazı özelliklerini taşımaya başladığını görüyoruz.

Ruşen Çakır: İşte şimdi o konuya gelelim. İstanbul’daki ulaşım zammı meselesi işleri biraz bozdu. İlginç bir olay… İnsanlar bir yandan iktidar zam yapıyor diye kızarken, bir yandan da zamma izin vermiyor diye kızmaya başladılar. Çünkü biliyoruz ki, UKOME’deki zammı erteletme meselesi tamâmen Erdoğan’ın tâlîmâtıyla olan bir şeydi. Ama sonra bir formül buldular, %40 zam yapıldı. Birtakım protestolar, özellikle bâzı sol grupların ve öğrencilerin protestoları oldu. Bunlara kızanlar oldu Kemal, biliyorsun değil mi? “Ne yapıyorsunuz? İktidârı protesto ettiniz mi ki bunları ediyorsunuz?” diyenler de oldu. Yani çarşı biraz karıştı. İstanbul’daki zam olayı aslında çok ilginç bir olay. İzmir’de de zam oldu, zorlanmadan oldu. Çünkü zâten meclis orada CHP çoğunluğunda olduğu için bir sorun olmadı. Ama İstanbul’daki biraz zaman aldı. İmamoğlu’nun “İETT’yi batırmak istiyorlar” diye çıkışı vardı. Aslında söylediği doğru. Bu kadar akaryakıt zammı olmasının ve ulaşım zammına izin verilmemesinin, iktidârın siyâsî bir hamlesi olduğu doğru. Ama aynı zamanda da bu zammın özellikle gençlere, yoksullara çok büyük bir külfet doğurduğu da ortada. CHP böyle garip bir durumla karşı karşıya kaldı. Hattâ ben bugün yaptığım yayında https://medyascope.tv/2022/04/08/agri-ak-genclikin-sahur-coskusunun-dusundurdukleri/ da değindim:  Ağrı Belediye Başkanı Savcı Sayan kalkıp “Ağrı’daki sahur olayını köpürtüyorsunuz, çünkü İstanbul’daki zam olayının üstünü örtbas etmeye çalışıyorsunuz” dedi. İstanbul’daki zam Ağrı’ya kadar gitti. 

Ama farkındaysan, hakîkaten ilk defâ, yeni tür bir olay yaşadık. Daha önce İmamoğlu’nun tatilleri, bir de İstanbul’a kar yağdığında İmamoğlu’nun İngiliz Büyükelçi’yle balıkçıda buluşması meselesinde işler karışır gibi olmuştu; ama bu çok daha net bir şekilde oldu. Senin de demin söylediğin gibi, muhâlefete yakın medya kontrpiyede kaldı. Böylece, hangi tarafta olursa olsun, medyanın siyâsî angajmana göre iş yapıyor olmasının bir örneğini daha gördük. Aslında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bu zammı yapmamak ya da olabildiğince düşük düzeyde yapabilmek gibi bir kabiliyetinin olabilmesi lâzımdı. Ekonomik şartlar bunu zorunlu kılıyor, eyvallah, ama ekonomik şartlar birçok şeyi zorunlu kılıyor. Gerçekten kritik bir nokta. 

Birazdan konuşacağımız ‘”Muhâlefetin adayı kim olacak?” meselesinde, İmamoğlu için de olumsuz bir etki yarattığı kanısındayım.

