CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu Ensar Vakfı ve TÜRGEV’in ABD’deki paravan bir vakfa toplam 1 milyar lira transfer ettiğini belirterek, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yurtdışına kaçış planı yaptığını iddia etti. AKP’den ardı ardına açıklamalar gelirken Kılıçdaroğlu’nun bu sözleri kamuoyunda tartışılmaya devam ediliyor.
Konser yasaklarına yenileri eklenirken, yaşam tarzına müdahale tartışmaları da sürüyor.
Resmi Gazete’de yayımlanan karara göre alkollü içecek ve sigarada Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) artırıldı.
Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış‘ın bu bölümünde değerlendirdi.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Bu hafta Kemal Can stüdyomuzda. Hoş geldin Kemal.
Kemal Can: Hoş buldum Ruşen.
Ruşen Çakır: Şu sıra gündeme gelen konser yasaklarıyla ve alkollü içecekler ile sigaraya gelen zamlarla başlayalım. Konser yasakları, kimi zaman belediyeler, kimi zaman valilikler, kimi zaman yerel yöneticiler tarafından uygulanıyor. Kimi yasaklar da ilginç bir şekilde, merhum Şerif Mardin Hoca’nın “Mahalle Baskısı” lâfının tam karşılığı olan “İstemezükçüler” tarafından dile getiriliyor. Üstelik bunların bir kısmı da, iktidârın parçası olmayanlar tarafından yapılıyor. Mesela Zafer Partililer Aynur Doğan’ın bölücü olduğunu söyleyerek konserinin iptal edilmesini istiyorlar. Ya da Fatih Erbakan’ın genel başkanı olduğu Yeniden Refah Partisi Isparta İl Başkanı, Melek Mosso’nun Isparta konserinin iptalini istiyor. Bunlar böyle bir furya hâlinde devam ediyor. Bugün Numan Kurtulmuş, Diyarbakır’da katıldığı bir toplantıda, bu yasakların sorumluluğunun organizatörlerde olduğunu söylemiş. Bir de, mâlûm, pandemi bahânesiyle getirilen canlı müzik yasağı da var.
Bunların dışında, dün gece alkollü içeceklere ve sigaraya gelen ÖTV zamları da gündem oldu. Zâten son gelen zamlarla fiyatlar çok yükselmişti, şimdi olağanüstü bir artış oldu. Bunların bütününe bakınca, hakîkaten hayat tarzına müdâhale olayı yaşanıyor, değil mi?
Kemal Can: Evet. Söylediğin gibi o müzik yasakları konusunda bâzı sanatçılara ilişkin doğrudan engellemeler var. Bir de, senin o “zamlar” dediğin, fiilî yasaklar var — üstelik yeni de değil. En son, yeniden çok yüksek bir zam yapıldı. Ama birkaç yıldır sistemli biçimde, bir hayat tarzını fiilî olarak imkânsızlaştıran, zorlaştıran, enflasyonla filan da açıklanamayacak oranlarda zamlarla, neredeyse yaşanamaz hâle getirilmesi. Sonra yine başka bahânelerle, meselâ pandemi vesîlesiyle getirilen müzik yasağının, daha sonra, doğrudan Erdoğan’ın, “Kimsenin kimseyi rahatsız etmeye hakkı yok” söylemiyle, gece belli bir saatte müzik yasağının getirilmesi. Ve müzik yasağının, bir hayat tarzı yasağı değilmiş de, başka bir gerekçeye dayanıyormuş gibi sunulması: Önce pandemi gerekçesine, o değiştikten sonra da, hak gerekçesine dayanılarak sunulması. Bunların hepsi aslında bence bir paket. Kimse şunu iddia edemez: Özellikle içki yasakları ve müzik insanlarının hem fiilî olarak sanatlarını icrâ etmelerine zorluk çıkarmak, hem de artık bayağı açıktan yasaklar şeklinde, bir hayat tarzını kuşattığını düşünüyorum. Ama bu, yukarıdan aşağıya, devletin imkânlarını kullanarak yapılanlar. Biraz önce senin söylediğin gibi, bunun ikinci bir aşaması var: Bu yasaklama faaliyetini aşağıdan yukarıya doğru, yani herkesin kullanımına açmak. Biri, yerel yönetimleri, yerel yöneticileri, kendine bundan görev çıkartacak herkesi; bir de, Sezen Aksu hikâyesinde gördüğümüz gibi, sivil görünümlü birtakım reaksiyon odaklarının, bâzen kullanılarak, bâzen kendiliğinden harekete geçtiği bir işleyişin de kapakları açıldı. Bu da bence önemli bir şey. Hattâ bu, iktidârın işine de geliyor aslında. Çünkü böyle bir hava yaratıldığı zaman, “Biz yasaklamıyoruz ki, bu kendiliğinden oluyor. Vatandaş istemiyor. Tepkilerden doğuyor” şeklinde yaklaşımlar oluyor. Sosyal medyada bunun yansımalarını çok görüyoruz. Söylediğin gibi, meselâ Aynur Doğan hikâyesinde, kendini muhâlefette konumlayan birtakım fenomenlerin sürükleyicisi olduğu bir şey işliyor. Aslında benzer bir şey, bu göçmen meselesinde de tartışıldı. O motivasyonun, öfkeyi ya da rahatsızlığı veya daha küçük alanlarda belirli hayat tarzlarına, belirli düşünce kalıplarına yönelik baskıyı üretmek için, herkese alanı açan… Hani “Taşları bağlayıp birilerini salmak” tâbiri vardır ya, tam ona benzer bir şey yaşıyoruz.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ruşen Çakır: İzleyicilerimizden Doğan Özkan, “Kemal Kılıçdaroğlu sürekli çıkışlar yapıp güven kaybetmiyor mu? Başkanlık şansı azalmıyor mu?” diye sormuş. Ben buna katılmıyorum. Tam da senin bahsettiğin hususa bağlayarak söyleyeceğim. Son günlerde özellikle sosyal medyada birtakım değişik değişik isimler, “Böyle muhâlefet mi olur? Söylediği rakamlar çok komik. Bunun arkası gelmiyor” diyerek Kılıçdaroğlu’nu ve CHP’yi îtibarsızlaştırma çabasındalar. Bu bana Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarının etkili olduğunu gösteriyor. Çünkü açık söylemek gerekirse, yapana ve söyleyene bakıyorum, aslında, “Kılıçdaroğlu ne kadar iyi. Keşke Cumhurbaşkanı olsa” diyecek birisi değil. Hattâ tercihi Mansur Yavaş da değil. Bazen Mansur Yavaş ya da İmamoğlu’nu tuttuğu için Kılıçdaroğlu’na lâf edenler var. Aslında tercihleri Erdoğan. Son günlerde birtakım yeni yeni unsurlar –unsur lâfı da çok uyuyor onlara– birdenbire CHP ve Kılıçdaroğlu aleyhtarlığı yapmaya başladılar. Bunu da, “Böyle muhâlefet mi olur kardeşim. Şöyle batırdı, yine batırdı” şeklinde bir üslûpla yapıyorlar. Bence, bu tür kişilerin çıkması, Kılıçdaroğlu’nun etkili olduğunu gösteriyor. Meselâ, Kılıçdaroğlu elinde belgelerle Erdoğan’a ve para transferlerine yönelik iddialarını dile getirdiğinde, “Ben burada bırakıyorum. Tartışmayı sürdürecek olursanız bunun devâmını da getiririm” dedi. Ve dikkat edersen, olayın o kısmı üzerine cevap verilmedi. Cevaplar genellikle Mustafa Şentop’un söylediği gibi, “Erdoğan ‘kaçmak’ fiiliyle yan yana konulabilecek ülkedeki son kişidir” şeklinde oldu. Ama o topa girilmeyip, sâdece Vakıf üzerinden bir şeyler anlatmaya çalıştılar. Ne dersin?
