Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Siyasetname (31): Türkiye için nasıl bir demokrasi?

“Siyasetname”nin bu haftaki bölümünde Edgar Şar, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Türkiye için nasıl bir demokrasi vizyonu gerektiğini konuştu. Bu çerçevede nasıl bir seçim sistemi, nasıl bir hükümet yapısı, nasıl bir parti sistemi soruları üzerinde duruldu.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Edgar Şar: Merhabalar. “Siyasetname”nin yeni bir bölümüyle daha karşınızdayız. Bugün de her zaman olduğu gibi konuğum, siyasetbilimci, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi üyesi Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu hocamla birlikteyiz. Hocam, merhabalar. Hoş geldiniz.

Ersin Kalaycıoğlu: Hoş bulduk efendim, iyi günler.

Edgar Şar: İyi günler. Nasılsınız, iyi misiniz?

Ersin Kalaycıoğlu: bu koşullar altında iyi olunabileceği kadar iyiyiz. Neyse… Pandemi hız kesti. Yenileri çıkıyor galiba. Dolayısıyla karmaşık bir dünyada, savaş ortamında, daha önce pek rastlanmayan türden tuhaf fikirlerin ortaya atıldığı – örneğin, ufak çaplı bir nükleer silahın kitle imhası için Rusya tarafından kullanılabileceği gibi – son derece akıl dışı birtakım işlerin normal şeylermiş gibi tartışıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Onun için ne yapacağımızı şaşırmış durumdayız.

Edgar Şar: Biz de bu programlarla yolumuzu tayin etmeye çalışıyoruz. Bugünkü başlığı şöyle attık: ‘’Türkiye için nasıl bir demokrasi vizyonu?’’ Biraz bunu tartışalım istiyoruz. Programlarca, yayınlarca tartışılabilecek bir şey, bunu biliyoruz. Bir yerden başlamak lazım. En azından, siyasetbiliminin en temel kurumları, konuları üzerinden biraz tartışabiliriz. Nasıl bir demokrasi anlayışı, nasıl bir seçim sistemi, nasıl bir parti yapılanması, nasıl bir hükümet sistemini konuşmaya başlamak, bir çerçeve çizecektir. Yoksa tabii ki çok daha uzun, tartışılabilecek bir konu. Belki biz de önümüzdeki zamanlarda bu konu üzerinden devam edebiliriz.

Ersin Kalaycıoğlu: Gündeme geldikçe çeşitli yönlerden tartışılabilir. Gündeme gelecek.

Edgar Şar: Tabii, gelecek. Ama bugün genel başlık üzerinden başlayalım isterseniz: “Nasıl bir demokrasi vizyonu?” dediğiniz zaman, aslında Türkiye için seçimler sürekli gündemde. “İktidar değişimi demokratikleşme yolunu açar mı? Açması için ne gerekir?” gibi sorular üzerinden zaten bunların bir kısmı tartışılıyor. Biz de bu programda bazı ezberleri ele almanın, onları belki bozmak gerektiğinin de altını çizeceğiz. Sizin için en çok dikkat çeken nokta nedir hocam? Buyurun, oradan başlayalım.

Ersin Kalaycıoğlu: Burada ilk vurgulayacağımız husus şudur: Siyasetbilimi, çok uzun zamandır mükemmel devlet sistemi arayışını bıraktı. Böyle bir şey yok, mümkün de değil. Dolayısıyla burada, şöyle birtakım varsayımlarda bulunacaksınız: Ben veya biz, birey olarak veya seçmenler heyeti olarak, nasıl bir yönetim altında, nasıl bir siyasal yönetimle yaşamak istiyoruz? Buradaki temel değer, bizim için en vazgeçilemeyecek özellik nedir? Buna karar vermemiz lazım. Bazı toplumlarda bu çok açık tartışılmış olduğu için, fevkalade iyi bir şekilde görülebiliyor ve biliniyor. Bunun en bariz örneği, çağdaş demokrasilerin kuruluşunda öncülük yapmış olan Amerika Birleşik Devletleri’nde görülmüştür. Orada temel değer, bireylerin özgürlüğüdür. Bunu tehlikeye düşürmeyecek ve bununla çelişmeyecek bir siyasal sistem tasavvur edilmiş ve tasarlanmıştır. Birçok sorunu var. Zaman zaman büyük kilitlenmelere, hatta felç olma durumuna neden oluyor. Birçok bakımdan çalışmıyor. Ama Amerikalılar, büyük ölçüde özellikle siyasal ve diğer seçkinler, öyle olmadığı halde Amerikan sisteminin mükemmel olduğu varsayımında bulunuyorlar. O varsayımdan itibaren de o sistem içerisinde bütün defolarıyla çalışmaya devam ediyorlar ve bu, ülkede ciddi birtakım sorunlar üretmek için kullanılan bir araç oluyor.

Bu bir yol. Bunun üzerine gidebilirsiniz. Bizim için en önemli olan, en vazgeçilmez olan nedir? Bu, doğal olarak siyasal yönetimden ne anladığımız ve ne beklediğimiz, aynı zamanda seçmen olarak tek tek ve aynı zamanda seçmenler heyeti olarak topluca, hangi değer veya değerleri yönetimde, yani hükümetin çalışmasında, temel olarak korunması, geliştirilmesi gereken değerler olarak gördüğümüz sorusuyla ilgili. Biz bunu açıkça gündeme getirerek Anayasa yapımları sırasında tartışmadık. 82 Anayasası’nda hiç tartışmadık. 1961’de bir ölçüde tartışılmıştır. 1924’te de çok daha az ölçüde ele alınmış bir husustur. Ama hiçbir şekilde temel tasavvurlarda böyle bir beklenti söz konusu değil. Bizim toplumumuzun iyi bir toplum olması için nasıl bir toplum olması lazım? Hangi değerleri el üstünde tutması lazım? Hangi özellikleri koruması gerekir? Bunun için gerekli olan nedir? Bunun düzenlemesi, tabii bazı yapısal, kurumsal düzenlemeleri gerektirecektir. Bazı roller tanımlanacak, hükümet rolleri tanımlanacak. Bu roller, yasama, yürütme ve yargıda oluşturulacak ve bunlar, kuşaklar sürecek bir süreç boyunca aynen idame ettirilecek. Buradaki temel amaç bu ve bunun değerler manzumesi kuşaktan kuşağa aktarılacak. Her yeni kuşak bu konuda eğitilecek, bilgi sahibi edilecek ve bunun neden böyle olması gerektiği ve neden önemli olduğu onlara vurgulanacak. Böyle bir yaklaşım içerisine girersek, istikrarlı bir yönetim biçimine sahip olabiliriz.