Kemal Can: Sapla saman fazla karıştı. Sapla saman sâdece bir tarafta karışmıyor, sapla saman karışınca, her tarafta karışıyor. Çok yüksek zam oranları, enflasyonun, hayat pahalılığının artması, bunu yapanların özelliklerine göre değişen bir şey değil.  Çünkü buna mâruz kalan insanlar açısından, bunu kimin yaptığının bir önemi yok. Yani iktidârın, “Kötü niyetli stokçular, toptancılar, dış mihraklar… Mermi kaç para biliyor musunuz?” gibi gerekçeleri ne kadar saçma sapansa, sonunda, insanlara binen yükü târif etmek açısından, bunların çok bir kıymeti olmadığı; nasıl bir hakîkatse, mecbur kaldığı için bunu yapan başka bir belediye ya da muhâlefetin kontrolündeki herhangi bir mercinin de bu zamdan dolayı eleştirilmesinin mâkul ve anlaşılır olduğunu görmek gerekiyor. Bu ikisini birbirine karıştırmamak gerekiyor. Şu doğru: Sen Savcı Sayan örneğini verdin; bunun istismar edilerek kullanıldığı başka örnekleri de var. Meselâ muhâlefete daha yakın yayın organlarında bu konuyu eleştiren yorum ya da haberleri, iktidâra yakın yandaş medyanın köpürterek, “Onlar bile savunamadılar” diye kullandığını görüyoruz. “Bunların ekmeğine yağ sürüyorsunuz, iktidar bunu İmamoğlu aleyhine ve Mansur Yavaş aleyhine kullanacak” iddiası gerçek olabilir. Ama bu iddianın gerçek olması, bu duruma tepki vermemeyi, “İktidar yapınca zam kötü, belediye yapınca zam mecbûrî” demek bir tuhaflık yaratıyor. Bu doğru bir şey değil. Buna mecbur kalınan şartları eleştirmek elbette önemli bir şey. Zâten asıl onu eleştirmek gerekiyor. Marketler, bakkallar, üretici fiyatlarından, döviz kurundan ya da başka yerden yansıyanı nasıl vatandaşa aktarıyorsa ve bu yüzden muhâlefet bu tür hedef saptırmaları saçma bularak, iktidârın şikâyet mercii olmadığını, ama çözüm adresi olduğunu söylüyorsa, senin söylediğin gibi, yerel yönetimler açısından da bunun en azından tartışılır olduğunu kabul etmeleri gerekiyor. Aksi takdirde, bugün yerel iktidar olanların, yarın genel iktidar olduğunda da, sokaklarda başka bir “telefonunu göster” kafilesi yaratması pekâlâ mümkün. 

Çünkü insanların ekonomik eşitsizlikten kaynaklanan ve çok ciddî bir genel hayat pahalılığı altında ezilmesinin, pek çok genel politik gerekçesi var. Bu genel politik gerekçeye mahkûm olan yerel yönetimden, mahalle bakkalına kadar pek çok aradaki birim de tüketiciyle ve vatandaşla karşı karşıya geliyor. Ama bunun savunusu, “Biz mecbûruz, onun için bizi eleştirmeyin” demek değildir. Kendisini buna mecbur eden şartları eleştirerek, bunu çözmenin yollarını aramakla ilgili bir çabayı devam ettirmesiyle bir farklılık gösterebilir. Ama daha önemli bir şey söylüyorum: Burada “eleştirilemezlik” iddiasını ileri sürmek, eleştiriden âzâde kalmayı talep etmek son derece sorunlu. Bu sâdece, zam gibi çok daha matematik bir meselede değil, çok başka meselelerde de geçerli.

Ruşen Çakır: Kemal, yine muhâlefeti eleştiriyorsun, olmuyor ama. 

Kemal Can: Tamam, iştemesele bu. Fark gösterilecekse buradan başlayarak fark gösterilmeli. Çünkü İmamoğlu daha önce, kar hikâyesinde iktidar bunu istismar ederken şunu yapmıştı ve bence önemli bir şeydi: Öncelikle bahâne ileri sürmeden önce özür diledi; “İstanbul halkına bir zorluk yaşattıysak, bunda günahımız az olsa da bunun için özür dilememiz gerekir” dedi. Bu çok pozitif bir iletişim biçimiydi. Aynı şey, bu zamlar için de geçerli. Zamlara mecbur kalmak, savunulacak, hatta buna îtiraz edeni linç edecek bir konu değil. Tam tersine, “Pardon, buna mecbur kaldık. Buna mecbur edenler şu nedenle bizi mecbur ettiler. Ama biz bunu yapmaktan üzüntü duyuyoruz” diyerek başlanacak bir şey. Dolayısıyla, barajı nerede kurduğunuz ve iletişimi de nasıl yönettiğiniz bu açıdan önemli. 