Kemal Can: Katılıyorum senin söylediğine. Hani iktidâra da yakın birtakım troller, CHP’yi Kemalist çizgiden ve fabrika ayarlarından uzaklaştığı için eleştiriyor ya? Bu da biraz ona benziyor.
Ruşen Çakır: Meselâ “Maltepe mitinginde Atatürk resmi yoktu” diyenler oldu. Olup olmadığını şu anda hatırlamıyorum; ama bunu söyleyenlerin büyük bir kısmının, Atatürk’ü sevdiğinden emin değilim. Oradan yürüyebileceklerini düşünüyorlar.
Kemal Can: Tabii, tabii. Aslında birkaç grup eleştiri var. Bir kısmı senin söylediğin gibi, CHP’nin veya Kılıçdaroğlu’nun performansı konusunda çok da sıkıntısı, tasası, derdi olan değil, aslında oradan bir zaaf yakalamak isteyenler. İkincisi, muhâlefet cephesindeki “Aman hatâ yapmayalım” teyakkuzunu samîmî olarak kullananlar ya da burada bir açık bulmaya çalışanlar var. Bir de şöyle bir tuhaflık var — ki bu da son olayda çok açığa çıktı: Daha önce muhâlefetin genel tavrı konusundaki eleştirilere çok sert reaksiyon veren, hattâ “Muhâlefete muhâlefet yapılıyor” diye çok sert eleştiri yapanlar, birdenbire Kılıçdaroğlu özelinde gayet sert eleştiriler yapmaya başladılar. Muhâlefetin bütününe tavır olarak, yani “Neden daha aktif bir muhâlefet yürütmüyor?” diyenlere, “Ne yapsın? Kutuplaştırmayı ve konsolidasyonu mu artırsın? Tabii böyle davranacak” derken, şimdi, Kılıçdaroğlu’nun yeterince aktif olmadığı iddiasıyla bir eleştiri kuruluyor. Çarşamba günü “Adını Koyalım”da konuştuğumuz gibi, bu iddiaların haber değeri olarak çok yüksek ve flaş bilgiler içerip içermemesi başka bir şey, bunun yarattığı siyâsî sonuçlar başka bir şey. Meselâ, muhâlefet daha önce neyle eleştiriliyordu? “Sistem tartışması gibi soyut şeylerden bahsediyorlar, bu da seçmende karşılık bulmuyor” deniliyordu. Ama şimdi Kılıçdaroğlu sistem tartışması denilen şeyi somutlaştırmış oldu. Tek kişilik bir iktidar, hattâ tek kişinin çevresinde oluşmuş bir çıkar çarkıyla dönen bir şeyin nasıl işlediğini, vakıf düzeninden buradaki iktisâdî işleyişe kadar ve temel kararlarda merkezîleşmenin, yolsuzluktan yoksulluğa kadar nasıl sonuçlar yarattığını somut olarak tartışmaya başladı insanlar.
Meselâ, Türkiye yaz aylarında yurtlar meselesini tartıştı. Bir cemaat yurdundaki intihar olayından sonra, “Barınamıyoruz Hareketi” çıktı ve burada büyük çapta bir yurt eksikliği olduğu, bu yüzden bu boşluğu cemaatlerin doldurduğu, devletin bu sorunu karşılayamadığı ortaya çıktı. Ve birden anlıyoruz ki, Manhattan’da yurt yapılması için milyonlarca dolar akıyor. Buradan kaçma iddiası çıkar mı çıkmaz mı ayrı bir tartışma, ama çocuğuna yurt bulamayan bir adamın bu açıklamayı nasıl algıladığını ve kafasında neye yol açtığını anlamak lâzım.
Ruşen Çakır: Epeyce soru gelmeye başladı. Bir izleyicimiz, Erdoğan’ın bir açıklamasını hatırlatmış. Erdoğan, Kemal Kılıçdaroğlu’ndan aldığı tazminatları TÜRGEV ve Ensar Vakfı’na bağışlayacağını söylemiş. Dönüp dolaşıp Ensar Vakfı ve TÜRGEV tarafından kurulan TURKEN Vakfı’na geliyoruz. Ben yarın Halil İbrahim Yenigün’le bu konuyla ilgili bir yayın yapacağım. Halil İbrahim ABD’de yaşıyor ve bu konulara çok hâkim.
İzleyicimiz Onur Bey şöyle bir yorum yapmış: “İktidar bir çember oluşturdu. Muhâlefetten bâzı kesimleri o çembere sokup, o çemberdeki kişileri seçim boykotuna alıştırıyor. O çembere milliyetçi kesim girdi, Zafer Partisi de itici güç oldu.” İzleyicilerimizden Pınar Hanım da, “Yeni bir Genç Parti vakasına dönüşür mü?” diye sormuş. İlginç bir durum. Zafer Partisi bir şekilde yasak meselesine de dâhil oldu. Zafer Partisi’nin inişli çıkışlı bir durumu var; ama esas olarak Ümit Özdağ partisi. Genç Parti’yle benzerliği var, ama birebir aynı değil.
Kemal Can: Arada 20 yıl kadar fark var. O 20 yılda bir sürü şey değişti Türkiye’de. Hem taban profili anlamında çok şey değişti, hem siyâsî zemin olarak hem de siyâsî vasat olarak çok şey değişti. Dolayısıyla, birebir örtüşmez. Ama benzer dinamikleri çalıştırdığını söyleyebiliriz. Bazı anketlerde oy hareketlerinde nasıl sonuçlar doğurduğunu ölçebilmek için henüz erken. Kararsız ve protesto oy dediğimiz kalabalık bir blok var. Bence, bu tür hareketlenmelerin iktidâra yarayan en önemli fonksiyonu, orayı konsolide etmek. İktidârın oyunu değil, kararsız ve protesto oy alanını konsolide etmek. İktidar şu anda iki strateji yürütüyor: Kendi erimesini durdurmak ve kararsız bloku, kararsız olarak konsolide etmek. İllâ “konsolidasyon” dedirteceksin bana. Söyledim işte.
Ruşen Çakır: Sandığa gitmemelerini sağlamak.
Kemal Can: Evet. Ya sandığa gitmemelerini ya da sandığa giderken konjonktürü çok değiştirerek, orada yüksek endîşeleri kullanarak –2015 benzetmeleri yapılıyor ya–, onun bir kısmını kerhen tekrar geriye almak, ama muhâlefete gitmesini engellemek. Göçmen meselesinde ve şimdi bu yasaklar meselesinde de gördüğümüz yüksek çıkışlar, aslında orayı baskılıyor ve iddia edildiğinin aksine, iktidar üzerinde bir baskı yaratmıyor. Zâten çok yüksek reaksiyonlar vermelerine rağmen ya da bakanlık önünde birbirlerini düelloya davet etmelerine rağmen, birbirlerine çok da vurmadıklarından görüyoruz bunu.