Bu yönetim biçiminin hangi içerikte ve nasıl olacağı, temel bazı saptamaları yapmamızla mümkün olabilecektir. Birincisi, hükümetten ne bekliyoruz? Bu konuda yapılan bazı siyasal araştırmalar var. Özellikle bazı tanımlarda, çok sık kullanılan tanımlarda, çok dillendirilen tanımlarda kullanılan kavramların özellikleri hakkında son birkaç on yıldır araştırma yapılıyor. Örneğin, ‘’demokrasi’’ çok kullanılan bir kavram. Herkes demokrasiden bahsediyor. Peki, bahsettikleri bu demokrasinin tanımı ne? Demokrasiden ne anlıyorlar? Yapılan araştırmalarla saptanmış durumda ki, demokrasi, farklı toplumlarda, farklı tarihsel veya tarihi gelişmeler, farklı kültürel özellikler dolayısıyla farklı beklentileri, farklı tanımları ve algıları içeriyor. Birçok ülke, demokrasiyi değerler üzerinden tanımlayan seçmenlere sahip.

Özgürlükten bahsettik. Aynı zamanda demokrasi, eşitliği vurgulayan bir kavram. Eşitliği daha ön plana çıkartmak, herkesin, özellikle yasalar önünde eşit haklara, eşit uygulamalara, eşit pozisyonlara sahip olduğunu kabul etmek, insanlara eşit imkân sağlamak, toplumsal, ekonomik olanaklar temin etmek gibi özellikleri daha ön plana çıkartan bir demokrasi anlayışı söz konusu olabilir. Özellikle İskandinav ülkelerinde eşitlik çok ciddiye alınıyor ve ciddi ölçülerde vurgulanıyor ve ekonomik politikalar ve diğer politikalar ona dayalı olarak izleniyor. Dolayısıyla onların 19. yüzyılda olmasa bile 20. yüzyılın başlarından itibaren, örneğin İsveç’te 1925’ten 1955’e kadar süren, gayet eşitlikçi, sosyal refah devletini geliştiren, herkese benzer olanaklar sağlayan, geliri olduğunca eşit dağıtabilen bir sisteme sahip olduğunu ve bunun birçok ülkeyi ciddi şekilde etkilemiş olduğunu da biliyoruz. Hem Avrupa içinde hem Atlantik Okyanusu’nun öbür tarafında birtakım beklentilere, gıptaya neden olduğunu da bilmekteyiz.

Bunun yanı sıra, üçüncü bir değer unsuru var: O da dayanışma. Özgürlük, eşitlik ve dayanışma. Bunu Fransız İhtilali’nde fraternité diye ifade etmişler. Erkekler arası kardeşlik anlamını taşıyor. Çünkü Frenkçede kadınlar arası dayanışma da sororité olarak adlandırılıyor. O dönemde kadının adı pek okunmadığı için bu husus pek ön plana çıkmamış. Onun için böyle bir ifade tarzı kullanılmış. Özgürlük, eşitlik ve dayanışmayı bir arada gerçekleştirebilmek fevkalade zor. Bunlar kolayca çelişebilecek kavramlar. Amerika örneğinde bahsettiğim gibi, bunlardan bir tanesini diğerlerinin üzerinde öncelik tanınabilmesi mümkün. Dünyada, bu değerler üzerinden düşünen ve demokrasiyi bu değerlerin gerçekleştirebilmesi için bir kurumsal araç olarak gören bir seçmen kitlesi ve siyasal seçkin, ‘’elit’’ kitlesi söz konusu. Bu, Avrupa’nın batısında, kuzeyinde, Kuzey Amerika’da, Okyanusya’da daha yaygın bir görüntü. Avrupa’nın güneyine doğru geldikçe veya Latin Amerika’ya doğru indikçe, buradaki beklentilerin bu değerlerden ibaret olmadığı, bunların o kadar da ön planda yer almadığı, demokrasiden beklentinin, daha çok ekonomik yarar sağlayacak şekilde geliri yeniden dağıtmak olduğu ve dolayısıyla, oy veren kişilerin, oy karşılığında ekonomik beklentilere sahip oldukları, bazı yararlar temin etmeyi düşündükleri görülüyor. Dolayısıyla demokrasinin yoksulluktan kurtulma aracı, bir tür ekonomik büyüme sağlayan yöntem yahut katılmanın verdiği etkiyle belirlenen bir hükümetin, katılan kişileri katıldıkları ölçüde iktisadi olarak ödüllendirdiği, bir tür popüler patronaj mekanizması olarak algılandığını ve bu şekilde gerçekleştirmeyi beklediğini biliyoruz. Bu durum, eğer bunu temin ediyorsa demokrasiyi desteklediğini, temin etmiyorsa demokrasiyi desteklemediğini düşündüğümüz bir seçmen kitlesi olduğunu ortaya çıkarttı.

Biz bunlardan ikincisine daha fazla benziyoruz ve burada doğal olarak, bir değerlerden bağımsız, sadece ve sadece işe yararlık, işlevsellik, bir şekilde ekonomik yarar temin aracı olarak oy mekanizmasını gördüğümüz anlaşılıyor. Demokrasi oya indirgendiği vakit, demokrasi olarak siyasetbilim yazınında kabul edilen özelliklere sahip bir rejim ortaya çıkmayabiliyor. En büyük sorunumuz bu. Demokrasiyi gerçekten önemsiyorsak, o zaman demokrasinin değerleri üzerinden düşünmemiz ve onlar konusunda beklentilere sahip olmamız gerekiyor. Bizim türde beklentiye sahip olan ülkelerde böyle bir arayışa girdiğiniz zaman, ön plana çıkan temel unsur, iyi temsili sağlayan bir seçim mekanizması temin oluyor. Dolayısıyla insanların verdikleri oyun sonuçların görebilmesini kararlaştıran, daha temsili bir yapıyı hedef alan bir yaklaşım beklentisi içinde oldukları anlaşılıyor. Buna göre, insanlar, kendilerinin seçilmesinde etkili oldukları temsilcilerinin, onların beklentilerini, yararlarını koruyacak şekilde davranma olanağı buldukları bir rejim istiyorlar. Bu, doğal olarak siyasal temsili güçlendiren bir mekanizma. O zaman, siyasal temsili daha güçlü hale getirecek olan, her kişinin oyunun olabildiğince daha etkili olmasını sağlayacak olan bir temsil mekanizmasına, bir seçim sistemine ihtiyacınız var. Dolayısıyla burada daha çok, oy etkinliği sağlayacak bir seçim sistemi, yani temsili bir seçim sistemi gerekiyor. O seçim sistemleri, daha çok nispi temsil vurgulayan uygulamalardır. Yani, bir seçmendeki çeşitli özellikleri, olabildiğince daha dar anlamda temsilciler heyetinin bulunduğu meclise yansıtan bir seçim sistemi üreteceksiniz demektir. Dolayısıyla seçmende kaç tane seçmen bloku varsa, kaç tür kesime ayrılmışsa, hangi özellikleri itibariyle ayrılmışsa, bunları olduğu gibi yansıtan bir seçim sistemine gereksiniminiz olacaktır. Aynı zamanda, bu seçim sisteminin olabildiğince etkili çalışması ve bu seçim sistemi üzerinde seçmenin etkisinin sürdürülebilmesi için, seçmenin, seçtiği temsilcisiyle ilişkisini canlı tutabilecek bir formüle ihtiyacınız var.