Burada, bâzen asıl yetkililerden çok, taraftarların ve onları destekleyen medyanın daha ciddî ayar sorunu yaşadığını düşünüyorum. Muhâlefeti değil, muhâlefeti destekleyen medya ve seçmeni biraz eleştirmek lâzım. Çünkü orada, aklî şeylerden çok, taraftarlık refleksleri ve “Birileri bunu nasıl kullanır?” kaygısı öne geçiyor ve orada bâzen ölçüsüz tutumlar sergilenebiliyor. Senin dediğin gibi, defâlarca hükûmeti zamlar nedeniyle protesto etmiş insanlara, “O zaman neredeydiniz?” demek gibi acayiplikler ortaya çıkabiliyor.

Ruşen Çakır: Buradan aday meselesine geçelim. Bu konuyu Çarşamba günkü “Adını Koyalımda Macaristan seçimleri vesîlesiyle de olsa konuştuk. Cumhurbaşkanı adayı olarak Mansur Yavaş’ın adı bu haftaya bayağı bir damgasını vurdu. Tabii burada Ümit Özdağ’ın tetikleyici kişi olmasının bir garipliği de var. Kılıçdaroğlu’nun verdiği cevâbı duymuşsundur: “Ne güzel işte, CHP’li bir ismi telaffuz ediyor” dedi. Ümit Özdağ kısmını artık fazla konuşmadan gidelim. 

Ben bu tartışmanın değişik yönlerine bakıyorum. İşin ilginç yanı şu: İktidar yanlıları, bu tartışmaya çok teşne. “Sonsuz bir tartışma olsun. Öyle bir tartışsınlar ki, kimseyi aday gösteremesinler” gibi bir yaklaşımları vardı. Şimdi, iktidar yanlısı çevrelerin, “Mansur Yavaş oluyor galiba, olsun” gibi bir havaya bir şekilde katkıda bulunduklarını görüyorum. Bu, Mansur Yavaş’ın bilgisi dâhilinde olan bir şey değil. Ama böyle bir havanın sanki daha baskın olmasından çok da şikâyetçi değiller gibi. Bu, aslında üzerinde düşünülmesi gereken bir husus. Ben bunu dünkü yayınımda şöyle değerlendirdim: Mansur Yavaş’ın cumhurbaşkanı seçilmesi ya da başkan seçilmesi hâlinde, geçişin daha yumuşak olması ve eski iktidar sâhiplerinin çok hızlı ve sert bir şekilde hasar görmemesi ihtimâlini hesaba katıyor olabilirler. Ama sonuçta dönüp dolaşıp baktığımızda, üç isim dışında isim pek telaffuz edilmiyor: Kılıçdaroğlu, İmamoğlu ve Mansur Yavaş. Nedense, ilginç bir şekilde İmamoğlu’nun prestijinin azaldığı yolunda bir hava var. Son zam meselesi de bunda etkili olmuş olabilir; ama çok emin değilim, bilemiyorum. Biz yarın bu konuyu izleyicilerden sorular alarak “Medyascope’a Sorun”da konuşacağız. Ama herhalde bu konu, aday açıklanana kadar bayağı enerjimizi tüketmeye devam edecek. Aday açıklandıktan sonra, en azından aday üzerinden bir tartışma yapabiliriz. Şimdi hepsini berâber konuşmak durumundayız. Şu hâliyle Mansur Yavaş’ın daha öne çıktığı ya da çıkarıldığı havasının oluştuğu tespitine sen de katılıyor musun?