Ruşen Çakır: Ümit Özdağ, Süleyman Soylu için, “Yakalarsam döveceğim onu” demiş.
Kemal Can: Yani bunu kişiselleştirdikçe… Aslında siyâsette defalarca gördük bunu. Bu seviyede bir kişiselleştirme karşısında, mesele zemininden kopuyor.
Ruşen Çakır: Arkadaşlarımız bana, “İzleyicilerden gelen bir yorumu size iletiyorum, takdir sizin” demiş. Aslında yapmamam gerekir, ama neyse. Hani geçenlerde birisi, Ayşenur Abla’yı (Arslan) hapisten kurtardığını söylemişti biliyorsun. Ayşenur Abla da bugün yayında, “Hapiste yatmayı tercih ederim” demiş. O birisinin söylediklerinin yalan olduğu her hâlinden belli, ama şunu çok iyi biliyorum: Zamanında beni hapse attırmak için çok çalıştı; fakat başarılı olamadı. O dönemde Ali Fuat isimli bir polis şefi vardı, onun sağ kolu gibi takılıyordu, medya ajanı gibi. Benim hakkımda defâlarca yazı yazdı, ihbar etti; ama beni birileri kurtardı — öyle diyelim.
İzleyicilerden Elif Hanım, “Erdoğan Cuma namazı çıkışı, ‘Kılıçdaroğlu zâten yatsıyı da bilmez’ diyerek, Alevîliğine vurmaya başladı bile. Ahmet Şık haksız mıydı?” diye sormuş. Benzer bir şeyi de Devlet Bahçeli, “Dersim İsyanı” diye yaptı biliyorsun. Ahmet’le yaptığım son yayını biliyorsun. Aslında Ahmet, herkesin aklında olan bir şeyi dile getirdi. Sonra özür diledi. Ama hepimiz de biliyoruz ki, Erdoğan da, başkaları da, Kılıçdaroğlu’nun Alevî kimliğini doğrudan ya da dolaylı olarak bir şekilde kullanacaklar. Ama bunu kullanıyor olmaları, Kılıçdaroğlu’nun Alevî kimliği nedeniyle kaybetmesi ihtimâlini garantiliyor mu, garantilemiyor mu? Esas soru bu. Ben Ahmet’ten sonra bu konuyla ilgili bir yayın yaptım. Ahmet’le de konuştuk sonra. Ahmet Şık’ın saptaması doğru, ama buradan hareketle, “Kılıçdaroğlu bu nedenle kazanamaz” meselesinde çok emin değilim. Erdoğan’ın cuma namazı çıkışında, “Kılıçdaroğlu yatsıyı da bilmez” lâfının sonucunda, Kılıçdaroğlu’na oy verebilecek insanlar vazgeçer mi Kemal?
Kemal Can: Zâten asıl mesele bu. İktidârın bunu kullanabilecek olmasının bir haber değeri yok. Çok özel bir bilgi değil bu. Zâten daha önceki yıllarda da kullandı. Şöyle bir temel ayrım var: “Birtakım algıları ve birtakım olguları dikkate almadan siyâset yapılmaz” tezi var. Ama bu tez ifrat-tefrit türbülansına giriyor. Evet, mevcut zemini ve mevcut zemindeki yerleşik ezber ve algıları hesaplarsınız; ama sâdece bunlara ve bunların her şeyi belirleyeceğine inanarak da siyâset yapılamaz. Dolayısıyla bence bu konu, iktidârın sağlayabileceği avantajın üstünde bir sonuç üretiyor. Bu şüphenin üzerine kurgulanmış şey daha büyük etki yaratıyor. Yani iktidârın bunu kullanarak alabileceği sonuçla, bunu kullanabileceği şüphesiyle aldığı sonucu tartarsak, ikincisi daha büyük etki yaratıyor. Üstelik de senin sorduğun, hiç etkilenmeyecek insanları etkiliyor. Kılıçdaroğlu’nun Alevîliğini kullanarak kaç kişinin oyunu değiştirebilecek? Ama “Kılıçdaroğlu’nun Alevîliğini kullanma ihtimâliyle kaç kişi ‘Kılıçdaroğlu seçilmez’ diyor?” önermelerini tarttığımızda, kesinlikle ikincisinin daha yüksek olduğunu düşünüyorum.
Çok açık bir şey söyleyeyim: Herkesin aklındaki şey, “konuşulabilir” anlamına gelen bir şey değil. Herkesin aklında çok daha kötü şeyler de var. Siyâseti bunları değiştirmek için bir alan olarak düşünüyorsak, bunu dikkate almakla, bunu dikkate alınması gereken bir mesele olarak ortaya koymak arasında bir fark olmalı. Bence bu ciddî bir şey. Çünkü bunun sonu yok. Aynı hesapla, “Kadın olmasını kullanamazlar mı?” “Kürt olmasını kullanamazlar mı?” diye düşünülebilir. Meselâ Canan Kaftancıoğlu için neleri kullandılar. Ayrıca, bu tür gerekçeleri ileri sürerek yapılan siyâsetle mücâdele, onların bunu yapmasını engelleyecek şeylerden kaçınarak değil, bunun sonuç alamayacağını göstererek yapmakla olur.
Ruşen Çakır: Özcan Yıldırım, “Kılıçdaroğlu Alevî olmasından dolayı kaybedecekse, Türkiye bir 20 yıl daha Erdoğan’ı çekmeyi hak ediyor demektir” diye yorumlamış. Bu arada Özcan Yıldırım Türkiye’nin önde gelen jokeylerinden birisi; ama herhalde bu yorumu yapan o değildir.
Demin bahsettiğimiz konuya bağlanabilecek bir soru gelmiş: “Muhâlefete muhâlefet eden sosyal medya fenomenleri var. En son bir tânesi, ‘İmamoğlu aday olursa AKP’ye oy veririm’ dedi. Bu kişiler gençler üzerinde çok etkililer ve kendilerini muhâlif olarak tanımlıyorlar. Ama tek yaptıkları: Muhâlefeti karalamak. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?” Kimi kastettiği belli. Bu tür insanların seçmen tercihlerine bir etkisi olacağını sanmıyorum. Hani “Zirveye çıkmak kolay, orada kalmak zor” derler ya; bu fenomenlik denilen olay da buna benziyor. Bir şekilde bir yere geliyor, ama orada durabilmek için sürekli bir ilginçlik yapmak, ters çakmak istiyorlar. Gençlerin onlara bakarak oy vereceğini sanmıyorum. Sen ne düşünürsün?
Kemal Can: Adaylık tartışmalarında iş sürekli buraya doğru sürüklenmeye başladı. Herkes, kendi desteklediği adayın vasıflarını öne çıkararak değil, diğer adayın kötülüklerini işâret ederek sonuç almaya çalışıyor. Hepsindeki temel iddia, önce kendini ileri sürerek, daha yetmezse, zâten milletin de böyle davranacağını söyleyerek, “Kılıçdaroğlu aday olursa ben oy vermem, kimse de vermez”, “İmamoğlu aday olursa ben vermem, kimse de vermez”, “Gençler şuna vermez”, “Kürtler buna vermez” şeklinde, varsayımsal konuşuluyor. Kimileri bazı anketlere dayandırıyor olabilirler; ama o anketlerin de, güvenilirliği açısından değil, şu an ölçtükleri şeyin her şeyi ölçmek olmadığını görmek açısından söyleyince, bu tartışmayı bu içeriğinden çıkartmak gerekiyor. Bu sonuç vermeyeceği gibi, bence asıl olarak, muhâlefetin, adaylık tartışmasını pozitif söylemlere taşıması gerekiyor. Bunun da zamânı gecikiyor.
