Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ruşen Çakır ve Medyascope izleyicileri tartıştı: Erdoğan-Kılıçdaroğlu savaşında roller değişti mi?

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, partisinin grup toplantısında Gezi Parkı eylemlerine katılan protestoculara “Bunlar sürtük, çürük. Bunlar böyle” dedi. Erdoğan konuşmasında, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na 10 soru yöneltti.

Ruşen Çakır, Erdoğan’ın partisinin grup toplantısında Kılıçdaroğlu’na yönelttiği 10 soru üzerinden iktidar ve muhalefet arasında değişen rolleri değerlendirdi, izleyicilerin sorularını yanıtladı.

Spotify’dan dinleyebilirsiniz:

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. Bu yayını da birlikte yapmak istiyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bugün Meclis’te grup toplantısında yaptığı konuşmadan hareketle bir soru ortaya atmak istiyorum. O da; ‘‘Erdoğan-Kılıçdaroğlu rekâbetinde” –ya da mücâdelesinde, kavgasında ; artık ne derseniz deyin–  “roller değişiyor mu?’’ Bana göre değişiyor; ama biz yine soru olarak soralım. Çünkü çok uzun bir konuşma yaptı Erdoğan. Önce konuşmanın bâzı öne çıkan başlıklarına baktım. Daha sonra tamâmını, tam metnini edindim, okudum ve açıkçası şaşırdım. Bir yanıyla şaşırdım, bir yanıyla da şaşırmadım aslında. Şaşırmamın nedeni şu: Erdoğan’ın, Refah Partisi döneminden îtibâren, ama esas olarak da AKP’de Genel Başkan, Başbakan ve sonra Cumhurbaşkanı olarak yaptığı konuşmaların bayağı bir kısmını canlı olarak –Meclis grup toplantıları, seçim mitingleri gibi– izlemiş birisiyim ve onların çoğunun bir çerçevesi vardı ve başarısını da büyük ölçüde, –bunlara borçluydu demeyeceğim– ama buralara yansıtıyordu. Oralardaki hâkim olan üslûp, Erdoğan’ın Türkiye’deki hegemonyasını bize gösterdi ve bunun karşısında da bir dönem muhâlefetteyken Bahçeli, ama esas anamuhâlefet partisi olarak CHP –CHP’de de ilk dönem Deniz Baykal, daha sonra Kemal Kılıçdaroğlu dönemlerinde– o partililerin, o parti liderlerinin Erdoğan’a yönelik üslûpları, meydan okuyuşları –artık ne derseniz deyin– vardı; burada bir tür oyun oynanıyordu; yani “oyun” dediğim, Erdoğan’ın yönettiği bir oyundu bu. Erdoğan muhâlefeti istediği alana çekip, istediği alanda muhâlefetle oynuyordu ve muhâlefet de sürekli olarak Erdoğan’a lâf yetiştirmeye çalışır, Erdoğan’ı köşeye sıkıştırmaya çalışır; ama hep Erdoğan’ın özne olduğunu, oyun kurucu olduğunu kabul ederek bunu yapardı.

Bugünkü konuşma bence –daha önce de birtakım örneklerini gördük; özellikle Erdoğan’ın yaşadığı derin krizle berâber bu noktadan uzaklaştığını gördük ama– bugünkü konuşma bence bir zirve. Benim açımdan –birçok kişi bana katılmayacaktır– ama benim açımdan bir zirve. Burada çok ciddî bir kopuş var, çok ciddî bir rol değişimi var bana göre. Şimdi konuşmanın tamâmına baktığımız zaman, mâlûm Gezi meselesi yine dilinde ve “sürtük” dedi. Herkes bunu konuşuyor vs.. Bunların tabii bir anlamı var. Erdoğan, Gezi üzerinden hâlâ bir şeyler yapabileceğini sanıyor. Bence yanılıyor; ama onun ne zamandan beri izlediği bir şey bu, biliyorsunuz. TİP milletvekillerinin köprüye asmak istedikleri pankartla ilgili de bir şeyler söyledi, onu da biliyoruz. Ama en önemlisi, dış politikada çok sert çıkışlar yaptı. Bu arada belirteyim: Sorularınızı, yorumlarınızı benim ve Medyascope’un YouTube sayfalarından iletebilirsiniz, yazabilirsiniz. Arkadaşlar bana iletecekler ve ben de bunları aktaracağım; soru varsa soruları da cevaplamaya çalışacağım. Onu özellikle tekrar belirteyim.

