Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (130): Zincirlerin halkaları koparken | Bahçeli’nin sosyal medya çağrısı

“Haftaya Bakış”ta Ruşen Çakır ve Kemal Can, Sedat Peker’in iddialarını ve iddiaların yarattığı yankıları, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) lideri Devlet Bahçeli’nin sosyal medya çağrısı ve ekonomik krizin derinleşmesini değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba. 

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Bence bu haftanın en çarpıcı olayı Diyarbakır’daki o fotoğraftı. 28 yaşındaki Hakan Arslan’ın kemikleri 7 yıl sonra savcılık tarafından bir kutu içerisinde babası Ali Rıza Arslan’a verildi. Hakan Arslan, Diyarbakır Sur’da 2 Aralık 2015’te îlân edilen sokağa çıkma yasağından sonra gerçekleştirilen Hendek-Barikat Operasyonu’nda yaşanan çatışmalarda hayâtını kaybetmişti. Diyarbakır Barosu, teslim yöntemiyle ilgili olarak savcı hakkında Hâkimler ve Savcılar Kurulu’na (HSK) şikâyette bulundu. Daha sonra çeşitli kurumlardan da açıklamalar yapıldı. Biz bu konuyu Medyascope’ta haberleştirdiğimizde çok büyük bir ilgi gördü. Gerçekten insanlara dokunan bir görüntü. Ama yine de, tek tük de olsa, “Ne yani? Terörist. Hiç vermeselerdi daha iyiydi” gibi tepkiler de oldu. 7 yıl sonra yaşanan bir olay, ama Türkiye’de bir hakîkatin hâlâ geçerli olduğunu bize gösteriyor. Şu ya da bu şekilde hayâtını kaybetmiş bir kişiye gösterilen saygısızlık mı demek gerekiyor?

Kemal Can: Vicdansızlık, saygısızlık… Sen “tek tük yorumlar” dedin ama, o “tek tük” meselesi en az yaşanan bu olay kadar canımı sıkan bir şey. Çünkü bunların yapılıyor ve yapılmaya devam ediliyor olmasını mümkün hâle getiren, o “tek tük” dediğimiz, ama bâzıları bizim önümüze düştüğü için tek tük olan ya da bizim network’ümüzün dışında olan, daha geniş bir kalabalık tarafından söylenen ve tekrar edilen birtakım düşmanlaştırmaların, şeytanlaştırmaların, böyle bir resmin karşısında bile, ne vicdânen ne ahlâken ne hukuken bunun arkasında durulabilmesinin mümkün olmadığını düşünme noktasına varamayan bir zihniyetle yüz yüzeyiz. Bu ülkede toplu mezarlar oldu, asit kuyularına atılmış insanlar bulundu. Hâlâ çözülememiş, hiç de yeni olmayan, on yıllardır devam eden bir kayıplar sorunumuz var: Cumartesi Anneleri, senelerdir her cumartesi günü çocuklarının teslim edilmeyen cesetlerini, mezarlarını soruyorlar bu devletten. Bu devlet, böyle bir sâbıkayla mâlûl. Üstelik de bunun utancını yaşamak şöyle dursun, Cumartesi Anneleri’ne orayı yasaklamakla, burayı yasaklamakla, soruşturma açmakla uğraşıyor. 

Bunun arkasında, evet, bir devlet zihniyeti var. Bir derin hukuksuzluk var. Bir derin düşmanlaştırma, kutuplaştırma siyâsetinin sonuçları bunlar. Ama bir yandan da sıradan insanların, böyle bir fotoğrafın altına, bu fotoğrafın yer aldığı bir sosyal medya paylaşımının altına bu tür şeyler yazabilen, yazmayı geçtim, yazdığı şeyin son derece haklı olduğunu düşünen bir vasattan bahsediyoruz. Bu bence çok problemli bir şey. Evet, devleti bu hukuksuzluğun, bu korkunç ve kabul edilemez, vicdan ve hukukdışı tutumun parçası olan unsurlarıyla birlikte sorgulamak, hattâ yargılamak gerekir. Ama ekilmiş bu nefret tohumlarının toplumda yarattığı çürümeye de ciddî biçimde kafa yormak gerekir. Bunu mümkün kılan zemine kafa yormak gerekir. Çünkü bu zemini mümkün kılan en yukarıdan en aşağıya kadar herkesin, bu nefret ikliminin devâmına su taşıyan bir tutum içerisinde olduğunu görüyoruz. Ben, bu olayda karşımıza bir daha gelen bu resmin çarpıcılığı kadar, bu resmin altına yazılanların arasında istisnâî bile olsa bu tür şeylerin bulunabiliyor olmasının çarpıcılığını da koymak istiyorum.