Burada çeşitli sorunlar ortaya çıkmaya başlıyor: Birincisi, bu şekilde bir seçim sistemi kurduğunuzda: Türkiye’de, tarihi nedenlerle oluşan çeşitli kültürel fay hatları var. Bunlar, seçmeni, kimlikler üzerinden çok büyük seçmen bloklarına ayırıyorlar. Bunlardan bir tanesi, Sünnî Müslüman mutekit bir blok. Bu bayağı büyük bir blok. Bunun karşısında, Sünni Müslüman olmakla birlikte, seküler olanlar, aynı zamanda Sünni Müslüman olmayan Alevîler yer alıyor. Dolayısıyla üç bloka ayırmış oluyorsunuz. Ayrıca, etnik milliyetçilik ve daha çok, vatanseverlik üzerinden milliyetçiliği tasavvur edenler arasında bir ayrım var. Etnik milliyetçilikte, daha çok, kan bağına, anne-baba ilişkisine ve aynı zamanda ırki temellere dönen bir milliyetçilik unsuru görüyorsunuz. Bunun karşılığında ise bu vatanda doğan herkesin, kökeni ne olursa olsun bu milletin bir unsuru olarak kabul edildiği bir millet anlayışı. Daha çok “Ne mutlu Türküm diyene!” gibi. Bu tür bir paylaşım, aynı zamanda seçmeni iki ayrı bloka daha ayırıyor ve diğer saymış olduğumuz üç seçmen blokuyla kesişiyor. Bunların arasında karmaşık bir görüntü ortaya çıkıyor.

Bunun ötesinde, Türkiye’de aynı zamanda bir ölçüde demokrasiye daha fazla vurgu yapanlar ve daha fazla demokratik bir hukuk devleti ortamında yaşamayı arzulayanlarla, daha otoriter bir yaşamda ısrar edenler arasında zaman zaman ortaya çıkan bir ayrım da söz konusu. Bu da bu beşli ayrımı bir şekilde kesiyor. Aynı zamanda, etnik Türk milliyetçileriyle etnik Kürt milliyetçileri ve onları destekleyen bloklar da ayrılıyor ve bu, ortaya çok sayıda seçmen bloku üretiyor. Nispi temsili mükemmelen temsil ederseniz, bunların hepsini Meclise toplumda dağıldıkları oranlara yakın bir şekilde taşıyacaksınız demektir. O zaman, çok sayıda siyasal partiden oluşan bir Meclis ortaya çıkıyor ve bunların içerisinden bir partinin her zaman seçmenin yeterince büyük bir azınlığının oyunu alması mümkün olamadığı için, Meclis çoğunluğunu tek bir partinin de ele geçirmesi mümkün olmuyor. O zaman, doğal olarak partiler arasında uzlaşmaya dayanan bir formülle hükümet kurmanız gerekiyor. Buna ‘’koalisyon’’ adını veriyoruz. Bu şekilde uzlaşmalar, Türkiye’de zaman zaman yaşandı ve bunlar, özellikle bu partiler arasındaki ilişkilerin, ideolojik nedenler dolayısıyla veya orada rol alan kişilerin kendi siyasal kariyer ihtirasları dolayısıyla tartışmalı geçmesi nedeniyle, hükümetin istikrarsız olduğu izlenimini doğurdu. Bu izlenim, özellikle bu tür yapılardan, bir tek siyasal partiyle çalışma kolaylığını arzu eden, özellikle güçlü ekonomik çıkarlar tarafından yoğun bir şekilde medyada kullanılarak ,seçmende koalisyon hükümetleri aleyhine bir ön yargı oluşturuldu. Bu ön yargı, kuvvetli bir ön yargı. Bunu zaman zaman da parti iktidarı olarak kurulmuş olan iktidarlar kendileri lehlerine kullanma yoluna gittiler.

Edgar Şar: Hocam, lütfen sözünüzü unutmayın. Burada bir şey sorayım: Bu gözlediğiniz kadarıyla bir tek Türkiye’de mi var?

Ersin Kalaycıoğlu: Hayır. Bu çok yaygın ve buradaki sorun şu: Bütün ülkelerde seçim yasaları, belirli bazı kolaylıkları içerir. Yani seçim yasaları sonucunda, seçmenin verdiği oyu, seçim çevrelerinde Meclis sandalyesine dönüştürmek söz konusudur. Bunun için bir formül kullanılır. Örneğin bizim kullandığımız nispi temsildeki D’Hondt formülüdür. Bunu öneren, Belçika’da Gent Üniversitesi’nde bir matematikçi. Bu, en büyük ortalama diye alınan bir formül. Biz oyları Meclis sandalyesine buna göre dönüştürüyoruz. Bu formülde en fazla oy alan parti, – çoğunluğu olan demiyorum, dikkatinizi çekeyim – mesela %40 alan bir parti, bu oranın üzerinde Meclis sandalyesi alır.

Edgar Şar: Yani o seçim çevresinde birinci olan parti, aldığı oydan daha fazla sandalye çıkarır.

Ersin Kalaycıoğlu: Evet. Bütün Türkiye’deki seçim çevrelerinde, çevrelerinin toplamı ele alındığında, daha büyük bir oranda oy alan partinin oyu, bu formül dolayısıyla seçim sandalyesine dönerken artar. Bunun etkisi artar. %40 oy almış bir parti, Meclis’te, diyelim ki %46 oranında sandalye alabilir. Dolayısıyla bu, zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul eden bir formül. Buna karşılık küçük partilerde, oy oranında nispeten daha az oy alırlar. Bunu, başka ülkelerde uygulanan nispi temsil esaslı olmayan uygulamalar daha da mübalağa eder. Bizim de 1950’lerde uyguladığımız seçim sisteminde aynı mübalağa söz konusuydu. Örneğin bugün, çoğunlukçu seçim sistemi olarak bilinen, nispi temsilin tam tersi, yani ekseriyeti alanın kazandığı bir seçim çevresinde, ekseriyeti alan siyasal partinin, o seçim çevresindeki sandalyeyi – ki İngiltere, seçimlerinde tek Meclis sandalyesinden oluşan seçim çevrelerine sahip…

Edgar Şar: Bizde de ‘’dar bölge’’ olarak biliniyor.