Şimdi, Yunanistan’a çok ciddî bir şekilde meydan okudu. İkili görüşmeleri sonlandırdı. Suriye’ye ertelendiği söylenen operasyonu yapacaklarını söyledi. Ama târih vermedi. Daha önce “Bir gece ansızın” demişti. İsveç, Finlandiya meselesinde NATO’ya meydan okumaya devam etti. Terör üzerinden NATO’ya meydan okumaya devam etti. Böyle bir perspektif gördük. Yani dışarıya meydan okuyan; Yunanistan’a, Suriye’ye, NATO’ya meydan okuyan bir Erdoğan var. Güçlü bir Erdoğan imajı çiziyor. Bu meydan okuyuşlara tabii ki önümüzdeki dönemde seçimlerde ihtiyacı var. İçeride oy alabilmek için, ekonomiyi düzeltemediği için, dışarıda bu tür şâhin çıkışlara ihtiyâcı var ve kendisini güçlü olarak gösteriyor. Şimdi bu güçlü olarak gösteren Erdoğan, konuşmasının önemli bir bölümünde Kemal Kılıçdaroğlu’na lâf yetiştirmeye çalıştı. Onun belediye başkanlarıyla yaptığı Van gezisinden çok rahatsız olmuş — onu söyledi. Müteahhitlerin parasının ödenmeyeceği meselesinde –ki daha önce de olmuştu– dedi ki: “Nasıl ödemezsin? Devlette devamlılık esastır” dedi. Şimdi buradan ne anlıyoruz? Müteahhitler iktidar değişirse paraların ödenmeyeceğinden endîşeliler. Dolayısıyla ne yapacaklar? Büyük bir ihtimalle muhâlefetle şimdi aralarını iyi tutmaya çalışabilirler. Onların uzaklaşmasını engellemek istiyor olabilir Erdoğan. Ama bunu daha önce de yapmıştı; “Devlette devamlılık esastır” demişti. Ama bunu söylediği zaman, aslında şöyle bir anlamı var bu çıkışın: Erdoğan kaybedebileceğini kabul ediyor. Normalde bunu yapmazdı. Normalde, benim bildiğim Erdoğan’ın, “Müteahhitlerin parasını ödemeyeceğini söylüyorsun. Sen kimsin? İktidâra gelemezsin ki. Nasıl geleceksin? Senin haddine mi?” filan gibi lâflar etmesi gerekirdi. Şimdi kabul ediyor; Kılıçdaroğlu’nun, muhâlefetin iktidâra gelebileceğini kabul ediyor. Buna benzer birçok yerde Kılıçdaroğlu’na lâf yetiştirme çabası var ve en önemlisi: 10 soru sordu Kılıçdaroğlu’na. Bu soruları merak edip bakmışsınızdır. Bu soruların çoğu hamâsî sorular. İşte: “Terörle mücâdeleye destek veriyor musun? Sınır ötesi operasyona ne diyorsun? İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine ne diyorsun?” şudur, budur. Meselâ: “Bin yıldır kanlarımızla sulayarak ebedî vatanımız hâline getirdiğimiz bu toprakların tüm değerleri, sembolleri, birikimleri ve kazanımlarıyla asil bir devletin evlâdı gibi hareket etmeyi kabul ediyor mu?” diye soruyor. Bunların aslında, soruların büyük bir kısmı anlamsız bana göre. “Evet” diye cevap verdiği zaman bitecek olan sorular ve son soru: “2023’te yüreği yetip cumhurbaşkanı adayı olacak mı? Olmayacak mı?” En önemli soru bu. Aslında benim bildiğim Erdoğan, o dokuz soruyu sormaz; sâdece sonuncu soruyu sorardı. Derdi ki – ki uzun bir süre bunu yaptı: “Aday oluyor musun? Niye karşıma çıkmıyorsun?” Daha önce iki kere çıkmadı Kılıçdaroğlu, biliyorsunuz. Bunu söylerdi ve onu bir anlamda küçük görürdü, aşağılardı. Şimdi ne yapıyor? Eşit görüyor en azından. Kılıçdaroğlu’nu ciddîye alıyor, önemsiyor, onu sıkıştırmaya çalışıyor. İşte burada roller değişiyor. Uzun bir süre Kılıçdaroğlu bunu yapıyordu. Erdoğan’a lâf yetiştirmeye, onu sorularıyla sıkıştırmaya çalışıyordu. Her grup konuşmasında, uzun bir süre böyle oldu; “Ey Erdoğan! Ey Erdoğan!” diye seslendi. Ona kimi zaman çok sert şeyler söyledi, iddialar ortaya attı vs. ve muhâlefet yapmaya, Erdoğan’la kavga ederek muhâlefet yapmaya çalıştı. Şimdi Erdoğan’ın bu konuşmasını dinlediğimiz zaman, sanki iktidarda Erdoğan yok, Kılıçdaroğlu var. Kılıçdaroğlu’na hesap soruyor, muhâlefette birisiymiş gibi. Ben böyle algıladım. Buna katılmayan çok kişi olacağını tahmin ediyorum. Hâlâ Erdoğan’a çok ciddî güç atfedenler olduğunu biliyorum. Bir diğer yorum da şu tabii ki: “Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nu karşısında rakip görmek istiyor. O yüzden de sürekli onu öne çıkartıyor” şeklinde bir yorum da var. Açık söyleyeyim: “Kılıçdaroğlu Erdoğan’a karşı seçimde kesin kazanır” gibi bir iddiam yok kesinlikle; ama Erdoğan artık bu noktayı bence geçti. Artık, “Kılıçdaroğlu aday olsun da onu çok kolay yeneyim” duygusu yerine; Kılıçdaroğlu’na karşı bile kaybedebileceği duygusuyla hareket ettiği kanısındayım.

Evet, şimdi sorulara gelelim.

Şenol Doğan diyor ki: “Sanki Erdoğan artık Kılıçdaroğlu’nun adaylığından da o kadar memnun olacakmış gibi değil. Sizin düşüncenizi çok merak ediyorum.” Biraz önce onu söyledim. Diğerlerine göre Kılıçdaroğlu’nu tercih edebilir; ama anladığım kadarıyla artık Kılıçdaroğlu’na karşı da kaybedebilme ihtimâlinden çok ciddî bir şekilde endîşe ediyor. Erdoğan için olabilecek en kötü senaryo, aday olup, Kılıçdaroğlu’yla yarışıp, Kılıçdaroğlu’na kaybetmek olacaktır. Yani bu tam olarak Erdoğan için çok kötü bir final olur. Böyle bir olayın, Şenol Bey’in dediği gibi, olabileceği kanısındayım.

Sait Savcı diyor ki: “Sizce Erdoğan karşısında muhâlefetin adayı olarak Kılıçdaroğlu’nu mu istiyor?” Evet, buna biraz önce değindik. Bir süredir bunu istiyordu. İktidar çevreleri sürekli bunu söylüyorlar; artık tercîhen Kılıçdaroğlu’nu isteyebilir. Ama Kılıçdaroğlu’nu çok kolay yenebileceğini, aday olursa kesin kazanacağını düşündüğünü sanmıyorum. Çünkü kamuoyu araştırmaları ortada. Erdoğan, Türkiye’de kamuoyu araştırmalarına en çok îtibar eden siyâsetçilerden birisidir. Gördüğümüz tüm araştırmalarda, bâzıları açık arayla, bâzıları az farkla da olsa –Kılıçdaroğlu meselâ– Erdoğan’ı geçiyor gözüküyor. Partisi AKP –bugün Medyascope‘ta da yayınladık– %30’un altında gözüküyor KONDA’nın anketine göre. Başka yerlerde de %30’un birazcık üzerinde gözüküyor. İYİ Parti’nin yükseldiği ve CHP’nin de oyunu az da olsa artırdığı gözüküyor. Bir başka çarpıcı husus da şu: İYİ Parti + CHP’nin, MHP + AKP’den fazla olduğu çıkıyor ortaya. Yani Altılı Masa’nın sâdece iki tânesi, İYİ Parti ve CHP, kamuoyu araştırmalarının çoğunda Cumhur İttifakı’ndan fazla oy alıyor. Ancak ilk turda %50+1 oyu alamıyorlar. Hâlâ orada bir HDP faktörü var.