Ruşen Çakır: Bu haftanın bir diğer öne çıkan olayı, biliyorsun Pazartesi günü burada Ahmet Şık’la yaptığımız yayında cereyan etti. Ahmet Şık artık, “Sen bana uğursuz geliyorsun” diye benimle dalga geçiyor. Çünkü ne zaman benimle yayına çıksa başına bir şeyler geliyor. Daha önceki yayınımızda, Kılıçdaroğlu’nun Alevîliği meselesi konusunda yaptığı açıklamalar gündem olmuştu. Şimdi de bu son yayında, “AKP kapatılmalı, yargılanmalı. Kapatılacak, yargılanacak” sözleri olay oldu. En son bugün, Cumhurbaşkanı, Ahmet Şık için, “O su katılmamış bir terörist. Seçimden sonra dokunulmazlığı kalkınca hepsinden yargılanacak” demiş. Ahmet de, “Seçimden sonra bağımsız bir yargıda kimin yargılanacağını göreceğiz” diye cevap vermiş. Her neyse… 

O yayının ses getirmesi tabiî ki normal. Kapatılma önermesi benim aklıma yatan bir önerme değil. Bunu yarın bir yayında uzun uzun ele almayı düşünüyorum. Ama sonuçta, Ahmet Şık’ın duruşu zâten belli. Bunlar ilk defâ söylediği şeyler değil. Çok farklı tepkiler geldi. İktidar çevrelerinden gelen tepki, aslında beklediğimden daha yumuşak. Yani yumuşak dediysem, tabii ki sertler, ama ilk başta Ahmet Şık’a o sözleri nedeniyle mânevî tazmînat dâvâsı açarak başladılar. Sonra belli ki cuma çıkışı Ahmet Şık’ın sözleriyle ilgili soruyu sordurtmuşlar. Erdoğan da o soruya hazırlanmış belli ki. Ömer Çelik’in de açıklamaları var. 

Ama esas, kendisini muhâlefette tanımlayan bâzı insanların söyledikleri var. Sanki şöyle bir yaklaşım var: Pişmiş bir muhâlefet aşı var, Ahmet ve onun gibiler bu aşa su katıyor, bulandırıyor ve birilerini uyandırıyor: “Şimdi böyle yapmaya ne gerek var? Sâkin gidelim. AKP seçmenlerinden kararsız olanların konsolidasyonuna yol açıyor” şeklinde bir yaklaşım var. Bir de yayını ben yaptığım için, bunu doğrudan bana yazıp söyleyenler oldu. Söyleyenlerin hepsi farklı bir profil. İsimlerini söylesem, senin de bir şekilde tanıdığın insanlar. “Ya, keşke bunu söylemeseydi, keşke sen bir şey yapsaydın” dediler. Benim yapacak bir şeyim olduğunu sanmıyorum. 

Bir de şöyle bir husus var: Hakîkaten ortada pişmiş bir aş mı var? Ahmet ve onun gibiler aşa su mu katıyor? Bir kere o pişmiş aş Altılı Masa’ysa eğer, zâten Türkiye İşçi Partisi o masada değil. Yani Altılı Masa pekâlâ, “Ya, bunlar zâten bizim yan yana gözükmediğimiz insanlar. Onlar söyler, ama biz sağduyunun sesiyiz” diyebilir. Bu sözün bu kadar etkili olabilmesinin önemli nedenlerinden birisi, muhâlefetin şu âna kadar izlediği bu “Aman ürkütmeyelim, sessiz olalım” yaklaşımının muhâlefetin içerisindeki belli kesimlerde artık kabak tadı vermiş olması. Ahmet, bunu biraz da ileri götürerek, bir anlamda birilerinin tercümânı oldu. Yoksa “Ahmet Şık söyler” deyip geçerlerdi. Ama bunun belli bir karşılığı olduğunu gördükleri için bir rahatsızlık var sanki. 