Kemal Can: Aslında iki taraflı bir şey: Bir yandan öyle bir efekt yaratabilir, öyle bir dalgaya neden olabilir. Ama Çarşamba günü de konuştuğumuz gibi, tersi de mümkün. Şöyle mümkün: Senin söylediğin tazyik, yani “Bu iş böyle bir yöne doğru gidiyor…” meselesi çok baskın hâle gelirse ve bu, aslında muhâlefet ittifakının kendi içindeki bir mutâbakattan değil, bir dış zorlama, ittirmeyle ve biraz da iktidârın heveskârlığıyla beslenirse, bu, Mansur Yavaş aleyhine de işleyebilir.

Mansur Yavaş’ın anketlerde daha önde çıkmasının nedenini üç aşağı beş yukarı biliyoruz. Daha kalabalık, artık muhâlefet içinde de sayısal bir ağırlık kazanmış olan sağa daha yakın seçmenin, “CHP’li bir aday olacaksa bile, bize yakın bir CHP’li olsun” yaklaşımıyla çok bağlantılı. Yani Mansur Yavaş’ın, çok başarılı bir yerel yönetici olması, çok sivri politik çıkışlar yapmadığı için fazla alerji üretmemiş olması gibi avantajları var. Ama buna karşılık, Mansur Yavaş’ın popülaritesi, hem geçiş döneminin başarıyla tamamlanması hem Türkiye’nin birtakım meselelerini kendi kadrolarıyla birlikte çözecek, dirâyetli, kuvvetli, politik olarak da liderlik edecek biri olup olmadığıyla ilgili bir kanaate dayanmıyor. Seçmen şuna bakıyor: “Bize daha yakın olan kim?” Yani hâlâ kimlik sayımının uzantısı bir sayısal üstünlüğü var. Onun vasıflarına, yapabileceklerine ya da ortaya koyduğu politik hedeflere ilişkin bir tercihi ölçmüyoruz. Bir kişilik olarak, muhâlefet seçmeninin ve genel seçmenin sağ bloktaki kalabalığı, “Olursa o olsun” fikrine daha yakın duruyor. Bu da ona üç-beş puanlık, bâzı anketlerde biraz daha fazla bir avantaj sağlıyor. Ama bu, şunu garantileyen bir şey değil: Hem geçiş döneminin en ideal adayı olduğu iddiası, hem de parlamenter sistem ikinci plana atılıp, asıl olan Türkiye’nin meselelerini hızlı çözmek ve güçlü bir muhâlefet liderliği yaratmak iddiası olacaksa, onun altını doldurup dolduramayacağıyla ilgili şeyler, ne ortaya koyduğu politik iddialarla, ne kadrosuyla, ne etrafında ve arkasında oluşturabileceği güç birlikleriyle henüz test edilmiş değil; bunu bilmiyoruz. Dolayısıyla bu gerilim, eğer bu netleşmeye doğru giderse, bu meselelerin arkasında, özellikle de muhâlefet ittifakının içinde daha çok sorun çıkartabilir. Bu da aleyhe olur. Ama Mansur Yavaş’ın şu anda diğer adaylardan biraz daha öne çıkmasının nedeni, dediğim gibi, bir: kimlik tercihi meselesi; ikincisi: çok baskın olan “kazanmaya en yakın aday”iddiası. 