Tugay Can: “Erdoğan, Suriye Operasyonu üzerinden mültecileri bölgeye yerleştirme vaadiyle içeride bir seçim hamlesi yapabilir mi?” Yapabilir. Bunu zâten ne zamandan beri bekliyoruz. Zâten bu mülteci meselesinin, sığınmacı meselesinin bu kadar çok gündemde olmasının, Erdoğan’ın çok da aleyhine olmadığını düşünüyorum — ki birçok kişi de benzer görüşte. Çünkü seçime çok az bir süre kala birtakım gösterilerle bir grup mülteciyi, sığınmacıyı Suriye’ye geri yollayarak, oradaki doğan mülteci karşıtı potansiyeli kendi yanına çekmek isteyebilir. Bu noktada muhâlefetin çok daha inandırıcı, iknâ edici bir sığınmacı politikası gerçekleştirmesi gerekiyor.

Kemal İslim sormuş: “Gezi öncesi ‘iki ayyaş’ yorumu ve orantısız güç kullanımı bâzı şeyleri tetiklemişti. Şu anda içki vergileri ve ‘sürtük’ lâfı benzer şeyleri çağrıştırıyor. Bunlar bilinçli mi yapılıyor?” Şunu özellikle söyleyeyim: Bu tür yaşam tarzına müdâhaleler, bu tür toplumsal alanda kimlik üzerinden yapılacak kışkırtmalarla, târiflerle Erdoğan’ın oyunu artırabilmesi bana çok gerçekçi gelmiyor. Bu ancak şöyle bir şekilde olabilir: O târiflerin ardından birileri denetimsiz bir şekilde bir kaos ortamına yol açarlarsa olabilir. Tek başına Erdoğan’ın bu çıkışlarını artık insanlar kanıksamış durumda. Büyük ölçüde de dişlerini sıkıp seçimleri bekliyorlar. Yani Erdoğan’ın istediği gibi bir –Kemal’le hep konuştuğumuz o– konsolidasyonu sağlayacak bir sokak tehdidi yaratmak, kendi tabanını korkuya sevk edecek bir şey yaratma ihtimâli olduğu kanısında değilim. Kaldı ki Gezi’den sonra yapılan ilk ciddî seçimde de Erdoğan tek başına iktidâra gelememişti, biliyorsunuz. Dolayısıyla, “O sâyede Erdoğan oylarını korudu. Gezi sâyesinde korudu” filan bence doğru değil. Tam tersine Gezi, Erdoğan’ın yenilemezliğini ortadan kaldırdı. Onun kırılgan bir iktidâra sâhip olduğunu gösterdi. Bemce Erdoğan’ın en büyük avantajı, güçlü olduğu algısı. Buna zarar veren her şey, Erdoğan’ın gücünün azalmasına yol açıyor ve burada tabii hep söylediğim bir husûsu tekrar söylemek istiyorum: Muhâlefetin içerisinde Erdoğan’a olmadığı kadar güç atfedenlerin sayısı çok yüksek. Erdoğan’ı en çok besleyen husus bu.

Ivan İlliş diyor ki: “Eğer Erdoğan-Kılıçdaroğlu arasındaki güç dengesinin değiştiğini, böyle her konuşmayı didik didik edip ancak anlayabiliyorsak, güç dengesi o kadar çok değişmemiş demektir bence.”

Evet. Öyle de bakılabilir; ama bâzı durumlarda olmadık yerler birtakım gerçeklerle yüzleşmemizi sağlayabilir. Çünkü biz bir güç dengesine alışmışız. Bir şeyler oluyor. Yıllardır yaşadığımız bir denge var. Kılıçdaroğlu bu dengeyi kırmaya çalışıyor. Birtakım adımlar atıyor; Adâlet Yürüyüşü, evden yapılan videolar vs., ama tam anlayamıyoruz. Anketler bir şeyler söylüyor filan, ama tam anlayamıyoruz. Beni bugünkü Erdoğan’ın konuşmasında bir gazeteci olarak heyecanlandıran husus, uzun süredir yaşanan bir değişimin Erdoğan’ın konuşmasına yansıdığını düşünmem oldu. Yani buna katılmayacak çok kişi olduğunu biliyorum. Ama ben şahsen bu konuşmanın çok savrulup, Erdoğan’dan alıştığımız türden bir konuşma olmadığını ve Kılıçdaroğlu’nu kendisiyle eşit, hattâ yer yer kendisinden daha güçlü kabul ettiğini gösterdiğini düşünüyorum. Bu tabii ki bilinçli olarak yapılmış bir şey değil. Zâten Erdoğan’ın konuşma metinlerini yazanlar, artık bayağı kötü bir sınav veriyorlar. Erdoğan da çok fazla müdâhale edemiyor. Bâzı şeyler kendiliğinden oluyor. Bilerek yapılmış, hani böyle çalışılarak yapılmış bir metin değil anlaşılan. Ama normal şartlarda Erdoğan’ın bu 10 soruyu önünde gördüğü zaman: “Ne gerek var bu 10 soruya kardeşim? Son soruyu sorsam yeter” diyebilmesi lâzımdı. Kılıçdaroğlu!na, “Sen şöyle misin, sen böyle misin?” diye sorular soruyor. Bunları sorduğun zaman zâten ona bir güç atfediyorsun demektir. İşte işin kopuş yeri bence burası. Bu anlamda sembolik olarak çok önemli olduğu kanısındayım.