Kemal Can: Evet, bir de bu, konjonktürle de bağlantılı. Geçenlerde seninle yaptığımız programda da konuşmuştuk bunu galiba. Bu helâlleşmenin ayrılmaz bir parçası olan hesaplaşmayı bir tür yok farz etmek ya da bunu tek ayaklı hâle getirmek gibi bir yaklaşım var. Helâlleşme neyi içeriyor? Devr-i sâbık yaratmamayı içeriyor. Devr-i sâbık yaratmamak ne içeriyor? “Bu yaptıklarınızın hesâbını vereceksiniz” dememeyi gerektiriyor. Çünkü “Bu yaptıklarınızın hesâbını vereceksiniz” denirse, o hesap daha geniş anlaşılır ve kazanılmış her şeyin kaybedileceği, iktidârın kullanacağı bir iddiayı beslemiş olur gibi bir tez var. 

Ruşen Çakır: “Muhâfazakârları endîşelendirir.” 

Kemal Can: Endîşelendirirsiniz. İyi de, başkalarını endîşelendiren de şöyle bir şey var — yani Ahmet’in dile getirdiği şey: Bu kadar şey yaşandı. O zaman hepiniz sıraya girip, “Bunun hesâbını sorun” diye suç duyurularında niye bulunuyorsunuz? Hesâbı sormak için suç duyurusunda bulunurken, bunları yapanların bunun hesâbını vermesi gerektiği iddiası gibi, diğer bütün hukuksuzlukların, bütün baskıların, bütün haksızlıkların bir biçimde hesâbının sorulması gerekiyor. Hesâbı sorulmamış bir helâlleşmeden bahsedemeyiz. Bunun gerçek bir helâlleşme olması da imkânsız bir şeydir. Bunun adı sâdece sünger çekmektir, halı altına süpürmektir. Bunun adı gerçek bir barışma, gerçek bir helâlleşme, gerçek bir yeni durum yaratma anlamına gelmez. Dolayısıyla, birileri endîşelenecek diye susulmaya zorlanan şeyi yüksek sesle söyleyen büyük reaksiyon alıyor ve üstelik bu reaksiyonu da haksız bir şey söylediği için almıyor. Süleyman Soylu gibi reaksiyon vermiyorlar. Süleyman Soylu, “Hiçbir hukuksuzluk yapılmadı ki, neyin hesâbı sorulacak? Neyi yargılayacaksınız?” diyor ya? Yargılanınca, neyin yargılanacağı görülür. Zâten yargılama, suçlamanın ortaya çıkardığı, bütün sonuçlarıyla tartışılmasını mümkün kılacak bir zemini yaratmak. Dolayısıyla senin suçsuz olduğunu beyan etmen, yargılanmayacağın anlamına gelmez. 

Gelelim işin diğer tarafına: Burada söylenen şey, bunların olmadığı değil. “Bunlar olduysa da, şimdi bunların lâfını etmenin lüzûmu yok. Kimseyi tedirgin etmeyelim.” Bu olacak bir şey değil. Bu, başka bir endîşeyi tetikliyor. O da şu: “Bunların bütün yaptıkları yanlarına kâr kalacak. Hiçbir şey olmayacak. Biz yaşadıklarımızı sîneye çekip devam edeceğiz. ‘Devr-i sâbık yaratmayacağız’ diyeceğiz ve her şey devam edecek.” Bunu yüksek sesle söyleyince, sanki senin söylediğin gibi pişmiş aşa su katmış, oyunu bozmuş oluyor. O zaman oyun yanlış demektir. Eğer bozulan bir oyun varsa, yapılan haksızlıkların hesâbının sorulması gerektiği iddiası bir oyunu bozuyorsa, o oyun yanlış bir oyundur. 