Aslında iktidârın, senin de söylediğin gibi, biraz Ümit Özdağ’ın ittirmesiyle ve bunu gazlamasıyla, “Evet, en güçlü adayınız bu. Hadi bunu çıkartın” demesi bir avantaj mıdır? İYİ Parti’yi Cumhur İttifakı’na çağırmaları ters tepti; o strateji ellerinde patladı ve ters etki yarattı. Bu, benzer bir etki yaratır mı? Yoksa tam tersi, muhâlefet içinde bir kaynamaya mı yol açar? Bunu henüz bilmiyoruz. İki nedenle bilmiyoruz: Bir, muhâlefet cephesi bu konuda henüz “İyi oldu” deyip işin yatışabileceği mantığıyla üstüne varmıyor. Ama şu açık: Sâdece iktidârın “Adayınız yok” kışkırtmalarından ibâret olmayan, artık muhâlefet cephesinin kendi içinde de adaylık tartışmalarının hemen her şeyin önüne geçmeye başlayacağı bir gündeme doğru ilerliyoruz. Çünkü zamânında olacaksa bile, seçime artık bir yıllık bir süre kaldı. Bir yıl süre içerisinde, muhâlefet cephesinin kendi içinde de, “Bizim adayımızın üstüne gelirler, biz onu saklıyoruz” demesinin artık çok elverişli bir şey olduğunu düşünmüyorum. Çünkü aday çıkartıp onu yıpratmak yerine, çıkarmadığı bütün adayları yıpratma riskiyle karşı karşıya kalabilirler. Dolayısıyla bu önümüzdeki dönemde, Ümit Özdağ’ın sâdece Mansur Yavaş ismini ortaya atması değil, aslında adaylık meselesini muhâlefetin birinci iştigal konusu yapması anlamında bir sonuç ortaya çıkıyor gibi görünüyor. Bu da önemli.

Ruşen Çakır: Tabii burada, senin de değindiğin husus önemli. İki soru var, dünkü yayınımda bunları ele almaya çalıştım, uzun uzun tekrarlamak istemiyorum. Bir: kazanacak; iki: kazandıktan sonra başkan olacak. Bu ikisini ayrı ayrı değerlendirmek lâzım. Genellikle şöyle bir şey yapılıyor: Kazanma şansı en yüksek ya da kazanması garanti isim gibi davranılıyor. O konuda ben çok emin değilim. Tabii ki şansı yüksek, ama “Nasıl olsa kazanır” demek… Hele anlaşıldığı kadarıyla ilk turda kimsenin kazanma ihtimâli yok, öyle değil mi? Erdoğan’ın önde olması, ilk turda kazanacağı anlamına gelmiyor.

Kemal Can: Anketlerde Mansur Yavaş’ı önde çıkaran şeylerden en önemli faktör şu bence: Kararsızlar blokunda, daha muhâlefet adayına oy verip vermeyeceğine karar vermemişler arasında bile Mansur Yavaş’ın bir cebi var. Bu dediğim kimlik yakınlığından dolayı. Meselâ MHP’lilerin, bütün seçmeniyle Erdoğan’a oy vermediğini biliyoruz. Aynı şekilde, Anayasa referandumunda, Başkanlık referandumunda da bunu gördük. Dolayısıyla, o kararsızların son anda verecekleri kararla bazı şeyler değişebilir. Aynı şekilde çok önemli bir faktör daha var: Her türlü simülasyonda, “Muhâlefet %60’ları buluyor. Meclis’te de 360’ı buluyor” deniyor, ama bütün denklemlerde, bu simülasyonlar HDP’nin muhâlefet matematiğinde hesâba katılmasıyla yapılıyor. Ama öbür taraftan dönüp bakıyorsun ki, muhâlefet içerisinde hâlâ bir sürü insan,  “Onlarla bizim bir alâkamız yok, onlarla biz yan yana değiliz” demek zorunda. İYİ Parti neredeyse kurumsal olarak böyle davranıyor. Bütün bunlar, tabii ki seçmen gruplarının seçim sırasındaki tavrını etkileyecek. Dolayısıyla, bugün yapılan anketlerde, “Bana daha yakın aday” kısmında kimin öne çıktığı, her şeyin cevâbını veren bir sayısal veri değil. 