Ruşen Çakır: Çok fazla soru geliyormuş, arkadaşlarımız soruları teker teker okuyup eliyorlar. O yüzden kimse, “Sorumu niye sormadınız?” demesin. Biz de biraz hızlanalım. İzleyicilerden Önay Özçayan, “Kemal Can’dan 22 yaş, Ruşen Çakır’dan 24 yaş küçüğüm. Buna rağmen kendimi yaşlı hissediyorum. Ben yaşlıysam, bu adamlar hâlâ neyin peşinde?” diye sormuş. Benden 24 yaş küçükse, arkadaş herhalde 18 yaşlarında olmalı. Neyse.
Kemal Can: Senin hesap tutmuyor, ama hadi öyle olsun.
Ruşen Çakır: Yine kaçma meselesiyle ilgili bir soru var. “Yolsuzluk ve ‘kaçacak’ gibi söylemlerin âlâsı 2013-14-15’te söylendi, ama bir etkisi olmadı. Aksine, Erdoğan’ın kitlesini Erdoğan’a daha çok bağladı. Bugün de aynısı yaşanmaya başladı. Erdoğan’a daha çok bağlanmaya başladılar. Bu gidişat yine CHP-AKP savaşına dönüyor. Buradan bir zafer çıkar mı sizce?” Ben bu yoruma katılmıyorum. Geçmişte 17-25 Aralık’la birtakım benzerlikler olabilir. Ama 17-25 Aralık, Fethullahçı yapının, devletin imkânlarını kullanarak birçok koldan gündeme getirdiği bir operasyondu. Her şey bir yana, sivil değildi. Belki sivil ayakları da vardı, ama buradaki olayın öyle bir şey olduğunu sanmıyorum ve CHP-AKP savaşına dönüştüğünü de düşünmüyorum. Kılıçdaroğlu-Erdoğan savaşı da olmayacakmış gibi görünüyor. Bu olayın çok daha farklı olduğunu ve Erdoğan’ın ve iktidârın canını çok acıttığı kanısındayım. Tekrar “konsolidasyon” meselesine geliyoruz. Bu olaydan sonra “Reis’e vuruyorlar, aman bırakmayalım” diyen mutlaka vardır; ama kafası karışan, senin demin söylediğin, “Bizim çocuk yurt bulamıyor. ABD’de deki bu yurt nedir?” ya da “Muhammed Ali’nin çiftliği ne ayak?” diye sorgulayanlar vardır. Kılıçdaroğlu’nun “ ‘Ey Pensilvanya!’ diye bağıranlar, şimdi kendi Pensilvanya’larını oluşturma telâşındalar” sözünün doğrudan göndermesi o biliyorsun.
Kemal Can: Bu konsolidasyon, kutuplaştırmanın iktidâra yaraması, CHP-AKP kamplaşmasından iktidârın faydalanacağı tezinin bir hakîkati var, evet. 20 yıllık süreç içerisinde, bu, iktidârın kullandığı araçlardan biri. Ama Gezi hâdisesinde de, 17-25 Aralık meselesini tartıştığımızda da hep bu oluyor. Dediğin gibi 17-25 Aralık başka bir şey, ama hep şu referansla davranılıyor: 2013’te Gezi oldu, arkasından 17-25 Aralık oldu, sonra da AKP yüzde 50 ile konsolidasyonu sağladı ve iktidar oldu. İyi de, 2015 Haziran seçimini niye yok sayıyoruz? Gezi’den sonra niye 2015 Haziran seçimini değil de Kasım seçimini sayarak, “Onlar hiçbir sonuç vermedi. İktidâra bu kadar şey yapılınca, birdenbire konsolide oldu” deniyor? Nasıl atlıyoruz? Yani Haziran’da muhâlefet yanlışlıkla sandıktan oy çalarak mı yapmıştı o sonucu? O, toplumsal bir sonuç değil miydi? İktidârın tabanındaki çözülmenin, tam da kurulan yapıya ilişkin bir problem algısıyla birlikte olduğunu, bu algıyı oluşturan, Gezi’yi patlatan, bugün çok benzerini yaşadığımız baskı atmosferine bütün toplum kesimlerinin bir reaksiyonu, diğer taraftan da, iktidârın kurduğu o çıkar örgüsünün ifşâ olması. Bu ikisi de, seçmende, hattâ iktidârın kendi tabanında bile sonuç doğurduğunu gösterdi bize Haziran’da. “Eğer iktidârın yolsuzluklarını açığa çıkartırsan, baskılarına îtiraz edersen, iktidar konsolide olur.” Bu hiç de öyle bir şey değil. Bu konsolidasyon üzerine çok fazla espri dönüyor. O zaman, muhâlefet seçime girdiğinde zâten iktidarı konsolide etmiş oluyor. Bunun sonu yok ki.
Ruşen Çakır: Deniz Avcı, “Suriye Operasyonu, iktidâra kısa süreli bir bahar yaşatır mı?” diye sormuş. Buna benzer bir soru daha var: “Erdoğan son günlerde yine Akşener’i hedef almaya başladı. Olası bir Suriye Operasyonu ve HDP’nin kapatılmasıyla, İYİ Parti’yi taraf seçmeye zorlamak istiyor olabilir mi?” Önce sen cevapla, sonra ben söyleyeyim.
Kemal Can: Bence, evet. Hattâ bunun, tek başına HDP’yi kapatmak ya da tek başına Suriye Operasyonu gibi olmayıp, bir paket olma ihtimâli de var. Hattâ her şeyin bu pakete dâhil edileceği…
Ruşen Çakır: Sosyal medya yasası gibi.
Kemal Can: Hattâ göçmen meselesinin de bir parçası olacağı bir pakete dönme ihtimâli var. Bunu seçim konjonktürüne yakın bir dönemeçte bekliyorum. Türkiye’nin çok büyük problem noktaları var. Kürt meselesi bunlardan bir tânesi. Göçmen meselesi çok önemli; geçmişi, bugünü ve sonrayı da ilgilendiren bir mesele. Ekonomik kriz kendi başına çok önemli. Bu toplumsal gerilim, kutuplaştırma önemli bir mesele. Devletin kurumsal kapasitesinin hırpalanması ve tek parti iktidârının kurumlaşmasıyla birlikte, kurumsal zâfiyetin derinleşmesi. Bir de, laiklik ve hayat tarzı meseleleri. Bunların hepsi Türkiye’nin gündemindeki dev ve çok boyutlu meseleler. Ve iktidar bunların hepsini muhâlefetin birlikte davranmasını engelleyecek bir araç olarak kullanıyor. Bunlardan en çok kullanılan: Kürt meselesi ve onun Suriye ayağı. Suriye operasyonlarından sâdece bir zafer havası yaratmak değil, bence o sürecin, içeride muhâlefeti de içine alan yeniden bir hat oluşturması ve bunu kullanma ihtimâli var. Çünkü muhâlefet blokunda, bu dediğim büyük sorun kütleleriyle ilgili tamâmen ortak tavır oluşturabilecek, reaksiyonları yükseltecek bir motivasyon henüz üretilmiş değil.