Ersin Kalaycıoğlu: Dar bölge olarak geçiyor ama bizde siyasetbiliminde böyle bir kavram yok. Temel itibariyle ‘’tek sandalyeli seçim çevresi’’ ve ‘’çok sandalyeli seçim çevresi’’ deniliyor. Tek sandalyeli seçim çevresinde ekseriyeti alan kazanıyor. Ekseriyeti alan kazanıyor demek, diyelim ki bir parti %28 oy almışsa, diğer partiler %25-24-23 gibi oylar almışsa, %28 oy alan kazanıyor. Diğer partilerin oyları çöpe gidiyor. Bu sistemde bir tek kişi kazanıyor. Dolayısıyla bu sistemde, örneğin Büyük Britanya’da 2019 seçimlerinde Muhafazakar Parti kazandı; %43 civarı oy aldı. Buna karşılık 364 Meclis sandalyesi kazandı. İngiltere’de sandalye sayısı 600 küsurdur. Yani, Muhafazakar Parti 80 civarında bir sandalye çoğunluğuyla iktidara geldi, %43’le, dikkat edin. Seçmende %43, Meclis’te ise bu %55’e tekabül ediyor. Böyle bir artışa sebep oluyor.

Çoğunlukçu sistemlerde, bu amaçlanan bir şeydir. Çünkü tek bir partinin iktidara gelmesi amaçlanır. Ancak 2010’a geri dönüp Büyük Britanya’ya bakarsanız, 2010’dan itibaren iki tane koalisyon hükümetinin çıktığını görürsünüz. Çünkü seçmen, bu çoğunluk sistemine rağmen, tek sandalyeli seçim çevrelerinde oyun ekseriyetini alanların kazanması ilkesine rağmen, oyunu siyasi partiler arasında olabildiğince eşit dağıttığında, hiçbir parti tek başına iktidara gelemiyor. O zaman Meclis’te çoğunluk, tek bir siyasal partinin denetiminde olmuyor. Meclis çoğunluğunu temin edebilmeniz için, farklı siyasal partilerden oluşmuş bir koalisyona ihtiyacınız var. Dolayısıyla o sistemde bile, 2010’dan sonra iki defa koalisyon söz konusu olmuştur.

Ama nispi temsil uygulayan Türkiye gibi ülkelerde, bu daha sık ortaya çıkıyor. Bunu bir sorun olarak mı kabul edeceksiniz, erdem olarak mı kabul edeceksiniz? Bundan sonraki tartışma, temel itibariyle bununla ilgilidir. Eğer siz temsili vurgulamak istiyorsanız, ‘’temsil, bizim için iyi bir yönetim şeklidir’’ diye kabul ediyorsanız, esas olanın, Meclisi seçmek olduğunu, hükümetin Meclisin içinden çıkacağı ve hükümeti kurmanın, doğrudan seçmenin değil, Meclisin görevi olduğunu ve çalışan bir hükümeti kurup onun yürütmesini sağlamanın, doğrudan doğruya halk tarafından değil, temsilciler aracılığıyla olacağını varsayacaksınız demektir. O hükümetin çalışmasını Meclisin içerisinde oluşacak dinamiklerle çözeceksiniz demektir.

Edgar Şar: Hocam, çok kısa bir ekleme yapayım: Mesela 7 Haziran 2015’te seçim oluyor. En son böyle bir durum yaşadık. Tek başına bir hükümet kurulamadı. Bazen, bizde seçimden sonra şöyle yorumlar yapılabiliyor: “Halk, koalisyon kurulmasını istedi.” Aslında halk, koalisyon kurulmasını düşünerek oy vermiyor. Fakat kolektif irade Mecliste bu şekilde tecelli edince, o zaman Meclis içindeki siyasetçiler, bir görev ediniyorlar. “Bizim bu sistemden, bu çerçeveden bir hükümet çıkarmak sorumluluğumuz var” diye hareket etmeliler diyorsunuz.

Ersin Kalaycıoğlu: Evet ama burada kolektif bir irade de yok, onu söyleyeyim. Seçmenin tek tek kararı var. Oradan kolektif irade çıkmıyor. Kolektif irade, herkesin aynı motivasyonla, aynı düşünceyle, aynı fikirle, kendiliğinden, aynı noktada birleşmesi anlamını taşıyor. Böyle bir şey siyasette de yok, iktisatta da yok. Biz tüketiciler olarak hepimiz gidip kırmızı pabuç almıyoruz, böyle bir şey yok. Herkesin tercihi farklı, bunlar toplandığı vakit kolektif bir tercih olmuyor. Onun için kolektif iradenin varlığını kabul ettiğiniz zaman çok farklı yorumlara gidiyorsunuz.

Edgar Şar: Çünkü ‘’millet iradesi’’ gibi çoğunlukçu bir popülist şeye gider.

Ersin Kalaycıoğlu: O, aynı zamanda otoriter bir yapıya gidiyor. Aynı zamanda onun oluşturduğu ortamdan bir kamu politikası üretme imkânınız da olmaz. Avusturyalı iktisatçı ve siyasetbilimci Joseph Shumpeter’in çok güzel bir örneği var. Ben bunu Halk Yönetimi kitabımda da aktardım. 1930’ların Avusturya’sını yaşamış, daha sonra Harvard Üniversitesi’nde öğretim üyeliğine devam etmiş bir kişiden bahsediyoruz. O bilinçle yazıyor. Bunun neden olmadığını anlatmak için diyor ki, “İnsanlarda kolektif olarak kabul edecek bir şey düşünebiliriz. Mesela sağlıklı yaşam. Seçmenlere ‘’Sağlıklı yaşamak istiyor musunuz?’ diye sorsak, herkes ‘Evet, istiyorum’ der. O halde şimdi bunun politikasını oluşturacaksınız. ‘Sağlıklı yaşamak istiyorsanız hepinize aşı uygulayacağız’ diyeceksiniz. ‘Aman dur kardeşim, ben aşı olmak istemiyorum’ diyen bir kitle çıkıyor ortaya. Bu kolektif birlik ne oldu? Birdenbire ortadan kalktı.

İkincisi, “Sağlıklı yaşamak istiyorsanız sigara içmeyeceksiniz” diyeceksiniz. “Ben sigarayı bırakmak istemiyorum ama sağlıklı yaşamak istiyorum” diyen bir kitle var. “Alkol almayacaksınız” diyeceksiniz. “Olmaz, ben zaman zaman da olsa alkol almak istiyorum” diyen bir kitle var. Bunun gibi “Kolesterol için şunu yapacaksınız, şekerli bir şey yemeyeceksiniz” diyeceksiniz. Nasıl sağlıklı yaşayabileceğinizi doktorlar söylüyor. Bunları uyguladığınız zaman, birdenbire bakıyorsunuz ki “Sağlıklı yaşam istiyorum” diye talep edenlerin oranı ciddi boyutlarda düşmüş ve ortada pek biri kalmamış. Bazı şeyler soyutta mümkünmüş gibi gözüküyor. Ama somuta indirgediğiniz ve ayrıntılara baktığınız zaman, bunların uygulanmasında çeşitli çetrefiller çıkabiliyor. Dolayısıyla bu kolektif irade, Rousseau’nun tabiriyle volonté générale’den hareket ederek kamu politikası üretmek mümkün değildir. Böyle bir şey yok.