Kemal İslim diyor ki: “Kemal Kılıçdaroğlu adaylığını açıkladığı anda, Devlet Bahçeli  ‘Haydi seçime gidelim’ der mi?” Diyebilir. Artık seçim zâten 13 ay içerisinde olacak. Ha bugün, ha yarın, ha Kasım’da,, ha bir dahaki sene Haziran’da… Tabii ki erken olmasında önemli bir şey var. Son çıkartılan seçim yasası uygulanmayacak anayasaya göre, bir yıl geçmesi gerekiyor. Onun dışında tabii ki en önemli seçim başkanlık seçimi. Onu erken yapmak isteyebilirler. Fakat görüldüğü kadarıyla, şu an îtibâriyle görüldüğü kadarıyla, iktidârın adayının kazanma şansı yok. Muhâlefetin adaylarının kazanma şansı daha çok — aday adaylarının. “Hangisi ne kadar alıyor? Ne kadar fark atıyor?” şeklinde bakıyoruz artık. Kemal İslim, yine onun bir sorusu var: “Mâdem seçilecek cumhurbaşkanı, Davutoğlu’nun dediği gibi Altılı Masa’yla mutâbakat hâlinde kolektif yönetecek. Seçilmesi en garanti aday üzerinden strateji neden kurulmuyor? Neden risk alınıyor?” Şu hâliyle zâten ortada bir aday olmadığı için, ortada alınmış bir risk de yok. Ama Davutoğlu’nun bu söylediğine, herkes tarafından da aynı şekilde, “Tabii Ahmet Davutoğlu haklı” diye bir açıklama da gelmedi. Altılı Masa’nın bir mutâbakatı olacağı kesin. Büyük bir ihtimâlle aday kim olursa olsun, onun ekibine masadaki partilerden isimler dâhil edilecek. Kimi cumhurbaşkanı yardımcısı olabilir; kimisi cumhurbaşkanlığı kabinesinde olabilir ve onların üzerinden güçlerini göstereceklerdir ve bu tabii ki, cumhurbaşkanı kim olursa olsun, belli ölçüde diğerlerini gözetmesini gerektirecek.

Caner C.: “Muhâlefetin ekonomi alanındaki vaatlerini derli toplu olarak ne zaman duyabileceğiz? Siz toplumun, Millet İttifakı’nın ekonomik vaatlerini yeterince anladığı görüşünde misiniz?” Millet İttifakı’nın ekonomi vaatleri yok. “Ekonomiyi düzelteceğiz. Biz gelelim merak etmeyin dışında söylediği bir şey yok. Çünkü şu hâliyle bakıldığı zaman, Millet İttifâkı’nda ayrı ayrı ekonomi kurmayları, ayrı ayrı ekonomi politikaları var. Önemli olan şu olacak: Ekonominin başına kim geçecek? Daha önceki dönemde Ali Babacan diye tahmin ediliyordu. Şimdi işin rengi biraz değişti. O geçecek kişi ya da kişiler, ekip belirleyecek. Tabii o ekibin işi de kolay olmayacak. Çünkü hangi partinin ekibi gelirse gelsin, diğer partilerin ekonomi kurmayları da iz bırakmaya, birtakım şeyleri yönlendirmeye çalışacaklar. Zor olacak.

Şöyle bir soru var: “Kılıçdaroğlu’nun bu on sorunun hepsine cevap vermesi doğru bir hareket olur mu?” Bence olmaz. Şöyle bir şey de diyebilir: “Cevâbını bildiği soruları sormasını yadırgadım” da diyebilir bence. Çünkü sorduğu sorunun başka bir cevâbı yok zâten. Yani meselâ, “Bu millete lâyık siyâsetçi olacak mısın?” sorusuna “hayır” diyecek hâli yok kimsenin yani. “Parti içerisindeki terör yanlılarını ayıklamak” meselâ; “Tabii ki varsa ayıklarım” diyecektir. Yani onun için buradaki soruların hiçbirinin hayır şıkkı yok.

Ahmet Yathın: “Erdoğan kendisine duyduğu o büyük güveni kaybetmeye başlıyor. Dolayısıyla rakîbini artık ‘Bay Kemal’ değil; ‘Kılıçdaroğlu’ diye çağırıyor. Târihe böylesine tanıklık etmeyi heyecan verici buluyorum.” Evet. Bugünkü konuşmada yine bir iki yerde “Bay Kemal” var; ama esas olarak “Kılıçdaroğlu” diyor. İzleyicimiz de benim gibi görmüş.

Alper Çelikel – Alper’e merhaba diyelim. Tanışıyoruz kendisiyle. “Yorumunuza katılıyorum” demiş. Teşekkür ederim Alper.

Aylin Şimşek: “Levent Gültekin’in Kasırga kitabını okudum. Cumhurbaşkanlığı seçimini mezhep savaşına döndürüp tekrar kazanabilir mi? Kılıçdaroğlu, daha önce olduğu gibi Baykal gibi bir oyunun parçası olabilir mi?” Oyun parçası gibi şeylerin doğru olduğunu düşünmüyorum. Mezhep meselesi çok ciddî bir şekilde gündemde olacaktır ve Erdoğan’ın bugünkü konuşmasını gördükten sonra, Kılıçdaroğlu’nun Alevî olmasını seçimde kullanmaması diye bir şey herhalde söz konusu olamaz. Ama bu tür meseleler o kadar tehlikeli ki, her anlamda, hem toplumsal barış anlamında önemli, ama esas olarak onu kullananın elinde de pekâlâ patlayabilir. Yani, “O nasıl olsa Alevî, Alevîlerin oranı da ülkede belli. Alevî olduğunu hatırlatarak seçimi zâten alırım” dediği andan îtibâren, kaybını perçinlemiş de olabilir. Bunu ölçmek çok kolay değil. Ama benim kişisel görüşüm; bu silâhın çok kolay bir şekilde Erdoğan’ın elinde patlayabileceği. Buna çok dikkat çeken var. Ahmet Şık biliyorsunuz bizim yayında da dikkat çekmişti. Ama öyle, “Ya, zâten Alevî, kazanma şansı yok. Ben söylerim ve hallederim” basitliğinde olsaydı, bugünkü konuşmada 10 soru sormazdı. Tek soru sorardı ve derdi ki: “Ey Kılıçdaroğlu! Sen Alevî değil misin? Ne konuşuyorsun?” derdi ve biterdi. Böyle bir şey yok. Türkiye, sırf Alevî diye bir kişiyi seçmemezlik etmeyecektir diye düşünüyorum.

Sedat Bulut: “KONDA anketi doğru mu Ruşen Bey? Sizi referans göstererek doğru olduğu hususunda bahse girdim.” Bahiste ne kazandıysanız yarısını isterim. Biz öyle güvenmediğimiz işi yapmayız. Yani hatâ yapmıyoruz değil; ama KONDA anketi benim bildiğim kadarıyla doğru. Ama şöyle bir husus var: KONDA anketi sâdece abonelerine yolluyor. Bir şekilde sızdığı zaman da “Bizim anketimizdir” ya da “değildir” demiyor. Çünkü öyle bir politikaları var. Benim bildiğim kadarıyla bu sızmış olan anket doğru. Rakamlar çok çarpıcı. Evet, Sedat Bey adresimiz künyede yazıyor. Dediğim gibi, bahsin yarısını bekliyoruz.