Ruşen Çakır: Yalnız burada şöyle bir şey var: Meselâ, şu anda Suriye operasyonlarıyla ilgili insanların, “Suriye de artık çok oldu” diyecekleri bir şey yok. Genellikle yaratılmak isteniyor. Tabii ki bunu yapacaklarını ve bunu kullanmak isteyeceklerini biliyorum; ama bu sefer, bunun uluslararası alanda çıkartabileceği sorunlar daha fazla olabilir. İkincisi de, daha önceki operasyonlarda da gördüğümüz gibi, hele bu ekonomik kriz ortamında, belli bir süre belli bir ilgi ve destek yaratıyor. Bütün kamuoyu araştırmalarında bunu görüyorduk. Önce yükseliyor, sonra inişe geçiyor.
Kemal Can: İşte o yüzden bir paket olabilir diyorum.
Ruşen Çakır: Bütün bunlar çok ciddi imkân gerektiren şeyler. Erdoğan’ın elinde o kadar büyük imkân yok. Vergi dayayarak, para toplamaya çalışarak, bir taraftan askerliği yüceltip, diğer taraftan paraya ihtiyâcı olduğu için herkese bedelli askerlik kapısını açarak… Bence, muhâlefet bâriz bir hatâ yapmadığı müddetçe, bu tür konularda yan yana durmaktan vazgeçmediği müddetçe, bunlar etkili olmaz. Erdoğan, “Öyle bir gündem yaratayım ki seçmenim beni bırakmasın, hattâ öteki taraftan bana seçmen gelsin” gibi bir şeyi yapamıyor artık. “Öyle bir şey yapayım ki bunlar karşımda blok hâlinde duramasınlar”…
Kemal Can: Evet, bu riskli alanları kullanarak çatlatmayı başaramıyor. Ama muhâlefetin, birlikte olmalarından kaynaklanan yeni bir güç hâlinde çok büyük bir motivasyon üretmeleri henüz mümkün olmuyor.
Ruşen Çakır: Onlar da başka alana taşısınlar.
Kemal Can: Evet. Onun için muhâlefetin ne yapacağı önemli. Daha önce Gezi Dâvâsı vesîlesiyle ya da ekonomik kriz alanında da konuştuk bunu. Ali Babacan hâlâ, “Bir aşamada sanki bir ayar bozuldu, bütün bunlar o yüzden oldu, beni oraya yerleştirirseniz her şeyi düzeltirim” sınırında kriz târifi yapıyor. Ama bir yandan, hem İYİ Parti’nin yeni ekonomi ekibi, hem Kılıçdaroğlu’nun söylemi tamâmen başka bir yerde bir şey kuruyor.
Ruşen Çakır: Mustafa Kaya’nın bir sorusu var: “Google istatistiklerinde DEVA ve Gelecek partilerinin hiç etkisi yok gibi görünüyor. Siz ne dersiniz?” Bu biraz sert; ama DEVA ve Gelecek partileri belli bir aşamadan îtibâren bir tıkanıklık içerisine girdiler. Bunun nedeni, meselâ Zafer Partisi değil. Zafer Partisi etkilese etkilese, İYİ Parti’yi etkiler. Ama son kamuoyu araştırmalarında İYİ Parti’nin durumu çok da kötü görünmüyor. Burada bir mesele var ve o meselenin ne olduğu konusunda herhalde ciddî olarak kafa yoruyorlardır. DEVA ve Gelecek partilerinin, ama özellikle DEVA Partisi’nin, daha ilk çıkışı ve kuruluşu aşamasında gördüğü ilgi ile şimdiki arasında çok büyük fark var. Meselâ benim parti liderleriyle yaptığım yayınların izlenmesi ve ona verilen tepkilerle, sonrakiler arasında çok büyük fark var. Bunu bir yere koymak lâzım.
Kemal Can: Ben daha yapısal bir sıkıntı olduğunu da düşünüyorum.
Ruşen Çakır: Hep “yapısal, yapısal” diyorsun; bir izleyici, “Nedir bu yapısal?” diye sormuş.
Kemal Can: Yani şu: Bu partiler, iddialarını, hem dayandığı toplumsal taban hem siyâsî çizgi olarak, aslında AKP’nin yanlış olmadığını… hani “fabrika ayarları” iddiaları vardı ya, “Bunu bir anlatmanız gerekiyor. Sizin oradan ayrılma gerekçenizi bir bağlama oturtup anlatmanız gerekiyor” diye biz de zaman zaman tartıştık bunu. Olaya hep şartlar îtibâriyle bakılıp, bir nedenle, geçici olarak bir bozulma yaşandığını ve o düzeltildiğinde her şeyin düzeleceğini iddia etmek. Bu, meseleyi iktidârın alanına taşıyor. Aslında iktidar da aynı şeyi söylüyor: “Geçici bir sorun yaşıyoruz. Dışarıdan bir saldırı var. Geçecek.” Aslında muhâlefetin bir kısmı bunu söylemiş oluyor. Bu, radikal ve büyük bir yapısal değişim talebini yükselten bir şey değil. Nas tartışmaları, liyâkat tartışmaları, şunlar bunlar… aslında heyecan vermemesinin nedeni, sorunu geçici bir durum olarak târif ediyorsun. İktidar da, muhâlefetin bir kısmı da sorunu geçici bir durum olarak târif ediyor. Eğer geçici bir durum olarak târif ediliyorsa, iktidar burada avantajlı oluyor. Üstelik iktidârın içinden kopmuş birileri (DEVA veya Gelecek Partisi) bu iddiayı dile getirince, oradan kopacak insanların buraya gelmeleri için bir gerekçe kalmıyor. Halbuki o kendi tezleri ne ise, problemin nereden doğduğunu kendilerini de içine katarak târif etseler, kopma cesâretini gösterseler… Tıpkı, geçmişte AKP’nin Refah Partisi’nden koptuğu gibi, tıpkı İYİ Parti’nin MHP’de kopup sonra nasıl büyüdüğünü gördüğümüz gibi — onlar o ayrılmayı daha yapısal bir mesele olarak ele aldılar. Yani “Bahçeli yanlışa düştü” diye değil; İYİ Parti kendini başka türlü târif ettiğinde büyümeye başladı.
Ruşen Çakır: İzleyicilerimizden Gizem Hanım şu soruyu sormuş: “Hazırlanan sosyal medya yasası, Medyascope olarak sizi endişelendiriyor mu? Tedbir alabilecek misiniz?” Biz zâten kurulduğumuz andan îtibâren “endişeli muhafazakârız”. İnsanların şunu bilmesi lâzım: Bu ülkede her an her şey olabilir. Yasa olsa da olur olmasa da. Meselâ, şu anda Gezi Dâvâsı’ndan cezâ alan insanların ne suçları var? Gösterebildikleri herhangi bir şey var mı? Onlar bizi izleyemiyor, ama yine de buradan selâm yollayalım. Osman Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet, Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Mine Özerden, Can Atalay, Tayfun Kahraman ve Yiğit Ali Ekmekçi’ye 18 yıl hapis cezâsı verildi. Ne için?