Edgar Şar: Biraz önceki örnek üzerinden şunu kastettim: Dediğiniz gibi, ‘’Kolektif irade’’ doğru ifade değil, evet. Meclis’te bir tablo çıkıyor. Herkesin tek tek verdiği oydan bir tablo çıkıyor ve o tabloyu beğenmemek – 7 Haziran seçimlerinde olduğu gibi – herhalde siyasetçilerin görevi o değil, o tablodan bir şey çıkarabilmek sorumluluğu onların görevi.

Ersin Kalaycıoğlu: Tabii.Seçmene saygı duyuyorsanız ve seçmen tercihinin temel belirleyici olduğunu kabul ediyorsanız ki, demokrasinin temel kabulü bu, o zaman oradaki sonuca saygı gösterip onun gerektiğini yapmanız lazım. Onu yapmadığınız zaman, demokrasinin dışına savrulmuş oluyorsunuz. Nasıl kendinizi ifade ederseniz edin, fark etmiyor. Ondan sonrası demokrasi değil. Ondan sonrası, eski Osmanlı tabiriyle hile-i şeriyye ile demokrasinin etrafından dolanmak, onu es geçmek ve başka birtakım formüller uygulamak şekline dönüşüyor ve demokrasi de öylece yıpratılmış oluyor.

Nispi temsil uyguladığınız zaman ortaya çıkan manzara, tek tek verilen oyların toplamından, çeşitli siyasal partilerin, kendilerinin Meclis’te temsilini sağlayacak bir yapının ortaya çıkması. Bunlar, aynı zamanda seçmenin farklı değerlerinin yansımasını sağlıyorlar. Kamu politikasına yansımasını sağlıyorlar. Bir koalisyon oluşturduğunuz zaman, sadece Meclis’teki bir çoğunluğun değil, aynı zamanda bunun seçmendeki bir çoğunluğu söz konusu. O çoğunluğun duygularını, düşüncelerini, çıkarlarını temsil eden bir geniş tabanlı hükümet kurmuş oluyorsunuz. Bunların bir araya getirilmesi ve bunlardan kamu politikası üretilmesi, daha zor bir süreçtir. Bu, uzun pazarlıklara ve görüşmelere dayanır. Birbirlerini ikna etmeleri gerekir. Çünkü farklı ideolojik konumlardan geliyorlar ve farklı değerleri, tutumları, farklı duyarlılıkları ve farklı çıkarları temsil ediyorlar. Bunların bir orta noktada birleştirilmesi, bunlar üzerinden bir uzlaşma, özellikle kültürel farklılıkları içeriyorsa çok zordur. Onun için meşakkatlidir. Ama bir kere oluşursa, seçmen ve aynı zamanda demokrasi açısından çok büyük bir kazanç sağlanmış olması anlamına geliyor. Geniş bir kitlenin duyarlılıklarını, değerlerini, önceliklerini ve yararlarını, yarar olarak gördüğü çeşitli çıkarları içeren bir kamu politikası izlemiş ve onu hayata geçirmiş olursunuz. Bunun da seçmen gözündeki sonucu, kendi verdiği oyun kendi hayatını nasıl iyileştirdiği, nasıl güçlendirdiği ve nasıl anlamlı hale getirdiği ve demokrasinin nasıl iyi işlediği izlenimini doğurması ve demokrasiye olan güveni artırmasıdır. Dolayısıyla süreç meşakkatli ama sonuç başarıldığında, demokrasi ve seçmen için çok önemli bazı sonuçlara ulaşmanız mümkündür. Bir tek partiyle ulaşamadığınız bir sonuca, yani bir partinin tek başına iktidarda bulunmasıyla, parti hükümetiyle ulaşamadığınız sonuca, koalisyon hükümetleriyle ulaşabilirsiniz. Onun için, koalisyon hükümetleri, içerisinde bu kadar tartışmalı olmaları dolayısıyla, aslında zayıf hükümetler değillerdir. Türkiye’den örnek vereyim: Biz çok zor dönemlerimizde koalisyon hükümetleriyle çok önemli başarılarda bulunduk. Örneğin, 1973-74 senelerinde Kıbrıs Harekâtı’nın bulunduğu dönemde bir koalisyon hükümetimiz vardı. 1974 yazında, koalisyon hükümetiyle Kıbrıs’a müdahale söz konusu olabilmiştir ve Türkiye, fevkalade zor bir dönemi koalisyon hükümetiyle yönetebilmiştir. Bunu da unutmayınız.

Bunun ötesinde, koalisyon hükümetleri, aynı zamanda geniş seçmen desteği bulan hükümetlerdir. Bu hükümet dönemlerinde, askeri darbe olma olasılıkları bir hayli düşüktür. Türkiye’de 1960 darbesi parti hükümetine karşıdır. ’71 darbesi Adalet Partisi hükümetine karşıdır. O da parti hükümetidir. ‘80’de de bir azınlık hükümeti olarak yine Adalet Partisi iktidardaydı. Dolayısıyla üç temel darbe, buna karşı olmuştur. Son darbe girişimi, Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetine karşı olmuştur. Dikkatinizi çekeyim, koalisyon hükümetlerinin böyle bir görüntüsü, böyle bir karnesi yok. Dolayısıyla bu hükümetlerin zayıf olduğu savı, daha çok, medyada ve bazı güçlü çıkarlar tarafından, koalisyon hükümeti yerine kolay anlaşabilecekleri parti hükümetiyle çalışmak istediklerinden, yaratılmış olan yapay bir bulgudur.

Dünyadaki örneklere bakacak olursanız, en tipik örneği Avrupa’daki nüfus ve yüzölçümü bakımından küçük ama yerleşik demokrasisi olan, Belçika, Hollanda, Danimarka gibi ülkeler. Bunlar, koalisyon hükümetleriyle çok uzun sürelerdir yönetilmektedirler. Zaman zaman azınlık koalisyonlarıyla yönetilmektedirler. Bunu da göz önünde bulundurmak lazım. Aynı zamanda, hem nüfusu hem iktisadi gücü büyük olan, Almanya ve İtalya gibi ülkeler, G7 ülkeleri olmuşlardır. Almanya bugün Avrupa’nın en kuvvetli ekonomisine sahip olan ülkedir ve 1945 sonrasında, yanlış anımsamıyorsam dört yıl dışında koalisyon hükümetleriyle yönetilmiştir. Bugün de bir koalisyonla yönetilmektedir. Bu noktaya, yani dünyanın dördüncü büyük ekonomisi olma noktasına, koalisyon hükümetleriyle gelmiştir. Herhangi bir şekilde bir engel söz konusu değil. Bunların örneklerini çoğaltabiliriz. Çok sayıda örneği var.