Onur Sarıoğulları: “Bugünkü konuşmadaki ‘sürtük’ kelimesi düşünülerek mi yapıldı, ne kazanımı olacak?” Onu anlamak için şöyle yapalım, konuşma metnine bakalım. Bâzı şeyleri irticâlen okuduğunu biliyoruz Erdoğan’ın. Yani prompter’ın dışına çıktığını biliyoruz. Bunu öyle mi yaptı? Şimdi çok basit, grup konuşma metnini açıp bakıyoruz ve arama motoruna “sürtük” yazıyoruz. Evet, “Bunlar çürük, bunlar sürtük. Bunlar için ulu mâbet nedir, ne değildir, böyle bir şey yok.” Deşifre edilmiş hâli mi, sanmıyorum. Bu, AKP Grup Başkanlığı’nın hazırladığı, basına verdiği grup konuşmasının metni. Deşifre edilerek değil; prompter’daki hâli olması lâzım. Her halükârda bir cumhurbaşkanının kendisi gibi düşünmeyen vatandaşlarına “sürtük” demesinin ne kazanımı olacak? Yani burada kazanılacak şeyi kazanmasa da olur insan; ama bir şey kazanacağını sanmıyorum.

Ahmet Kurtul: “Sizce daha ne kadar dayanacak hükûmet bu zamlara? Erken seçim ne zaman olur?” Erken seçim için Kasım diyorlar; ama yani Kasım da olsa, Haziran da olsa iktidârın bu hâliyle kazanabilme şansı gözükmüyor ve enflasyonla mücâdele etmek konusunda ellerinde herhangi bir şey olmadığı da ortada.

Mehmet Rasim İnceoğlu: “Erdoğan iktidardan giderse yargılanır mı?” Bilmiyorum. Yani bu tamâmen siyâsetçilerin vereceği karara bağlı. Yargılanması pekâlâ söz konusu olabilir ya da “Devr-i sâbık yapmıyoruz, rövanşist olmuyoruz” diyebilirler. Biraz da pazarlıkla ilgili.

Şule Hanım: “İmamoğlu dâvâsının ertelenmesi için ne düşünürsünüz?” Zâten dâvâ bugün sonuçlansaydı bile değişik aşamaları olacağı için, Yargıtay vs. zaman alacaktı. Teknik bir konu da olabilir. Tabii ülkede hukuk yok. Yani artık hukuk diye bir şey olmadığı için… her türlü komplo teorisine açık bir alan. Normalde hiçbir dâvâ ilk günden sonuçlanmaz.

Pınar İkidir: “DEVA ve Gelecek Partisi’nin pasif kaldığını düşünüyorum. Seçimler yaklaştıkça bu durum değişir mi sizce?” Evet, gerçekten ilginç bir durum. Bir zamanlar çok büyük bir ilgi yarattılar — özellikle DEVA. Şimdi büyük bir durağanlık var. En son karşılaştığım bâzı anketlerde, Zafer Partisi’nin neredeyse onların her biriyle ayrı ayrı eşit oylarda olduğunu gördüm. Bunu herhalde kendileri önlerine koyup düşünüyorlardır.

Mehmet Uğur Kalkan diyor ki: “Çok iyimsersiniz. Kemal Bey seçim kazanamaz. Bu bir mizaç ve huy meselesidir. Kolları sıvayıp ‘heyecanımız yüksek’ demek ve kitleleri coşturmak, iyi birisi olsa da Kemal Bey’e göre değil.” Benim iyimserlik filan diye bir şeyim yok ya da Kemal Kılıçdaroğlu aday olsun, olabilir diye bir tavrım da yok. Benim söylediğim sâdece, bu gidişatta –ve Erdoğan’ın bugünkü konuşması da bunu gösteriyor bence– Erdoğan’a karşı muhâlefetin tüm adaylarının daha avantajlı gözüktüğü bir durumda –kimileri daha yüksek gözüküyor kimileri daha kıl payı gözüküyor– Kemal Bey yapamaz deniyor. Evet, diğerleri daha fazla yapıyor gözükebilir; ama Kılıçdaroğlu ilginç bir şekilde, son dönemde, yapması beklenmeyen çok şeyi de yapabildi. Bu seçimleri rahat kazanacağı anlamına gelmez; ama SADAT olayında ya da TURKEN olayında olduğu gibi Erdoğan’ı savunma pozisyonuna çekebilmesi, başlı başına Kılıçdaroğlu’nun kariyerindeki önemli başarılar.

Mehmet Yürüker demiş ki: “Erdoğan bir daha kazanırsa nereye gidelim?” Hiçbir yere gitmeyin. Burada kalın.

Ayşe Sayın: “Kılıçdaroğlu, Tayyip Erdoğan’ın kendisini çekmek istediği siyâset düzlemine çekilme gafletinde bulunur mu?” İşte benim deminden beri anlatmaya çalıştığım olay bu; artık Erdoğan oyun kurabilme kapasitesini kaybetti. Şu hâliyle bakıldığı zaman Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nu bir yere çekmeye çalışmıyor. Eğer bir yere çekmeye çalışsaydı, bu soruların her biri çok daha ciddî, çok daha… yani acaba evet mi, hayır mı? Yani demin de söyledim, bütün soruların cevâbı “Evet”. Kılıçdaroğlu için bütün soruların cevâbı evet. Ama gerçekten zor bir alana çekmiyor. Aslında kendisi Kılıçdaroğlu’nun alanına geliyor bence. Yani burada rollerin değiştiğini söylerken bunu kastediyorum.

Orhan Mesut Arslan: “Ben, Kemal Bey’in rakîbi olmasını çok istediğini düşünmüyorum. Etnik kimliğine saldırdığı birine karşı kaybetmek, Erdoğan’ın siyâsî kariyerinin bitmesi anlamına da gelmez mi?” Evet, demin bunu konuştuk. Kılıçdaroğlu’na karşı kaybetmesi –Alevî olup olmamasından bağımsız olarak– Erdoğan için en acı durum olur.