Kemal Can: Sâdece Osman için bile 5 yıldır suç bulamadılar.
Ruşen Çakır: Tabii ki her yasal düzenlemenin bir anlamı var; ama açık söyleyeyim, ben merak edip detaylarına bile bakmadım bu hazırlanan sosyal medya yasasının. Nasıl olsa iyi bir şey yapmayacaklarını biliyorum. “Yalan haberle mücâdele ediyoruz” diyerek, beğenmedikleri haberleri susturmak isteyeceklerini biliyoruz. Zâten yapıyorlardı, ona bir zemin kuruyorlar diyelim.
Sosyal medya yasasıyla ilgili soru soran Gizem Hanım şöyle bir yorum yapmış: “Bence muhâlefet Erdoğan nedeniyle değil, kendi vizyonsuzluğu nedeniyle etkileyici bir hamle yapamıyor.” Ben bunu büyük ölçüde, muhâlefetin tüm aktörleri olmayabilir ama, özellikle kendini muhâlif olarak tanımlayan insanların, Erdoğan’a çok büyük bir güç atfettikleri ve onu tamamen “yenilemez” olarak gördüklerini, bunun çok ciddî bir sorun olduğunu ve Kılıçdaroğlu’nun son çıkışlarının tam da bunu hedef aldığını ve bu anlamda etkili olduğunu ve Erdoğan’ı zor durumda bıraktığını düşünüyorum. Sen ne dersin?
Kemal Can: Katılıyorum. İnsanlar kendilerine biraz önce konuştuğumuz şeyi sorsunlar. İktidara güç ya da avantaj vehmederek, “Şu olursa bunu avantaja çevirir, bu olursa konsolide olur” meselelerini kullanabildiğini düşünüyorum. Şimdi muhâlefet aktörlerinin zaaflarından bahsediliyor, ama iktidar tabanının da bu anlamda bir zaafı var; bu tür endîşelere çok kolay kapılıyor. Bence, muhâlefet aktörlerini bu yönde motive ederek kırması gerekiyor. Tabanın, kendi endîşelerinden kurtularak, kendilerini temsil eden partileri daha cesur davranmaya itebileceklerini düşünüyorum. Bu konudaki potansiyelin de kötü olmadığını düşünüyorum. Pek çok olayda bunun böyle olabileceğini gösterdi; ama iktidârın hâlâ kullanabildiği bu tür tedirginlikler var. Bu değişim isteği ve iktidârın seçimde yenilmesi fikri büyüdükçe, buna ilişkin endîşeler de büyüyor. Bunun haklı bir tarafı var. Yakın galibiyet, endîşeleri azaltmıyor, artırıyor. Muhâlefetin yaşadığı böyle bir sıkıntı var.
Ruşen Çakır: Mustafa Kaya, “Sizce Türkiye son 20 yılda dindarlaştı mı?” diye sormuş. Buna şöyle cevap vereceğim: Türkiye’de İslâm ya da dindarlık, şu son 20 yılda yediği kadar bir darbe yememiştir diye düşünüyorum. Tek parti dönemi üzerine bir yığın efsâneler anlatılır; ama kamusal alanda gözükmese de, dindarlık bir şekilde hep muhâfaza edilmiş. Fakat şimdi, özellikle muhâfazakâr âilelerin çocuklarında muazzam bir ilgisizlik, kayıtsızlık var. Bir efsun vardı: “Ülke yıllardır laikler tarafından yönetiliyor, ama ülkenin sorunları da çözülmüyor.” Orada bir iddia, bir meydan okuyuş vardı. Şimdi geldiğimiz noktaya bakalım, bunun İslâm’la bir ilgisi var mı? Hattâ, “Bu haldeyiz, çünkü nedeni onlar” diyen de var. İslâmiyet’in bu kadar kullanılıyor olması İslâm’ı ciddi bir şekilde zedeledi. Geçen hafta sonu Medyascope’ta “İslâmcılar Atatürkçüleri yenip Atatürk’e yenildiler” başlığıyla bir yazı yazdım. Mesela Aczimendi lideri Müslüm Gündüz, “Câmiler dolup dolup taşıyor” diyor. Yok böyle bir şey. Görmek istedikleri bir şey var; ama gerçek hayatta, özellikle gençlerde, çok ciddî ve samîmî sorgulamalar var. Bunun da birkaç nedeni var bence. Bir kere Erdoğan ve Fethullah Gülen savaşı o kadar büyük bir travma yarattı ki… Travma sâdece hapse atılanlar, ülkeden kaçanlar üzerinde olmadı; onun dışındaki insanlarda da büyük travmalar yarattı. Anadolu’da yaşayan insanları düşün. Çocuklarını Fethullah’ın okullarına gönderirlerdi, bankasına para yatırırlardı. İktidar Fethullahçıların önünü açarken, birdenbire birbirlerinin boğazına sarıldılar. Bence bunun etkisini çok uzun yıllar göreceğiz.
Kemal Can: Dindarlığın arttığı fikrinde değilim, sana o konuda katılıyorum. Ama görünürlüğünün ve bunun sivil ve resmî bir baskı aracına dönüştürülmesinin arttığını kabul etmemiz lâzım. En başta konuştuğumuz yasaklar meselesi, birileri için hayâtı iyice dar bir alana sıkıştırırken, birilerinin de başkaları üzerinde baskı yaratmaları için önlerinin açıldığını, bazen doğrudan kamusal gücü kullanarak bunun yapıldığını, bâzen de o mahalle baskısı imkânlarının artırıldığını görüyoruz. Hani bir zamanlar o sokak röportajlarında gördüğümüz, “Seni şimdi karakola aldırırım” iddiasının, gerçekten öyle olup olmamasından bağımsız olarak, bir baskıya dönüşmesi; “Silivri soğuktur” esprisinin kullanışlı bir hâle dönmesi, ayrıca bu dinsel baskının, dinselliğin büyümesi değil, bir hayat alanının sıkıştırılması ve zorlanması anlamında kullanıldığını, en azından onun imkânlarının genişletildiğini de görmek lâzım. Bu, “Kutuplaştırma olmasın” diye bu alana girmemekle de ilgili bir şey biraz. Bunun bir iktidar baskısı olmaktan çıkıp, sanki bir Türkiye hakîkati gibi algılanmasını yarattı. O dinsel taassubun, iktidar baskısı dışında çok kuvvetli bir taban desteği varmış hissini yaratan bir şey. “Aman bu alana çok girmeyelim, maazallah endîşelenirler” yaklaşımı böyle bir şeyi besliyor aslında.
Ruşen Çakır: Gabriel Batistuta nick’li bir izleyici sormuş: “SADAT iddia edildiği gibi ise, bizi SADAT’tan kim, nasıl koruyacak? Polis İçişleri Bakanlığı’na, asker Genelkurmay veya Savunma Bakanlığı’na bağlı. O zaman kim bizi koruyacak?” Aslında bu sorunun cevâbı kendi içinde saklı deyip şifreli konuşacağım. Sen ne düşünürsün?