Ruşen Çakır: Burada beni çok rahatsız eden bir husus var. Şimdi ona girersek diğer konulara zaman kalmayacak, ama açık şekilde söylemek gerekirse, Türkiye’de sağın sol karşısında üsttenci bir tutumu var. Onlara her şey müsâmahalı, ama solcular solculuk yaptığı zaman, “Olur mu bu kadar kardeşim!” diyorlar. Tamam, şimdi sol ve sağ birbiriyle rekabet hâlinde, mücâdele hâlinde, kavga hâlinde olsa anlayacağım. Hesapta, birlikte sistemi yeniden yapılandıracaksın; ama her türlü sol çıkışa, “Yok kardeşim, zamânı değil” diyorsun. Bütün her şey bir sağ söylem üzerinden ilerliyor. Şöyle bir şey: Solun sağa yanaşmasına eyvallah; ama sağın sola doğru meyletmesine, “Ne gerek var? Türkiye bunu kaldırmaz” diye ipotek koyuyorlar. 

Hesap sorma konusunu açtın, ilk defâ bir olay yaşanıyor. Tam hesap sorma değilse de kelleler gitti Kemal. Olacak şey mi? Sedat Peker bir şeyler söyledi; önce Korkmaz Karaca gitti. O zâten başlı başına ilginç bir karakter. Sedat Peker daha önce de onunla ilgili iddiaları dile getirmişti. Şimdi Korkmaz Karaca, hem AKP yönetiminden istifâ etti, hem de Erdoğan’ın danışmanlığından. Sonra diğer danışman Serkan Taranoğlu, Erdoğan tarafından görevden alınmış. Erdoğan, MYK toplantısından sonra sorulan bir soru üzerine, kendisini görevden aldığını söylemiş. Ankara temsilcimiz Hıdır Göktaş da bu iddiayı kesinleştirdi, değişik kaynaklar da yazmıştı. Artık haber doğru. Biliyorsun, bunlar için Resmî Gazete’de bir şey yayınlanması gerekmiyor. Ama sen demin yayına girmeden önce dikkat çektin, bugün Erdoğan yargı konusunda hiç de öyle, “Suçlu neyse cezâlarını çeksinler. Yargı her türlü şeyi yapsın” demiyor. Ne diyor? “O kadar da şey etmemek lâzım” diyor. Değil mi?

Kemal Can: Yanlış olmasın diye tam sözlerini okuyayım: “Birileri maalesef ülkemizin adâlet sistemini, nerelerle bağlantılı oldukları az çok tahmin edilen suç çetelerinin kirli oyunlarına kurban etmek için var gücüyle uğraşıyor. Karşımıza çıkan kim olursa olsun, böyle bir rezilliğe asla izin vermeyeceğiz”.

Ruşen Çakır: Yani “Sedat Peker’in söylediklerinden yargılama çıkmaz” diyor.

Kemal Can: İki anlamı var: Birincisi, “Biz bunun üzerinden bir arınma ya da bunu baz kabul eden bir tutum içerisinde olmayacağız” diyor. Yetmez, bence, yargının da bunun peşinden gitmesinin pek isâbetli olmadığını ve buna izin verilmeyeceğini söylüyor.

Ruşen Çakır: Çünkü kaynak olarak, “Kimlerle ilişkili olduğu belli olan birtakım yerler” diyor. Meselâ Sedat Peker’i kiminle işbirliğinde olmakla itham ediyor?

Kemal Can: Sonra barıştılar ama, Birleşik Arap Emirlikleri… 

Ruşen Çakır: Kadri Gürsel’le bugün yayın yaptık. Kadri de bu konuda, “Birleşik Arap Emirlikleri sâdece uygulayıcı. Daha büyük sâhipleri var” diyor. Herhalde ABD’yi kastediyor.

Kemal Can: Muhtemelen. Türkiye ile iktidar eşit olduğu için, iktidâra karşı olan bütün dış güçlerin bu işte dahli olduğunu söylüyor Erdoğan. Devlet Bahçeli de dün paralel bir açıklamayla, “Bu vesîleyle, değil arınma ya da bu tür suçlamaların soruşturulması, tam tersine, bunları ortaya çıkartan zeminin kapatılması gerek” dedi. 

Ruşen Çakır: Zemin de sosyal medya.