Koalisyon hükümetleri, parti hükümetlerine nazaran biraz daha kısa ömürlüdür. 20. yüzyılın ikinci yarısında, Wolfgang Müller’in bu konuda bir makalesi var. O makaledeki bulgulara göre, koalisyon hükümetleri ortalama olarak sekiz ay daha kısa süre hükümette kalıyorlar.

Edgar Şar: Hocam, ‘’Sekiz ay kadar daha kısa ömürlü ‘’dediniz, bu da aslında çok büyük bir farka işaret etmiyor.

Ersin Kalaycıoğlu: Tabii. Dört veya beş yılda sekiz aydan bahsediyoruz.

Edgar Şar: Evet. Onun altını çizelim ama bir şeyi merak ediyorum: Almanya örneğini verdiniz. Bir de Türkiye’de koalisyonun negatif bir algısı var. Bunun da kökenini söylediniz. Peki, Almanya’da hükümetle kolay ilişki kurmak isteyen birtakım çevreler, orada yok da sadece bizde mi var? Neden orada böyle bir talep olmuyor? “Keşke tek partili hükümet olsa. Hatta tek adam, tek kadın olsa, işlerimizi daha rahat halletsek” gibi bir şey yok mu?

Ersin Kalaycıoğlu: Sosyoekonomik yapının özelliği, piyasaların bağımsızlığı, devletin ekonomideki ağırlığının farklı düzenlenmiş olması, aynı zamanda, orada kurulmuş olan hükümetle iş çevreleri arasındaki ilişkilerin niteliği ve onun, hükümet tipinden bağımsız olarak oluşması, yargının tam anlamıyla bağımsız, tarafsız ve ehil olması, dolayısıyla bu konuda herhangi bir şekilde Almanya’daki siyasal güçler arasında yargı konusunda bir düşünce farkının bulunmaması gibi birçok nedenler burada söz konusu. Dolayısıyla orada bir fark var.

Tabii siyaset bilimindeki açıklamaları bir tek değişkene indirgemek doğru değildir. Bir değişkenden bahsettim ama tek etken bu değil. Dikkate almanız gereken başka bir etken daha var: O da Türkiye’deki yapılanmada, hükümetin içinde çalıştığı sosyoekonomik çevre, onun özellikleri, oradaki kurumsal yapılar. Alman örneğinde söylediğim gibi, yargıdan bahsettim. Aynı zamanda kamu bürokrasisi, kamu bürokrasisinin yeri, kamu bürokrasisinin hangi kurallara göre profesyonel olarak düzenlendiği ve çalıştığı. Dolayısıyla buradaki kamu bürokrasisinin profesyonel etiği, kamu bürokrasisinin ehliyetli kişiler eliyle ve bilime, hukuka uygun olarak çalışma ilkelerinin yerleştirilmiş olup olmaması, son derece kritik rol oynayan unsurlardan bir tanesi. O durumda, günlük yaşantı, büyük ölçüde kamu bürokrasisi ve yargı arasındaki ilişkiler çerçevesinde düzenlenebildiğinden, hükümetin kaç partiden oluştuğunun bir önemi de kalmamaktadır. Hatta hükümetlerin zaman zaman seçim sonrasında oluşamadığı örnekler var. Belçika bunu 2008’den sonra en açık şekilde gösterdi. Daha önce başka yayınlarda da tekrar ettim, yine tekrar edeyim: Belçika’nın 590 gün boyunca seçilmiş bir hükümeti olmadı. Buna rağmen, 2008’de Avrupa’yı, özellikle Güney Avrupa’yı kasıp kavuran krizde, Belçika’da herhangi bir olumsuzluk yaşanmadı. Buna karşılık, PASOK Hükümeti’nin bulunduğu Yunanistan, iktisadi olarak çöktü. Aynı şekilde, bütün Güney Avrupa, İrlanda’ya kadar ciddi ölçüde çöküntüye uğradı. Birleşik Krallık, aynı şekilde çok büyük bir mali sıkıntıya düştü. Bunların hepsinde parti hükümeti mevcuttu, İtalya hariç. İtalya geleneksel olarak koalisyon hükümetlerine sahip ve buradaki görüntü gayet açıktır. Kuzeybatı Avrupa’nın koalisyonlarla yönetilen ülkeleri iyi bir sınav verirken, parti hükümetleriyle yönetilen Güney ülkeleri – Yunanistan gibi veya aynı dönemdeki İngiltere gibi, İspanya, Portekiz, bunların tamamı iktisadi bakımdan çok zorlandıkları bir döneme girdiler. Dolayısıyla hükümet tipinin bizatihi kendisinden kaynaklanan bir etkiyi görebilmek mümkün değil.

Türkiye açısından bakacak olursanız: Ben, 1945 sonrası 1999’a kadar, yani yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki çok partili yaşantı döneminde, Türkiye’deki parti hükümetleriyle koalisyon hükümetlerini karşılaştıran bir çalışma yayınladım. Bu çalışmada gayet açık gözüküyor ki, o dönemde Türkiye’de koalisyon hükümetleri, ortalama olarak 314 gün iktidarda kalabiliyorlar. Parti hükümetleri ise 688 gün iktidarda kalıyorlar. Koalisyon hükümetlerinin kurulması, en kısa 22 gün sürmüş. En uzunu da 104 gün sürmüş. Parti hükümetleri ise 12 günde kurulmuş, en uzunu 37 gün sürmüş. Yani parti hükümetleri Türkiye’de daha çabuk kuruluyor, koalisyon hükümetleri de doğal olarak daha uzun sürede kuruluyor. Bütün dünyada böyle. Koalisyon hükümetleri daha az sürede erken seçime gitme ihtiyacı duyuyor, parti hükümetleri ise daha uzun sürelerle görev yapıyor. Ancak, bunlar genel eğilimlerdir, bunların hepsinin istisnaları var. Koalisyon hükümetlerinin erken seçime gidişiyle, parti hükümetlerinin erken seçime gidişi arasında, hem Türkiye’de hem dünyada farklı nedenler söz konusudur.

Parti hükümetleri, yani bir tek partinin iktidarda bulunduğu, hem yürütmeyi hem de Meclis çoğunluğunu denetim altında tuttuğu ortamlarda, parti hükümetleri otlarını artırabileceklerini hissettikleri veya gecikirlerse daha çok oy kaybedeceklerini düşündükleri noktada, parlamenter bir demokrasi uygulaması içindelerse, Meclisi feshederek erken seçime giderler. Yani erken seçim hesaplaması, parti hükümetinin kendi oy çıkarı üzerinden yapılan bir hesaplamadır. Bu, birçok ülkede standart bir uygulamadır. Dolayısıyla onlar da seçilmiş oldukları süreyi her zaman tamamlamazlar. Birçok kereler tamamlamadıkları da görülmüştür.