Kemal Can: Şifreli değil, gayet açık. SADAT’ın, Kılıçdaroğlu’nun da iddia ettiği gibi, gayri nizâmî siyâset ve operasyonlar için kullanılma ihtimâline karşı, nizâmî bütün devlet aygıtlarının da aynı biçimde kullanıldığı bir zemindeyiz. Dolayısıyla, birtakım şeyleri yapmak için, yargısından güvenlik bürokrasisine kadar her şeyi gayet siyâsî gerekçelerle kullanıyor. Burada, SADAT gibi aktörleri de, gayri nizâmî siyâset için kullanılabilir bir araç olarak yedekte tutuyor. Kılıçdaroğlu buna karşı çıkıp, “Devleti uyandırmak istiyorum” diyerek öyle bir alana konuştu son çıkışında. Devletin buna bir reaksiyon vermesini…
Ruşen Çakır: O yüzden cevap sorunun içinde saklı dedim ya.
Kemal Can: Açıkçası “Devletin böyle bir kapasitesi kaldı mı?” kısmında şüpheliyim.
Ruşen Çakır: SADAT baskınının asıl muhâtabı sanki TSK idi. “Sizin kıta sahanlığınızda birileri gecekondu kurmuş” demeye getirdi Kılıçdaroğlu.
Mustafa Öztürk’ün sorusu: “Kılıçdaroğlu’nun ‘Sertleşeceğim’ açıklamasından sonra, bu açıklamanın, politikanın sertleşmesini değil de, bir ölçüde kendi seçmeninin gazının alınması olarak yorumlamıştınız. Hâlâ böyle mi düşünüyorsunuz?” Öyle dediğimi hatırlamıyorum. Söylediysem de yanlış söylemişim. O konu hakkında bir şeyler söylediğimi biliyorum. Hattâ bu konuyla ilgili yaptığım en son değerlendirmede, Kılıçdaroğlu’nun kavgayı tırmandırdığını söylemiştim. Kılıçdaroğlu o kavganın hakkını veren bayağı işler yaptı. SADAT baskını, Maltepe mitingi gibi. Miting için bile ne lâflar söylendi. O mitinge 5 gün içerisinde yüz binlerce kişi toplandı. Yiğidin hakkını vermek lâzım. Sen de bilirsin, ben bir miting canavarıyım; bugüne kadar sayısız mitinge katıldım. Gördüğüm en acayip mitinglerden birisiydi. Bu kadar kısa süre içerisinde böyle bir organizasyonu yapmak o kadar kolay değil. Yok efendim, konuşmayı kâğıttan okumuş, filanmış. Ama konuşma metni çok sertti.
Kemal Can: Söylemek istediğim bir şey var. İkimizin de başına çok geliyor bu. Bir şeyin tek cevâbı olmadığında, bâzen şöyle şeyler söyleyebiliyoruz: Meselâ “Bu, asıl olarak devlete dönük bir mesaj içeriyor. Ama aynı zamanda, kendi seçmenini de motive etmek için böyle bir tarafı da var.” İsteyen, “Siz şunu demiştiniz” diye bir tânesini alıp, “Siz böyle söylemiştiniz” diyebilir. Ama aslında bir şeyin birden çok sonucu var. Bu meselede de, Kılıçdaroğlu’nun bir, devlete konuşan tarafı var, bir de kendi seçmenine güven verme tarafı var. Ona gaz alma, gaz verme filan diyebiliriz belki; ama “Bunun farkındayız ve buna pabuç bırakmayacağız” diyerek, seçmene, seçim güvenliğiyle ilgili bir güven verme ihtiyâcı var. Bu sâdece gaz alma meselesi değil. Çünkü orada yüksek bir endîşe var, ona bir karşılık verilmesi gerekiyor. Muhâlefet seçmeninin buna hakkı da var. Dolayısıyla pek çok siyâsî hamle, tek bir nedenle ve tek bir sonuca ilişkin olmayabilir. Biraz bu nüanslarla bakmak gerekiyor.
Ruşen Çakır: Fotopoki isimli izleyicimizden gelen soruyu arkadaşlar gülme emojisiyle göndermişler bana. Şöyle demiş izleyicimiz: “Sizin programları yapay zekâya yükleseler, muhâlefetin bugünkü stratejisinden daha gerçekçi bir yol haritası çıkar.” Ama bence tam tersine, yapay zekâ istifâ eder. Benim aklımla kimse bir yere gitmesin deyip…
Kemal Can: Biz akıl vermeye çalışmıyoruz.
Ruşen Çakır: “Yapılan anketlerde, ilk kez oy kullanacak gençlerde birinci parti olarak CHP öne çıkıyor…” Bunu söyleyince özellikle Zafer Partililer kızıyorlar, ama anket öyle gösteriyor. Devam etmiş izleyicimiz: “AK Parti şu kadar, HDP bu kadar. İYİ Parti’nin oyu çok az görünüyor.”
Kemal Can: Evet, gençlik üzerine yapılmış ankette böyle. Başka anketlerle de karşılaştırmak lâzım tabii. Tek anket yeterli olmaz.
Ruşen Çakır: “…İYİ Parti neden gençlerin ilgisini çekmiyor? Milliyetçilik önemini yitirdi mi? Benim bildiğim bu ülkede milliyetçilik kolay kolay önemini yitirmez. Ama İYİ Parti ilk kez oy kullanacak gençlerde bu kadar az gözüküyorsa, o anketlerdeki neredeyse yüzde 20’ye yaklaştığı söylenen oyu sadece belli yaş üstü insanlardan mı alıyor?” Çok ilginç.
Kemal Can: Pek çok açıdan karşılaştırma gerekiyor. Tabii ki “gençlik araştırması” dediğinde örneklemi başka türlü kurmak gerekebilir. Onun için, tek anketle bu tür şeylere cevap aramak ya da kesin sonuçlar çıkarmak riskli. Araştırmalarda hem süreklilik arz eden trendlere bakmak lâzım, hem de çok sayıda yapılmış araştırmayı oranlamak lâzım. O yüzden ben hemen peşin sonuçlar çıkarmamak gerektiğini düşünüyorum. Fakat başka araştırmalarda da, genç oylarda, CHP’nin genel toplamdan daha iyi performans gösterdiğine dâir araştırmalar görmüştüm. Burada belki şu etkili olabilir: Şu anda hâlâ muhâlefetin en azından büyük kamuoyu desteği alan iki önemli aktörü var. CHP’nin, özellikle Kılıçdaroğlu’nun son dönemdeki performansı gençlerde dikkat çekicilik yaratmış olabilir. Bu, biraz dönemsel bir ölçüm olabilir.
Ruşen Çakır: Maltepe mitinginde epeyce gençle sohbet ettim. Benim konuştuklarımın çoğu, CHP’li âilelerden gelmiyorlardı. Bizi izliyorlar. Kendine liberal diyenler var. AKP’yi istemiyorlar. Ama Erdoğan’ı değil de AKP’yi istemiyorlar. O anlamda değişik geldi bana. Rodin Demirtaş, “Sosyal medya fenomenlerinin Aynur Doğan’a saldırmaları gençleri etkiler mi?” diye sormuş. Hayır, etkilemez. Tabii ki yaptıkları kötü bir şey, ama Aynur Doğan zâten kendini kanıtlamış bir sanatçı. Keşke böyle saldırılara mâruz kalmasa. Birileri gaza gelebilir, etkilenebilir, ama birileri de merak eder. Büyük bir ihtimalle, YouTube’dan, Spotify’dan Aynur Doğan’ı dinleyenlerin sayısı artmıştır ve dinledikten sonra da, önyargıları varsa azalmıştır diye düşünüyorum.