Cafe Blue: “Bugünkü zamlarla birlikte, kış ekonomisini de düşünürsek, AKP’nin erken seçime gitme olasılığını değerlendirir misiniz?” Ben buna uzun zamandır “Gider” diyorum; gitmiyor. Ben bu konuda yeterince rezil oldum, onun için artık daha fazla söylemeyeyim. Bana kalsa, Erdoğan çoktan seçim yapıp, vaktini ana muhâlefet lideri olarak yeniden güç kazanmaya çalışmakla geçiriyor olması gerekirdi ve iktidar da Erdoğan’ın bıraktığı ekonomik enkazın altından kalkmaya çalışırdı. Ama şu hâliyle enkaz giderek büyüyor ve Erdoğan’ın gireceği seçimlerde alacağı oylar her geçen gün azalıyor. Ben öyle görüyorum.

Mehmet Yürüker: “Erdoğan yine kazanırsa şeriat gelir mi?” Yani şeriat nedir? Böyle bir şey yok. Erdoğan’ın dini kullandığını biliyoruz, daha önce de söyledik. Ama bunları tamâmen bir enstrüman olarak kullanıyor. Eğer iktidârda kalmasının yegâne yolunun şeriat ilânı olacağını düşünürse belki yapar. Ama böyle bir şeye Türkiye toplumu izin vermez.

Lokman Sevim diyor ki: “Bir HDP’li olarak, aday kim olursa olsun lütfen Kürtleri kırmasın ve hakaret etmesin. Tünelden önceki son ışık.”

Şenol Doğan: “Ekrem İmamoğlu’yla ilgili dâvânın Eylül ayına atılması erken seçim habercisi olabilir mi? Seçim kararı alındıktan sonra aday gösterilirse adaylığını düşürmek için…” Yok, böyle şeylerin olabileceğini sanmıyorum.

Erdoğan’ın Cumhur İttifakı adayı olduğunu açıklaması olarak anlayabilir miyiz bu konuşmayı? Sanmıyorum. Böyle bir açıklama yapmadı. Daha bir süre yapmayacak gibi gözüküyor.

Müslüm Günaçtı: “Araştırma şirketlerinin, Yavaş’ı kazanması en iddialı aday olarak göstermesi garip gelmekte. Özellikle de Kürtlerin bir şerhi varken. İmamoğlu, son falsoları olmadan önce daha kazanır bir aday değil mi?” Bilmiyorum. Bu araştırmalar bambaşka bir şey; ama her adayın bir artısı, bir eksisi var. Onun için bunları kestirmek çok zor, kolay değil.

Faros: “Mülteciler niye Türkiye’de kalsın istiyorsunuz?” Böyle bir şey istemiyorum. Eğer Türkiye’de kalıyorlarsa insanca muâmele görmelerini istiyorum. Irkçılığa, ayrımcılığa mâruz kalmalarını istemiyorum. Dönebilmelerini sağlamak, zâten girmelerini sınırlamak, engellemek devletin göreviydi, dönebilmelerini sağlamak da devletin görevi. Ama biz vatandaş olarak, eğer bu topraklarda yaşıyorlarsa da olabildiğince insânî koşullarda yaşamasını istiyoruz. Dolayısıyla, “Onları kovalım” diyenlerden benim bir farkım olduğunu düşünüyorum. Kovmak olarak bakmıyorum. Sığınmacılardan gelen her olumsuzluğu, çok büyük kıyâmet habercisi olarak görenlerden değilim.

Ali Selman: “Altı lideri hep birlikte Medyascope’ta görebilecek miyiz? Bununla ilgili çalışıyor musunuz?” Zor iş. Yani başkaları da istiyordur. Bilemiyorum. Olsa iyi olur tabii.

 Emre Altunlu: “Tek adam rejimi denilen rejimin karşısına, yine tek bir adamla aday olarak çıkmak ne kadar doğru? Kılıçdaroğlu adaylığını açıklayacaksa bile, yardımcılarını İmamoğlu ve Yavaş olarak açıklaması daha garanti olmaz mı?” Olabilir. Belki de diğer partilerden liderleri yardımcı olarak açıklayabilir ya da Ekrem İmamoğlu aday olacaksa, onun da yardımcıları başka partilerden olur vs.. Bir aday ve de bir ekibin çıkması daha gerçekçi olur.

Bedirhan Okumuş: “Erdoğan ya da kurmayları, bir karar verip sâkin bir siyâset diline dönse sizce Erdoğan!a bu dilin bir yararı olur mu?” Bence artık o tren kaçtı, diyeyim.

Cumhur Kocaman: “Kılıçdaroğlu aday olacaksa, İmamoğlu’nu Ulaştırma gibi etkin bir bakan olarak yanında tutması ve bir nevi veliahtı olarak sunması bir ara çözüm olabilir mi? Böylece belediye de korunmuş olmaz mı?” Bilmiyorum, bunlar çok karışık meseleler. Veliaht lâfı biraz rahatsız edici. Tabii ki Kılıçdaroğlu’nun aday olması durumunda, CHP’nin liderinin kim olacağı meselesi önemli. Hele güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş vaat edildiyse, parti lideri tekrar çok öne çıkacak. Burada, Kılıçdaroğlu’nun aday olup seçilmesi hâlinde tabii, İmamoğlu’nun adı tabii ki akla geliyor. Başka isimler de var. Meselâ Canan Kaftancıoğlu da var. İmamoğlu pekâlâ olabilir. Ama bunlar karışık işler, siyâset öyle çok kolay olmuyor. Özellikle CHP’de siyâset çok zordur, bu zamâna kadar onu öğrendim.

Selahattin Akyüz: “Zemini ve gerekçeleri oluşturulmaya çalışılan olası savaşla ilgili sorulara neden cevap verilmiyor? Muhâlefet buna karşı ne yapmalı?” Savaştan kasıt Suriye’ye yeni bir operasyonsa, daha önce de operasyonlar oldu. Bir müddet Erdoğan’ın oyları kamuoyu araştırmalarında yüksek çıktı; ama sonra indi. Ben, Erdoğan’ın operasyon vs. gibi şeylerle seçimi kazanabileceğini açıkçası sanmıyorum. Ama bunu kullanabileceğini de herhalde biliyoruz.