Kemal Can: Evet, sosyal medya. Buradan çıkarttığı sonuç bu. Bu hafta “Adını Koyalım”da da konuştuk. “Yeni bir durumla mı karşı karşıyayız?” meselesinin üç parametreyle cevâbı var: Yargı başka türlü davranırsa yeni bir durum olur. İktidar bu konuya başka türlü yaklaşırsa yeni bir durum olur. Millet, seçmen, muhâlefet bu konuya başka türlü yaklaşırsa yeni bir durum ortaya çıkar. Yargı ve iktidar, bu iki açıklamada gördüğümüz şekilde, çok da bu işe yeni bir şey muamelesi yapacakmış gibi bir refleks göstermiyor.

Ruşen Çakır: Çünkü bunu yaparlarsa, devâmının çorap söküğü gibi geleceğini biliyorlar.

Kemal Can: Evet. Görevden almalar, istifâlar oldu. Bunlar yeni bir durum. Çok hızlı oldu, tamam, ama ilk defâ da olmadı. Hiç olmamış gibi düşündüğümüz 17/25 Aralık’ta…

Ruşen Çakır: Tamam, ama bunun kadar olmadı.

Kemal Can: “Bunun kadar” dediğin, orada da beş tâne bakan gitmişti. Şunu söylemek istiyorum: Buradan sâdece birtakım istifâların olması, bunu bir durum olarak kabul ettikleri ve soruşturarak bundan arınacakları anlamına gelmiyor. “Siz bir ortalıktan kaybolun, bir görünmeyin” anlamına da gelebiliyor. O olayda bunu yaşadık. Hadi 17-25 Aralık’a kadar gitmeyelim; daha yakın zamâna gelelim. Yine Süleyman Soylu’nun, bu ülkenin İçişleri Bakanı’nın, bir televizyon yayınında söylediği, “Mafyadan düzenli para alan siyâsetçi” konusu ne oldu?

Ruşen Çakır: Yok. Hiçbir yerde değil. 

Kemal Can: Üstelik muhâlif biri ya da suç örgütü lideri diye etiketleyebileceğin birileri değil. Kendi bakanının televizyon yayınında söylediği iddia.

Ruşen Çakır: O milletvekiliyle Süleyman Soylu, eskiden bayağı gergindi. Şimdi yakınlaşmış gibi duruyorlar. Kader birliği ediyorlar yani. 

Kemal Can: Demek istediğim şu: Evet, bir çorap söküğü hâli var; ama bu sökükleri gizleyen, saklayan bir tutum alınarak, üstünün kapatılıp kapatılmayacağını henüz kestiremiyoruz. En azından iktidar ve yargının, bu konuda farklı bir tutum içerisinde olacağının işâretleri çok güçlü değil. Buna karşılık, muhâlefetin ve ortalama seçmenin, artık bu meseleye daha farklı bir muamele yapacağı ve bunu sürekli gündemde tutarak bir baskı hâline dönüştürüp dönüştürmeyeceğini de henüz bilmiyoruz. Hattâ daha ileri gittiler; şimdi bütün partiler suç duyurusunda bulundu. Hattâ suç duyurularını Sedat Peker’in eski iddialarına kadar geri taşıdılar. Kusura bakmayın ama sorarlar yani… O iddialar suçlama konusuysa, niye aylardır suç duyurularında bulunmadınız?

Bir de bu olayda çok daha fazla ortaya çıkan bir şey var: Muhâtaplarının ifâdelerinden anladığımız kadarıyla, aslında bunlar, evet, genel kamuoyu açısından gizli saklı, ortalığa dökülmüş çirkin, kirli ilişkiler ağı. Ama bu ifâdelerden, siyâsîlerin, bazı patronların, önemli bürokratların uzun süredir bildiği, parçası olduğu, içinde yer aldığı bir çark olarak işlediğini anlıyoruz. Bu iddialarda adı geçen ve bu ifşâların kaynaklarından biri olan şirketin sâhibi hanımefendi ne diyor? “Bu konuda çalışan 400 patron, bu işleyişten haberdar” diyor. “Adını Koyalım”da, Burak, “Bütün siyâsîler Ankara’da bunu konuşuyor” dedi. Üstelik, bu olayda ismi geçen devşirme isimlerin, daha önce sâdece AKP’yle değil, başka partilerle de çok yakın ilişkileri olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla bu çarklar hiç yeni değil. Herkesin bildiği, en azından içinde olanların bildiği ve bu zamâna kadar göz yumduğu şeyler.