Kemal Can: Yalnız, bu öfke tetikleyici faaliyetlerin bulaşıcılığı var. Daha önce de gördük bunu. Meselâ bir dalga geliyor, bir partinin il merkezlerine saldırılar yapılıyor, önünde nümayişler yapılıyor. Ama bu şöyle bir şeye yol açıyor: “Demek ki böyle bir şeyi yapmak serbest” deyip, her yer birbirinden görerek bunu devam ettirmeye başlıyor. Birtakım sosyal medya linç girişimlerinin de, “Demek ki bu prim yapıyor” diye peşine takılan çok oluyor. Bu fenomenlerin, çeşitli nedenlerle kendine alan bulamamış çıkışlara teşvik edici bir imkân yaratabildiğini düşünebiliriz. Bu tür kötü şeylerin de bir bulaşıcılığı var.
Ruşen Çakır: Bu meselede olay Kürt meselesi ve terör üzerinden kurgulanıyor. Ama kesinlikle bir kadın düşmanlığı boyutu var.
Kemal Can: Buradaki soruda şunu algıladığım için söylüyorum. Oradaki taassup, kadın meselesi, ahlâkî meselenin yanında, Kürt kimliği üzerinden, o alanı büyütmek, aslında fay hattını başka yere taşımak. Kadın sanatçıların önünü kesmek için girişilmiş bir şeyi, bir şey daha ekleyerek ya da tersini yaparak başka bir bağlama taşıyorsun.
Ruşen Çakır: Ama zâten torbaya ne kadar çok şey koyarlarsa o kadar zayıf olduklarını gösteriyorlar. Bu burada bir sorun olmadığı anlamına gelmiyor, küçümsüyor değilim. Ama bunları çok da fazla, “Aman ne oluyoruz? Battık!” şeklinde algılamaya gerek yok.
Kemal Can: Şunu kastediyorum: Farkındalık ve tepkiler oluyor. Ama sonra birdenbire, “Ha, bu işler böyle oluyor” diye patır patır yasaklar gelmeye başladı. Bir valilik, bir belediye, öteki tarafta üç beş sivil toplum kılığındaki birileri, “Onu istemiyoruz” deme zeminini buluyor. O sosyal medya fenomenleri bu tür şeyleri tetikleyici bir işlev ediniyor, o anlamda söylüyorum.
Ruşen Çakır: Yelda Hanım’ın sorusuyla programı toparlayalım: “Ümit Özdağ, Mansur Yavaş sempatisini kullanarak ve göçmen konusunu sâhiplenerek kazandığı ivmeyi, Devlet Bahçeli’ye çat çat cevap veremeyerek kaybetmiş midir?” Bence sâdece Bahçeli değil, bir ölçüde Erdoğan’a da… Sonrasında Erdoğan’a bir şeyler söyler gibi oldu. Ama onun belli bir sınırı olduğunu bu olaylar bize gösterdi herhalde. Ne dersin?
Kemal Can: Öyle görünüyor. Göçmen meselesi çok ciddî, büyük bir mesele. Bir çözüm rotasına girmiş bir iş de değil. Bu çokboyutlu bir sorun. Ama tek mesele üzerinden yürüyünce, politik bir iddiayı sürekli sürdürebilmek çok mümkün değil. Bir tepkinin rüzgârının üzerinde yükselebilirsiniz. Ama politik alternatif olmak için, bunu yeni şeylerle tamamlamanız lâzım. Bir de, sâdece Bahçeli’ye bir şey diyemediği için değil, asıl olarak, bir muhâlefet partisi olma iddiasındaki bir yapının, iktidârı hedef almadan kalıcı bir destek temin etmesi mümkün değil. Dolayısıyla ancak provokatif birtakım çıkışlarla mümkün oluyor. Yenisi de gelmeyince o ivme düşüyor.
Ruşen Çakır: Geçen hafta sonu Ümit Özdağ ve Zafer Partisi Kadıköy’de bir Gençlik Buluşması yapmışlar. Bizden de Doğu Eroğlu izledi onu ve Medyascope’a izlenimlerini yazdı. Birbirinden farklı ve birbirinden “gıcık kapan” kalabalık bir grup. Meselâ gençlerden biri “Fabrika istiyoruz” derken, başka biri “Eski devleti geri mi getireceksiniz?” diye cevap veriyormuş. Toplantıya katılanlardan kimisi Gamer tayfa, kimisi liberal, kimisi Ülkü Ocakları gençlik örgütlerine gidip aradığını bulamayanlardan oluşmuş bir gençlik kitlesi. Tabii farklı görüşleri bir arada tutmanın avantajları ve dezavantajları var biliyorsun. Meselâ, “Altılı Masa”. Altı partinin yan yana gelmesi pozitif bir durum, ama birbirinden farklı altı parti ve kendini çok iddialı gören bir yapı olunca da, oradan çok da fazla dinamik bir şey çıkamıyor. Ümit Özdağ, Gençlik Buluşması’nda farklı farklı insanları, göçmen ve sığınmacı meselesi üzerinden, “delikanlılık” üzerinden bir araya getiriyor; ama sonrasında neler olur bilemiyorum. Meselâ, ilk partiyi birlikte kurduğu milletvekili, İYİ Parti’ye geri döndü ve Meral Akşener grup toplantısında ona tekrar rozet taktı. Ümit Özdağ bize yayına geldiğinde yanında tek bir kişi, Genel Başkan Yardımcısı Bartu Soral vardı. Bartu Soral iki gün sonra Zafer Partisi’nden ayrıldı. Sonra bizim yaptığımız haberden sonra da, “Siz fon alıyorsunuz” filan diye sosyal medya hesâbında açıklamalar yaptı. Halbuki Medyascope’a geldiğinde de konuyu biliyordu zâten. Gayet sâkin ve iyi bir muhabbet yapmıştık. Sonuç olarak, Ümit Özdağ’ı da tanıdığım için, böyle pek kestirilemeyecek bir yapı gibi. Görüşlerini üç aşağı beş yukarı kestiriyorsun ya da bir hareket yaptığı zaman, “Eh tabii, yapar” diyorsun. Meselâ Aynur Doğan’a saldırır, bunu kestirebiliyorsun. Ama kim oraya gidiyor, kim niye bu kadar kısa süre kalıyor, kim gidiyor? Bunları kestirmek mümkün değil. O anlamıyla uzun soluklu olabilme potansiyeli sanki pek yok gibi.
Kemal Can: Ama yine de sürece bakmak lâzım. Çünkü önümüzdeki dönem siyâsî zemin nasıl biçimlenecek? Orada bu tür aktörlerin, kendi belirleyicilikleri kadar, zemin buna nasıl vesîleler yaratacak? Onları görmek lâzım.
Ruşen Çakır: Bekleyelim görelim. “Kemal Can bu kadar devrik cümle kurmayı nereden öğrendi?” sorusuyla programı kapatıyorum. Bugün “Haftaya Bakış”ı hep birlikte yaptık. Destekleriniz için çok teşekkürler. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.
Kemal Can: İyi günler.