Koalisyon hükümetleri ise bu nedenden dolayı değil, koalisyon içerisindeki bakanlar, başbakan ve çeşitli partilerin elinde bulunan koltukları korumakta olan kimselerin, kendi siyasal kalemleri yahut kendi içlerindeki birtakım ideolojik veya çıkara dayalı uzlaşmazlıkları giderememeleri dolayısıyla erken seçime giderler. Gidiş nedenleri farklı. Dolayısıyla seçmene bu farklılıkları gidermesi için bir olanak sağlıyor. Seçmenlerin yine tek tek verecekleri oylar, bu değişikliğe neden olabilecek bir içerikte olursa, bir yeni koalisyon veya parti hükümeti ortaya çıkabilir. Olmazsa, aynı parti hükümeti veya aynı koalisyon hükümeti aynı partilerle yine varlığını devam ettirebilir. Burada bu özellik gözüküyor.

Ama Türkiye’de 1945 sonrasından 2000’li yıllara kadarki hükümetlere baktığınız zaman, bunların çalışmalarının genel olarak etkileri nedir diye bakarsanız, üretici fiyat endeki koalisyon hükümetlerinde daha az artıyor. Kişi başına gelir, parti hükümetleri döneminde daha hızlı artıyor. Parti hükümetleri daha uzun dönemli, dikkatinizi çekeyim. İşsizliğin bir etkisi yok, her ikisinde de işsizlik boyutları aynı. Parti hükümeti de, koalisyon hükümeti de işsizlik konusunda farklı bir sonuç ortaya çıkarmamış. İhracatın artışı, koalisyon hükümeti dönemlerinde daha fazla. İthalat da ona göre daha fazla artmış gibi gözüküyor. Dış açık üzerinde, iki hükümet tipinde ciddi bir ektisi yokmuş gibi gözüküyor. İstatistiksel veriler bunu gösteriyor. Aynı zamanda, ilginçtir, insani gelişme endeksi açısından bakacak olursanız, özellikle yaşam ümidi koalisyon hükümetleri döneminde daha fazla artıyormuş gibi gözüküyor. Sosyal refahın koalisyon hükümetlerinde daha geniş tabana yayıldığını düşündürebilecek bazı belgeler ya da bulgular var; bunların daha fazla çalışılması gerekiyor. Benim yapmış olduğum yayın 2002 senesinden, yirmi sene oldu. O dönemi inceliyor. Daha ayrıntılı bakarsanız göreceksiniz.

Hükümet tipinin büyük ölçüde bir etkisi yok. Esas sorun, Türkiye’nin siyasal sistem olarak tasarlanmış olan yapısında, yasama-yürütme-yargı ilişkilerinin, aynı zamanda kamu bürokrasisinin çalışma esaslarının, partizanlık içermeyecek şekilde düzenlenebilmesini becerebilmek ve bu esasla, hem kamu bürokrasisini hem yargıyı tarafsız olarak çalıştıran bir profesyonel etik anlayışı, kendi alanlarında uzman ve o alanlardaki bilimsel bulguları hayata geçirebilen, bunları izleyebilen, bunlara göre yönetim yapabilen, profesyonelliği yüksek, ehliyeti yüksek, konusunun uzmanı olan kişiler aracılığıyla, çeşitli kamu politikası alanlarının, eğitimin, sağlığın, enerjinin, dış politikanın, savunma politikasının yahut tarım politikasının yürütülmesini sağlayabilmek. Bunun için hükümetin işlevi, birçok düzgün çalışan örnekte gördüğümüz gibi uzun dönemli hedef koymaktır. Ayrıntı hükümetin işi değildir. Hükümet ayrıntıya giriştiği andan itibaren ciddi ölçüde partizanlaşma söz konusu olmaya başlamakta, partizan kararlarla, bu kurumların kurumsal yozlaşmayla karşılaşması söz konusu olmakta ve kurumsal yapıları deforme olmaktadır. Dolayısıyla bu bozuluş, hükümet çalışmasını büyük ölçüde aksatmaktadır.

Aynı şey yargı için de söz konusudur. Yargının bağımsızlığı, tarafsız karar vermesi, ehil olması, dürüst çalışması, Türkiye’deki birçok sorunun çözüm yeri olarak yargının algılanması, istikrarı sağlayacak temel unsurdur. Bu, son derece önemli bir yapıdır. Bunları düzgün oturtursanız ve hükümetlerin daha çok uzun dönemli hedeflere odaklanmasını sağlayabilirseniz, o zaman, demin vermiş olduğum örnekteki gibi Belçika hükümetine benzer şekilde çalışırsınız. Bunu yapamazsanız, o zaman 2008’deki Yunanistan hükümetine benzer duruma gelirsiniz. O zaman da bir şoktan öbür şoka, bir krizden öbür krize doğru yol almak, mukadderatınız haline gelecektir. Zorluk, temek itibarıyla burada.

Burada vurgulamamız gereken temel bir husus var: Eğer özellikle kurallara ve kurumlara, Anayasaya ve yasalara uygun kamu bürokrasisi ve yargı çalıştırılabilirse, hükümet tipi, başlı başına önemli bir siyasal değişken değildir. Bunun becerilmesi, yeni bir Anayasa ile yola çıkılacaksa bunun hedeflenmesi gerekir. Tabii burada yine bir ikaz mahiyetinde bir noktayı vurgulayayım: Yapısal düzenlemeler tek başına önemli değildir. Anayasa yapıyı çatar: Hangi kurumların hangi rollerden oluşacağı, bu rolleri oynayacak kişilerin birbiriyle nasıl bağlantılı olacağı ve bu bağlantıların ne şekilde sürdürüleceği konusundaki kurumsal yapıyı anlatır. Bunun çalışması, orada fiilen görev alan insanların davranışlarına dayanmaktadır. Bu davranışlar, o kurumun çalışıp çalışmamasına ve ne şekilde, hangi kalitede çalışacağına dair gelişmeleri belirleyecektir. Bu da büyük ölçüde, insanların değerleri, bilgileri, yetiştiriliş tarzları, etik konusundaki düşünceleriyle ilgilidir. Bu da büyük ölçüde bir kültür alanıdır. Daha önceki yayınlarımızda değinmiştik: Buradaki sorunumuzu bilgisayar teknolojisi kullanarak ikiye ayırabiliriz: Anayasa, rejimin donanımını ortaya koyar. Ama bilgisayarı aldınız, onu fişe takıp da birtakım uygulamaları yüklemeden çalıştırmanız ve ondan herhangi bir verim elde etmeniz mümkün değil.

Edgar Şar: Yazılım.