İşin bu tarafını hiç konuşmadan, meselenin sanki, “Bir anda iki adam çıktı, bir dümen çevirdiler, hattâ bundan Erdoğan’ın da haberi olmadı ve birdenbire bunlar da görevden alındı, iş kapandı” olayına dönmesi, hiç de gerçek bir arınma ya da siyâsî bir sonuç olarak okunmaya uygun gelmiyor.

Ruşen Çakır: Demin Bahçeli’den bahsettin. Onu biraz daha ele alalım. Dün saat 15.00’te basın toplantısı yapacağını duyurdu. Ben de tam o sırada yoldaydım. “Yandık, şimdi önemli bir şey söylerse nasıl yapacağız?” dedim. Gazeteci refleksi var ya: “Yine erken seçim mi îlân edecek? O mu olacak, bu mu olacak?” diye. Bahçeli, bildiğimiz tonun dışında bir şey söylemedi, söyleyeceğe de benzemiyor. Bu arada, Twitter’da tek kelimelik tweet akımında Bahçeli’nin attığı kelimeyi biliyor musun? “Huzur”.

Kemal Can: Yok, görmedim.

Ruşen Çakır: Huzur… Devlet Bahçeli yine şikâyet ediyor. Ülkenin yönetiminde birinci derecede söz sâhibi, her istedikleri şeyi yapabilen bir iktidar var. Otoriterliğin artık son haddine vardığı bir iktidar var ve hâlâ sorunlar var. Hâlâ o sorunların geldiği yerleri kapatmak derdinde. Ne yapıyor? Konu nereden geliyorsa, onunla ilgili tweet atıp, “Zâten yasa tasarımız vardı. Oraya bir şey yapalım” diyor. Yani sorunu çözme değil de, sorunu görünür kılan yerleri çözme peşinde. Anayasa Mahkemesi’yle ilgili de böyle yapıyordu: “Kapatılsın!” Neden? Anayasa Mahkemesi arada sırada iktidârı rahatsız edecek kararlar alabiliyor. Yâhut da Kılıçdaroğlu’na ettiği lâflar var. Meselâ öğretmen meselesinde, öğretmen sorunundan bahsetmiyor. “Kılıçdaroğlu bilmem ne dedi, gününü görecek” diyor. İktidârın, bu tür işleri ilk yapan, en sert yapan, en kaba saba yapan lideri olarak duruyor. Erdoğan’ın bundan şikâyetçi olduğunu da sanmıyorum açıkçası.

Kemal Can: Evet. Ben yine burada birkaç kez söylediğimi hatırlıyorum. Zaman zaman “çatlak”, “ittifakta görüş ayrılığı” diye söylenen, birtakım yorumcuların böyle târif ettiği bir olay. Ama ben hiç öyle yorumlamıyorum. Tam tersi, bunun bir işbölümü olduğunu düşünüyorum ve senelerdir devam eden verimli bir işbölümü. Bu tür konularda Bahçeli, her zaman çıtayı koyan oluyor. Önden ve yüksekten bir çıta koyuyor. Dolayısıyla o çıtanın altında yapılan her türlü uygulama, yumuşama gibi algılanıyor.

Ruşen Çakır: İyi polis, kötü polis.

Kemal Can: “AKP tekrar fabrika ayarlarına dönüyor. AKP’de bu ittifaktan rahatsız olan çevreler var. AKP’nin toplantısında, ‘Dilimizi yumuşatalım’ önerileri geldi, çok kabul gördü” gibi noktaların altlığı oluyor. Diğer taraftan, muhâlefette çok sert ve keskin bir yüksek barajla hedefe kondukları için de, hedefte, asıl olarak iktidârın oy desteğini temin etmekle görevli olan, kısmen Erdoğan’ı koruyan, buna karşılık Bahçeli’nin de, muhâlefetle veya muhâlif olabilecek her türlü çevreyle –bâzen medyayla, bâzen tek tek insanlarla– doğrudan ön cephedeki çatışma ve düşmanlaştırma hattını bizzat yürüten öncü komutan rolü oynadığını görüyoruz. Dolayısıyla bu, son derece verimli bir işbölümü. Burada bir görüş farklılığı veya bir yaklaşım farklılığından çok, uyumlu bir ortaklık görüyorum. 