Ruşen Çakır: Son olarak Kaşıkçı olayının üzerinden bir kere daha geçelim: Konuştuğumuz gibi oldu. Hiç şaşırmadık. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, “Bize böyle bir dosya geldi. Haklılar, biz de kabul ediyoruz” dedi. Dün, mahkeme de, “Bakanlık da böyle diyor, hadi bu olayı kapattık” dedi ve Türkiye, Kaşıkçıoğlu olayının üstünü örttü — ki en büyük iddiası buydu. Burada, dönüp dolaşıp senin tâbirinle “alıştırma”meselesi geliyor. Erdoğan, İsrail’le kavga ediyor ve bunu iç politikaya yansıtıyor. Buradan belki bir konsolidasyon ya da oy desteği devşiriyor. Bu olayın birtakım ekonomik, stratejik sonuçları oluyor ve ülke bu faturayı ödüyor. Ama siyâseten, Erdoğan bu aleyhtarlıkla bir şeyler kazanıyor. Mısır’a Râbia selâmı yapıyor, iç politikada bunun ekmeğini yiyor. Şimdi Mısır’a büyükelçi atamak için elinden geleni yapıyor. Anladığım kadarıyla Mısır, diplomatik ilişkilerin, büyükelçilik değil maslahatgüzar düzeyinde yürütülmesine râzı olmuş. 

Cemal Kaşıkçı olayında da bunu yaptılar. Bayağı bir propaganda oldu. Hattâ uluslararası basın çevreleri bile, “Türkiye’nin basın notu bu kadar kötüyken, bu olaya bu kadar sâhip çıkıyor” diyerek ilgiyle karşıladı. Tabii olayın stratejik yönünü anlayan anladı, ama sonuçta iyi bir şey yaptı: Bir olayın peşini sürdü. Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’nun önünde mitingler yapıldı, karşısına heykeller dikildi, manşetler atıldı, Erdoğan bu konuyla ilgili Washington Post’a yazı bile yazdı. Ama Perşembe günü, mahkemeye pek de giden olmadı. Önce o kadar tepki gösterildi, sonra her şey normalmiş, hiçbir şey yokmuş gibi kapandı gitti. Hattâ, “Çok iyi, Suudi Arabistan’la da ilişkiler düzeliyor” bile denebilir. İnsan hayret ediyor. Yaparken puan alıyor, tam tersini yaparken de puan alıyormuş gibi bir hava çıkıyor. Hakîkaten acayip… Şöyle bir şey değil: “Altı yıl önce konjonktür buydu, şimdi konjonktür değişti. O konjonktür bunu gerektiriyordu, şimdiki bunu gerektiriyor” da değil. Aslında her şey aynı. Bir şeyler tabii değişmiştir de, o zaman yapılanla, bu zaman yapılan arasında ne değişti? Dâvâ açılırken, bu Suudi vatandaşların ifâdelerinin alınamayacağını bilmiyorlar mıydı? Biliyorlardı, ama yine de açtılar. Şimdi savcı ne diyor? “İfâdeleri alamıyoruz, bunu kapatalım” diyor. Yeni mi öğrendiniz? Böyle acayip bir durum var. Böylece, yine Erdoğan’ın “U dönüşleri koleksiyonu”na yeni bir şey daha eklenmiş oldu. Bu dâvâyı sahiplenmiş, iktidâra yakın isimler, “Uluslararası câmiada Veliaht-Prens Muhammed bin Salman’ın gerçek yüzü ortaya çıktı” diyorlar. Adam hâlâ iktidarda ve muhtemelen Erdoğan Suudi Arabistan’a gittiğinde onunla görüşecek. Acayip bir durum…  Erdoğan’ın alıştırma uzmanı olarak, sen ne diyorsun Kemal?

Kemal Can: Senin söylediğin gibi, Erdoğan bu tür mevzûlarda gerilimi yükseltirken, ahlâkî, etik, ideolojik birtakım şeylerle bunu meydanlardan duyuruyor. Yani işleri bozarken, birileriyle kavga ederken bunu meydanlarda yapıyor. Ama geri çekilirken, en fazla, uçakta kendisine soru soramayacak gazetecilere rasyonelini anlatıyor. “Biz herkesle barışıyoruz, başka bir rotaya girdik” diye çıkıp meydanlarda anlatmıyor. O rasyoneli daha dar bir yerde anlatıyor.