Ersin Kalaycıoğlu: O da yazılım. Türkiye’nin sorunu sadece donanım sorunu değil. Aynı zamanda ciddi bir yazılım sorunu var. Bu hem seçmenle ilgili bir yazılım sorunu hem de siyasal seçkinlerle, yani seçmenin seçtiği, ülkeyi yönetmeye talip olanlarla ilgili çeşitli sorunlardır. İktidardan ne anladıkları, iktidarın sınırları, sınırlı iktidarı erdem olarak mı zayıflık olarak mı gördükleri, birbirleriyle geçinebilme yeteneği… Bizim liderlerimizin bir araya gelip birbirleriyle geçinme yeteneğinin çok düşük seviyelere indiği dönemler yaşadık. Mesela, şimdi ‘’altılı masa’’ denilen uygulama, bir ölçüde buradan çıkmakta olduğumuzun işareti. O bakımdan ben değerli görüyorum. Birbirleriyle bir masa etrafında oturup diyalog kurabilen, fikir teatisinde bulunabilen liderler var.

Tabii bir de birbirleriyle bir masa etrafında gelmeyip, özellikle ekranlar vasıtasıyla küfürleşenleri görüyoruz. Seçmen olarak birincisini mi tercih ediyorsunuz, ikincisini mi? Bunu, vereceğiniz oy belirleyecek. Hangi tür yaklaşıma, değere veya kültüre sahip olan siyasal seçkini destekleyeceksiniz? Neyi desteklerseniz, çıkacak sonuç o. Verdiğiniz oydan bağımsız olarak bir sonuç çıkmıyor. Dolayısıyla verdiğiniz oyla belli bir tür seçkini desteklerseniz, ondan sonra “Biz bunlar kavga etsin istemiyoruz” derseniz, kusura bakmayın, kavga edecekleri seçerseniz, kavga çıkacaktır. Dolayısıyla hem seçmen hem de bizi yönetecek olan kitlelerin, seçkinlerin veya siyasal elitlerin benzer şekilde siyasal kültür konusunda, bu belli donanıma, belli siyasal rejime uygun kurallara göre o rejimi çalıştıracak duyarlılıkları, kabulleri, varsayımları, değerleri içeren hareketlerde bulunup bulunamayacakları meselesi var. O ikinci sorun çok daha uzun dönemli, çözümü zor olan bir sorundur. Dolayısıyla yapısal ayarlamalarla, yeni bir Anayasa yazarak, böyle bir şey yok ama diyelim ki dünyanın en mükemmel Anayasasını getirip koysanız, eğer kültürden kaynaklanan bu etkiler düzgün şekilde o yapısal ortamla bir etkileşim içerisine girmiyorsa…

Edgar Şar: O donanımla…

Ersin Kalaycıoğlu: Evet. O donanımla o yazılım uyuşmuyorsa, herhangi bir şekilde çalışması mümkün değil. Tıpkı bilgisayarda olduğu gibi. Sizin bilgisayarınızın kapasitesi, bu uygulamayı çalıştırmaya yetmiyor. Öyle bir durumla karşı karşıya kalıyorsunuz. Dolayısıyla, dünyanın en iyi otomobilini alın, içine benzin yerine su koyarsanız onu yürütemezsiniz. Burada böyle bir sorunumuz var. Veya benzin içerisine belli bir miktardan fazlasını su haline getirirseniz çalıştıramazsınız. Bu ikisini birden düşünmemiz gerekiyor. Hem seçmen olarak hem de bizim seçmiş olduğumuz, yönetmeye talip olan siyasal seçkinler olarak. Bu ikinci hususta, Türkiye, defaten sınıfta kaldı. Dolayısıyla bu husustan daha uzun süre birtakım savruluşlarımız, çabalarımız, olduğumuz yerde sayacağız gibi gözüküyor. Henüz kesin bir ayrım olabilecek bir noktaya doğru gelmemişiz gibi gözüküyor. Ama sonuçta, bu ikisi, yani hem rejim tasarımı, Anayasa ve ilgili yasalar hem de onlara uygun olarak davranacak olan kişilerin siyasal değerleri, düşünceleri, etik anlayışları, onların bu kurallara gösterecekleri duyarlılık önemli. Son olarak şunu vurgulayayım.

Edgar Şar: Buyurun hocam.

Ersin Kalaycıoğlu: Çok yerleşik bir demokrasi olan ülkelerde dahi bunu görmeye başladık: 230 küsur yıllık Amerika Birleşik Devletleri’nde, başkanlık yarışına giren iki kişiden bir tanesi, ortada hiçbir kanıt olmadığı halde, seçim sonuçlarını kabul etmediğini alenen ilan ederek, Amerikan Kongresi’ni bastırmak için kendi seçmenlerini harekete geçirdi. Bu akıl alacak bir şey değil. Böyle bir yapıda demokrasiyi sürdürmeniz mümkün değil. Çünkü demokrasinin temel varsayımı, Âdil ve serbest olarak yapılmış olan seçim sonuçlarının herkes tarafından kabul edilerek, seçmenin oyuna saygı gösterip onun istediği yönde bir yönetim oluşturmaktır. Eğer seçime giren temel partilerin bir kısmı veya bir tanesi, bu varsayımı kabul etmeyecekse, o zaman bu sistemin çalışabilme olanağı olmayacaktır. Bu, çok yerleşik bir ülke de olsa, yani Amerika Birleşik Devletleri de olsa, aynı şey.

Yine daha eski bir demokrasi olan Büyük Britanya’da yine bir kriz yaşanıyor. Başbakan Boris Johnson, alenen Meclise yalan söylemiş durumda. Bu, İngiltere’de kabul edilebilecek bir şey değil. Böyle bir Başbakana güven duymak mümkün değil. Ama Başbakan görevden alınabilecek mi, alınamayacak mı, iki-üç aydır tartışıyorlar. Tarihinde ilk defa, polis, Başbakana kendi koymuş olduğu kurallara kendi uymadığı için ceza yazdı. Tarihinde bu yok, ilk kez karşılaşılıyor. Bu şekilde duyarsızlıklar içerisinde olduğunuz zaman, demokrasinin kurallarına göre yürütülebilmesi tabii mümkün değil.

Edgar Şar: Hocam, süremizin sonuna geldik. Son cümlenizi alabilir miyiz?

Ersin Kalaycıoğlu: Onun için, burada ne kadar bu duyarlılıkların önemli olduğu ve siyasal kültürün veya yazılımın ne derece önemli olduğunu bir kez daha vurgulamak isterim. Bunun için bu konuda düşünmek isteyenlerin, ikisini birden göz önünde bulundurarak düşünmelerinin yerinde olacağını salık veririm.

Edgar Şar: Çok teşekkür ederiz hocam. ‘’Nasıl bir demokrasi?’’ vizyonu için gerçekten kapsamlı bir yayın oldu. Gelecek ay tekrar görüşmek üzere diyelim. Size ve bizi izleyen herkese de çok teşekkür edelim. İyi akşamlar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.