Sedat Peker hâdisesinde de, biraz önce okuduğum Erdoğan’ın açıklaması ile Bahçeli’nin basın toplantısındaki açıklamalarının aynı gün yapılmış olması, aslında ortak çerçevenin nasıl târif edildiğini de ortaya koyuyor. 

Ruşen Çakır: Bu arada Nureddin Nebati’nin tek kelimelik tweet’i de “ışıltı” biliyorsun. 

Kemal Can: İki kelime yazamadığı, “gözlerde” diyemediği için. Anlayan anlasın.

Ruşen Çakır: Gündemde yine doğalgaza ve elektriğe gelen zamlar var. Ekonomide bir rahatlama olacaktı. En son “Mart-Nisan’da rahatlama olacak” dendi. Bir ara Ekim ayıydı. Sürekli ayları öteliyorlar. 

Kemal Can: En azından bir yıl attı. Geçen yılın baharında rahatlama olacaktı. O, üç aylık periyotlarla, bir yıl uzadı.

Ruşen Çakır: Şöyle ilginç bir şey de oldu, sen yayından önce dikkat çektin. Kılıçdaroğlu bir tweet attı ve dedi ki: “Sakın ha! Zam yapmayın ya hu!”. Onun da tek kelimelik tweet’i “zam”. “Yapmayın” dedi ve zam geldi.

Kemal Can: “Aklınızdan bile geçirmeyin” dedi. 

Ruşen Çakır: Ve zam geldi. O klasik, önceden içeriden haber alıyor ve sosyal medyada duyuruyor. Kılıçdaroğlu, “Aklınızdan bile geçirmeyin” dedi, o aklından geçirdi mi bilmiyoruz ama yaptı. Bunu sosyal medyada söyleyince bir şıklık oluyor, ama rakamlar ortada. Bir yıl içerisinde yüzde kaç zam olmuş, asgarî ücretin beşte biri elektrik ve doğalgaz faturasına gidiyor. Acayip acayip, korkutucu rakamlar var. Sonuçta muhâlefetin “Aklınızdan bile geçirmeyin” demesi, Türkiye’de ekonominin rahatlamasını sağlamıyor ya da zamların yapılmasını engellemiyor.

Kemal Can: Zâten gündelik kullanımda da birine, “Sakın aklından bile geçirme” demek ne demek? “Seni buna pişman ederim” demek. Dolayısıyla onun gereğini yapman gerekir. Bunu o yükseklikte bir tepkiyle karşılaman gerekir. Evet, dediğin gibi popülist bir siyâsî dil olarak etkili bir şey. Biraz onun da altını doldurmak lâzım. 

Ben, bu zamlar, enflasyon, ekonomideki kötü gidişat üzerine, genel olarak muhâlefetin bir kısmının daha fazla ağırlık vererek üzerinde durduğu bu “hatâlı kararlar, liyâkatsiz yöneticiler eliyle ya da inatla yapılan yanlışlar” diye târif edilen ekonomik sorun meselesinin kendisini bayağı bir sorunlu görüyorum. Çünkü yine yakın bir zamanda, %7,5 büyümenin açıklandığı zaman, aynı zamanda millî gelirden çeşitli kesimlerin aldıkları paylar da açıklandı. Ondan evveli de var da, sadece son üç senede, emeğiyle, yani çalışarak, ücretle geçinenlerin millî gelirden aldığı pay %36’dan %24’e düşmüş. Yani 1/3 oranında azalmış. Her 100 lirasının 30-35 lirasını kaybetmiş. Ama yere düşürmemiş. O 30 lirasını almışlar, bu uygulanan politikalarla başka birinin cebine koymuşlar. Çünkü aynı şekilde, sermâyenin de bu oranda, yani %25 kadar kendi gelirini artırdığını, banka ve şirket kârlılık oranlarından görüyoruz. Dolayısıyla burada çok açık bir şekilde, kimi zaman hastalanıp insanların salgında ölmesi pahasına, kimi zaman iş cinâyetleri pahasına, kimi zaman yoksulluk pahasına, kimi zaman işsizlik pahasına dönen çarkların, birilerinden alıp birilerine verdiğini, birileri öğütürken birilerini beslediğini çok açık bir biçimde görüyoruz. 