Meselâ televizyonlar, günlerdir Cemal Kaşıkçı olayında Erdoğan’ın daha önce söylediklerini “Neler söylemişti?” diye yayınlıyorlar. Erdoğan bu konuyu defâlarca konuştu. Uluslararası zeminlerde konuştu, parti toplantılarında konuştu, halka seslenerek konuştu. Şimdi ise bu durumu ağzına bile almıyor. Doğu Akdeniz meselesinde böyle oldu, Mısır meselesinde böyle oldu. Hep tartışılıyor ya, başka aktörler de söz konusu olduğunda, “Siyvset ilkeyle mi yapılır, ahlâkî bir mesele midir, ideolojik bir mesele midir? Yoksa burada gerçekçilik mi belirleyicidir, gerçekçilik nedir?” meselelerinde, bundan fayda süzerken ahlâkî, ideolojik her şeyi kullan, sonra geri çekilmeye çalıştığında buna rasyonel kılıf uydur. Dolayısıyla siyâsetin asıl dinamiğinin, rasyonel akıl yürütme mi, yoksa ilkesel duruş mu olduğu tartışması, bu geçişkenliğin içerisinde saçmalaşıyor. Çünkü tersinden bakıldığında, ondan on yıl önce de, her şey rasyonellikle açıklanıyordu. O zaman Batı’yla, Avrupa Birliği’yle, Amerika’yla ilişki kurmak, herkesle dost, herkesle müttefik olmanın gerekçesine, “Ben bu ülkeyi pazarlıyorum. Gerekirse papaz cübbesi giyerim” demek, şimdi şeytan ilan ettiği Soros’la buluşmaya çalışmak, Amerika’da en olmadık lobilerle açıktan görüşmelerini lanse etmek gibi şeyler yapılırken, şimdi, “Amerika bizi başta destekledi” diyeni partiden ihraç etmeye çalışıyorlar. 

Bu, iki büyük cepte, yani iktidarın ilk on yılı ve ikinci on yılı içerisinde rasyonel gerekçe uydurmakla, ahlâkî-ideolojik bahâane bulmak arasındaki geçişkenlik, iki kere 180 derece döndü. Yani bunun böyle aylık bazdaki grafik oynamalarının ötesinde, değil 180 derece dönmek, 360 derece dönülmüş kaç tur ilişki var. Burada aslında şunu görüyoruz: Bu, bir dönem rasyonel, bir dönem ahlâkî, bir dönem gerçekçi, bir dönem mâcerâcı ilişkiler değil. Bu, her zaman son derece pragmatik ve kirli bir kullanım zemini. Dolayısıyla bunun karşısında durmanın, bu geçişkenliklere uyum sağlayıp, onun her sefer durduğu yerin karşısına geçmek değil, onun fır fır dönen tutumunun karşısında daha sağlam bir ilkesel tutum almak. Bu, aslında bütün dünya ilişkilerinde, bütün güç ilişkilerinde ve bütün ekonomi ilişkilerinde karşımıza çıkıyor. Konuyu başka bir yere götürdüm; ama bu döngü, bu tuhaf taklalar, “geri adım” olarak yorumladığımız bütün bu şeyler, aslında bir bütünlük arz ediyor. Bu, önümüzde tuhaf bir spiral hâlinde akıyor, ama kendi içinde sürekliliği olan bir şey.