Kızıl Alev: “Kılıçdaroğlu bu kadar uğraşıyor, bu kadar koşuşturuyor ve imkânsızı deniyor olmasına rağmen, hiçbir şey yapmayan Yavaş neden kabul görüyor?” Evet. Buna ne desem yanlış olacak. Onun için atlıyorum.

Chuck sormuş: “Suriye’de uzun bir operasyon yapılırsa muhâlefeti nasıl etkiler? Operasyona sevinen İYİ Partilileri ve CHP’lileri gören HDP’liler ortak adaya oy vermekten vazgeçer mi?” Bu da Alevîlik meselesi gibi bir mesele. Yani operasyon yapılır, herkes destek verir, çok başarılı geçer ve Erdoğan güçlenir, HDP seçmeni küser vs.. Bunlar ilk akla gelen cevaplar; ama bu işler hiç de öyle düşünüldüğü gibi olmayabiliyor.

“Erlik’e cevap versene” diye bir şey var. Bunu birkaç gündür soruyorlar. Cevap, yani Kılıçdaroğlu’nun bu sorulara cevâp vermesi konusunu konuştuk. Burada cevap verilecek bir şey yok. Yani kendi kendine eğlenen birtakım ergenler var. Biz burada ciddî bir iş yapıyoruz. Aynen işimizi yapmaya devam ediyoruz.

Özlem Acar: “İyi günler Ruşen Bey, Kaftancıoğlu’nun tahliye edilmesi ve İmamoğlu dâvâsının ertelenmesi sonucunda seçim atmosferinin hâlâ çok sert, baskıcı olacağını düşünüyor musunuz?” Tabii ki düşünüyorum. Her türlü sertliğe hazır olmak lâzım.

Zafer Mehmet Ok: “Ruşen Bey, siz Kemal Bey’in seçimlerde Erdoğan’ı yeneceğine inanıyor musunuz?” Vallahi bilmiyorum. Bunun hakkında kamuoyu araştırmacıları bir şeyler söylüyorlar; ama Erdoğan’ın artık Kılıçdaroğlu’na da yenilebileceğini düşündüğünü görüyorum. Öyle diyeyim.

Yiğit Gürel: “Sizce muhâlefetin Altılı Masa’ya ihtiyâcı var mı?” Var sanki; ama Altılı Masa’nın da biraz dinamizme ihtiyâcı var. Yani bu hâliyle, ayda bir toplanan, sonra tek sayfalık iki sayfalık açıklamalar yapan bir Altılı Masa ne kadar fonksiyonel? O ayrı bir tartışma konusu.

Selin Sergeyev – yine canavar gibi nickname’ler çıkıyor karşıma: ‘‘Suriye operasyonu, PKK ve YPG’yi yeniden gündeme getirip CHP ve adayının HDP’yle ilişkisini kaşıma amaçlı başlatılmış olabilir. Katılır mısınız?” Olabilir; ama yerel seçimleri hatırlayın. Tamâmen beka söylemi üzerinden kurulmuştu. Ne kadar işe yaradı? Hiç işe yaramadı. Şimdi Suriye Harekâtı, tabii ki “Asker niye oraya gidiyor?” diyecek insan sayısı çok çok yüksek olmayacaktır. Ama insanların “Bu harekât niye yapılıyor?” diye sorduklarını, merak ettiklerini ve çok da fazla uzamasını istemeyeceklerini düşünüyorum. Bu, çok sürdürülebilir bir operasyon olmayabilir. Ama tabii ki bunun üzerinden siyâsî bir hesap yapmak, CHP’yi ve İYİ Parti’yi HDP’yle birbirine düşürmek… bütün bunlar istenecektir. Zâten Erdoğan’ın en önemli stratejisi; özellikle ekonomik nedenlerle halka bir şey sunmaktan iyice uzaklaştığı için, muhâlefeti bölmek, birbirine düşürmeye çalışmak, bunun için de elinden geleni yapmak ve burada da en önemli argümanı: Terör, terörle mücâdele, işte şimdi bir de Yunanistan ekleniyor, işte, “NATO’ya meydan okumak” deniyor. Ama bütün bunlar aynı zamanda, bu meydan okuyuşlar, dünyaya meydan okuyuşlar belli bir yerden sonra, sonuç getirmediği andan îtibâren işin rengi değişebilir. Meselâ şimdi şöyle bir soru var, Kılıçdaroğlu’na sorduğu: “Türkiye’nin Akdeniz ve Ege’de verdiği millî mücâdelede ülkesinin safında mı, karşımızdakilerin safında mı?” Şimdi Akdeniz ve Ege’de verdiği mücâdele deyince akla ne geliyor? Mavi Vatan geliyor. Erdoğan bunu çoktan bıraktı. Bırakmamış gibi davranıyor; ama ne zamandır siz o arama gemisinin çıktığını görüyor musunuz? — Yok. İsrail’le ilişkiler vs..  Mısır’la ilişki düzeltmeye çalışmalar, Birleşik Arap Emirlikleri vs. Bunların hepsi Mavi Vatan konseptinden uzaklaşmayla alâkalı şeyler. Dolayısıyla bu tür çıkışlar ilk aşamada dikkat çekici olabilir — meselâ Mavi Vatan ilk çıktığında, insanlardan, “Aa, ilginç” filan diyen çok kişi oldu; sonra olay sönünce de, “Ya, bizim bir Mavi Vatan’ımız vardı. Ne oldu ona?” diye çok da soran olmuyor.

Ayla-Hakan Pulland: “Erdoğan kaybettikten sonra ne yapar?” Herhalde muhâlefet lideri olarak yoluna devam etmeye ve yeni iktidârın, onun bıraktığı ekonomik durumun altından kalkamayıp, seçmenin yine kendisine dönmesini ummak ister diye tahmin ediyorum.

Erman Tanin: “Seçim güvenliği hakkında ne düşünüyorsunuz? İktidar bu konuda devletin gücünü kullanabilir mi? Buna karşı ne yapılabilir?” Tabii ki en ciddî konulardan birisi bu. Altılı Masa’nın da ana gündemi bu. Kılıçdaroğlu’nun SADAT baskınının gündemi de buydu. Partiler çalışacak, sivil toplum çalışacak ve bunu sâdece seçim günü ve seçim gecesi olarak değil bütün bir süreç olarak görmek ve seçime giderken ülkenin olabildiğince provokasyonlara da karşı korunaklı olmasını sağlamak. Bu provokasyonlar her türlü hayâta geçirilebilir. Özellikle sığınmacılar üzerinden hayâta geçirilmek istenebilir. Türkiye’nin seçime kadar kaos yaşamaması, bu konuda sivil toplumun ve siyâsî partilerin ellerinden geleni yapması gerekiyor.