Ruşen Çakır: Erdoğan siyâsetçi ve pragmatist olduğu için, bunu yapar, eder, anlıyorum. Bir de destekçilerini düşün… Mesela dün bilmem ne konusunda, “İsrail ağzıyla konuşuyorsun” diyenlere, şimdi “Ne oldu? İsrail’le barışıyorsunuz?” deyince, “Ne kaşıyorsun?” diyenler aynı insanlar. Biz Cemal Kaşıkçı olayını başından îtibâren sürekli gündeme getirdik. Çok önemli bir olay, bir vahşet. Dünya çapında bir gazeteciyi göz göre göre katlettiler. Hesapta bu olayı Türkiye gündemine taşımak isteyen insanlar, bize mesâfe koydu. Benim konuşmamı istemiyor, ihtiyâcı yok. Çünkü çok kıllanıyorlar. Bize tenezzül etmediler. Meselâ nişanlısına kaç kere ulaştık, yayına dâvet ettik. Yok… Başka yerlere çıktılar. Ama sonra ne oldu? Dün mahkemeye kaç kişi gitti? Yine bizim Erol Önderoğlu ve birkaç kişi daha. O kadar. Burada rahatsızlık veren husus şu: En ajitatif, ahlâkî duruş sergiledikleri zaman dünyanın en püriten insanları oluyorlar. Sonra geliyorsun, en reel-politik insan oluyorlar ve her durumda da sana bir tane çakıyorlar. Biz de bunu kaydediyoruz.

Kemal Can: Sürekli Erdoğan’ın siyâsî becerisinden bahsediliyor ya? Aslında beceri, galiba onu destekleyen ve onun bu hamlelerine uyum gösterenlerde. Yani, kabiliyet daha çok öbür tarafta. Çünkü o bir öyle yapıyor, bir böyle yapıyor. Asıl buna uyum göstermek büyük mahâret istiyor.

Ruşen Çakır: Ağrı’daki sahur coşkusunu gördün. Allah keyiflerini artırsın, hiçbir şeyim yok ama, Ağrı’da gençler böyle bir şatafat içerisinde yaşayabiliyorsa, tabii ki birileri bu iktidârı bırakmak istemeyecek, çok açık. Bu ekonomik şartlarda, orada bunlar oluyorsa, buralarda kim bilir neler oluyordur. Dolayısıyla, İsrail’e de, şuna da, buna da, “Eyvallah, yeter ki iktidar gitmesin, yeter ki iktidârı muhâfaza edelim” duygusu var. Çünkü kaybedecekleri şeyler var. Daha çok açılacak oruç var, tutulacak oruç var, kalkılacak sahur var… Ben bunca yıldır Türkiye’de yaşayan birisi olarak, böyle bir sahur programı görmedim. İftarı biliyordum da, sahuru bilmiyordum. İllâ ki yapıyorlardır. O video acayip bir şeydi. Hele bugünün Türkiye’sinde, Ağrı’dan böyle bir videonun çıkması acayip bir şey. Bu da, insanların neden sürekli şekilden şekle girdiklerini gösteriyor herhalde. Neyse… 

Kemal Can: Bu bir eleştiri konusu olmasa, şöyle de kullanabilirlerdi: Bâzı televizyonlarda çıkıp, “Şu kadar film seyredildi”, “tüketim rekorları kırılıyor” diye konuşuyorlar ya? O videoyu, “Bak, insanlar sahurda eğleniyor. Nerede açlık, nerede yokluk?” diye, bolluğun kanıtı olarak kullanabilirler.

Ruşen Çakır: Biliyorsun sahur, açmak değil kapatmak. Acayip bir şey. Neyse… Allah günah yazmasın, hadi. Kapatırken bir duyuru yapayım: Demin bahsettim, yarın “Medyascope’a Sorun”da Hıdır Göktaş, Ülkü Doğanay ve Sedat Bozkurt’la, muhâlefetin adayı meselesini konuşacağız. Yarın saat 14.00’te de, İYİ Parti Ekonomi Politikaları Başkanı Bilge Yılmaz’la söyleşimiz olacak. Bilge Yılmaz’la daha önce bir yayın yapmıştım, bayağı ilgi görmüştü. Yarın Bilge Yılmaz’la yapacağım “Ekonomik sorunlar ve çözüm önerileri” başlıklı yayını izleyicilerin sorularına da açacağız, onu da şimdiden duyurayım.

“Haftaya Bakış”ı burada noktalayalım. İzleyicilerimize çok teşekkür edelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler. 

Kemal Can: İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.