Erhan Çalbık: “Muharrem İnce, Mustafa Sarıgül ve Demokratik Sol Parti gibi sol kökenli muhâlefetler, neden Altılı Masa’dan uzak tutuluyor?” Neyse… Oraya gelmek istiyorlar mı, bilmiyorum. Demokratik Sol Parti sanki iktidâra, Cumhur İttifâkı’na daha yakın gibi duruyor; ama zâten Demokratik Sol Parti diye bir parti ne derece etkili bir şekilde var, onu da bilmiyorum. Muharrem İnce, en son Ümit Özdağ’la bayağı “güzel” bir fotoğraf verdi. “Güzel”i tırnak içine alalım. Onlar başka bir yol seçtiler, oradan gidiyorlar. Mustafa Sarıgül zâten bambaşka bir olay. O masaya oturmaları pek mümkün gözükmüyor. Kendileri ister mi? Masadakiler onları ister mi? Bunların hepsi çok ciddî sorular. Normal şartlarda olmayacak gibi gözüküyor.

Godyak: “Belediye başkanlarından birinin aday olması durumunda, belediyenin AKP’ye geçmesi seçmende bir burukluk oluşturur mu?” Oluşturabilir; ama zâten çok da fazla geçmeden yeni seçim olacak, yerel seçim olacak. O zamâna kadar dişlerini sıkabilirler.

Timuçin Köprülü: ‘‘Sizleri de etkileyebilecek Basın Kanunu’nda ve diğer kanunlarda yapılacak değişiklikler hakkındaki düşünceniz nedir?” Zâten Türkiye bir hukuk devleti değil. Yasalara göre hareket eden bir ülke de değil. Tabii ki her kanun vs., en son sosyal medya tasarısı, şunlar bunlar, bunlar hak ve özgürlüklerin daha da kısılmasının meşrû zeminini yaratıyor. Ama şu hâlimizde biz zâten hukuk devleti değiliz. Her istediğini keyfî bir şekilde yapabilecek bir iktidar var. Bunların kitabına uydurulması diye şeyler olabilir. Ama Türkiye normalleştiği zaman, bunların hepsinde geriye dönüş olacaktır diye tahmin ediyorum.

Oktay Ağa: “Şu durumda bile, millet bahçesi açılışında 550 bin insan toplaması normal mi? İnsanlar hâlen partizan bir şekilde desteklemeye devam ediyor. Bunun sebebi nedir?” 550 bin kişinin toplandığını bilmiyorum. Açıkçası millet bahçesi açılışına hiç ilgi göstermedim. Bunun, Maltepe’deki CHP mitingine misilleme olarak yapıldığı belliydi. Oturduğum semtte tutulmuş olan araçlar vardı, insanları taşımak için, onları gördüm. Bu hâlâ tabii ki devletin imkânlarıyla beslenen, özel sektörün imkânlarıyla vs. birilerini miting alanına götürme gibi imkânları var. Ama Maltepe mitingine insanların kendi imkânlarıyla gittiğine tanık olduk. Dolayısıyla ikisi birbiriyle kıyaslanabilecek şeyler değil. Şunu söyleyeyim: Hayâtım boyunca, gazetecilik hayâtım boyunca Millî Görüş Hareketi’ni, Refah Partisi’ni, Fazilet Partisi’ni, Adalet ve Kalkınma Partisi’ni izlemiş birisiyim. Çok sayıda miting izledim. Bu mitinglerin her birinin nasıl organize edildiğini de az buçuk gördüm. Eskiden insanlar kendi ceplerinden giderdi. Kumanyalarını kendileri yaparlardı ve artı olarak da partiye genel masraflar için yardımcı olurlardı. Şimdi her şey iktidar tarafından sağlanıyor. İnsanlara kumanya veriliyor. Hattâ bâzı durumlarda, bir tür harçlık verildiği bile söyleniyor. Artık veren değil; alan bir kitlesi var AKP’nin. Alan kitle alabildiği müddetçe onun yanında olur. Ama veren kitlede hâlâ bir heyecan, bir angajman vardır, kendini adama vardır. Dolayısıyla muhâlefet bu anlamda daha avantajlı.

Birkaç soru daha ve bununla bitirelim. Çok yorucu oldu.

“Altılı Masa hükûmeti medyaya özgürlük getirir mi?” İnşallah. Gazetecilik böyle bir iş. Herkes muhâlefetteyken size iyi davranır; sonra iktidâra geldiği zaman, iktidârını korumak için size kuşkuyla yaklaşır. Birçok iktidârı gördüm. Dolayısıyla iktidar-medya ilişkisinin her şeyden önce mesâfeli olması gerektiğine inanıyorum — iktidarda kim olursa olsun. Dolayısıyla, işte AKP gidecek, Erdoğan gidecek, hepimiz özgür olacağız vs…. böyle bir şey yok. Böyle bir şey yok. Tabii ki daha iyi olur; şu hâliyle gerçekten çok kötü bir durumdayız. Daha iyi olur; ama siz özgür, eleştirel bir şekilde görevinizi yaparsanız, gazetecilik görevinizi yaparsanız, iktidarda kim olursa olsun onu rahatsız edersiniz. Dolayısıyla hiçbir zaman biz gazeteciler için bu dünyada cennet yok. Öbür dünyada inşallah vardır.

“Mansur Yavaş’ın, Selahattin Demirtaş düzeltmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?” Düzeltmese daha iyi olurdu kendisi için diye düşünüyorum. Kazâra telaffuz edilmiş bir “inşallah” lâfını bile, “Hayır, ben onun için söylemedim” diye düzeltmesinin, düzeltme ihtiyâcı hissetmesinin çok mânîdar olduğunu söyleyeyim ve burada noktayı koyayım. Evet, yine sizlerin katılımıyla çok yoğun bir yayın yaptık. Çok teşekkür ediyorum. Umarım bir işe yaramıştır. Söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.