Bu çarpıcı tablo karşısında, sâdece, “Kötü yönetimden kaynaklanmış birtakım hatâlarla yanlışlar yaşanıyor. Bundan dolayı da millet sıkıntı çekiyor” târifinin son derece sıkıntılı ve eksik olduğunu ve buradan çıkacak sonucun da çözüm içermediğini düşünüyorum. Dolayısıyla, tıpkı demin konuştuğumuz meseledeki, asıl olan süreklileşmiş, herkesin bildiği ve normal kabul ettiği, biri patlatana kadar da işlemeye devam eden o gayrimeşrû çarklar gibi, gayet meşrû dönen, Erdoğan’ın her toplantıda sürekli “Çarklar dönüyor” diye bunu bir başarı olarak anlattığı o çarkların nasıl döndüğünü de birilerinin anlatmaya başlaması lâzım. 

Ruşen Çakır: Esas olarak kimlerin döndürdüğünü…

Kemal Can: Kimlerin döndürdüğünü, bu çarkların arasında kimlerin öğütüldüğünü… Yani herkes küçülürken biz büyüdük de, kim büyüdü? Bunun cevâbının verilmesi gerekiyor. Meselâ senin söylediğin gibi, 1 yıl içerisinde sürekli 3 aylık yenilemelerle “Rahatlayacaksınız” meselesi… Hattâ, “Açın kombileri! Gaz da bulduk. Akdeniz’de bulduk, Karadeniz’de de bulduk!” dediler. Ama sâdece doğalgaz %100’ün üzerinde zam gördü. Yani iki katına çıktı. Bu, insanların cebinden alıp, başka bir yere taşınan parayı anlatıyor. Sâdece bir şeyin fiyatının artması, yok fâiz düştü, yok nass… Meselâ liyâkat meselesinde, Peker’in daha önceki meşhur ifşaatlarındaki krizden anlıyoruz ki, oradaki liyâkatsizlerin bir kısmını, bugün liyâkat üzerine çok ciddî eleştiriler yapan birileri atamış. 

Ruşen Çakır: O hikâye başlı başına ilginç. 

Kemal Can: “O zaman o adamlar liyâkatli miydi?” diye sorarlar. Tamam, liyâkat önemli bir şey de, her şeyi çözen sihirli formül değil. Liyâkatten başka bir sıkıntımız daha var. 

Ruşen Çakır: Solculuk yapmak ve olaya sınıf temelli bakmak gerekiyor. Ama sınıf temelli bakılmadığı zaman, bir yandan liyâkat üzerinden, bir diğer yandan da Sedat Peker gibi “beyaz atlı çete reisi” üzerinden yapmaya çalışan acı bir durumdayız. 

Kemal Can: Düşünsene, bir zamanlar kanımızla banyo yapmayı düşünen bir mafya lideri, Türkiye’nin arınması meselesini neredeyse kendi başına sırtlanmış gibi bir manzara var. 

Ruşen Çakır: O mesele çok ciddî. Ahmet Şık’la da konuştuk bunu. Ben de daha önce bir yayınımda değerlendirdim. “Sedat Peker’e nasıl bakmalı?” konusu başlı başına ayrı bir olay. Sonuçta, geçmişi, bunları niçin yaptıkları bir yanda, diğer yandan da, bu yaptıklarıyla kamu yarârına birtakım tartışmaları başlatıyor, gündem belirliyor. Böyle garip, insanı zorlayan bir durum… İktidar, “Bu kadar da sâhiplenemezler” dedi — ki ilk dönem böyle oldu. Muhâlefet çok topa girmedi. Ama şimdi muhâlefet harekete geçince, bu sefer, “Mafyacıya mı kaldınız?” dedi. Halbuki zamanında, o “mafyacı” dediği kişiler sâyesinde Erdoğan birçok şeyi kontrol ediyordu. Sedat Peker Rize’de miting yaptı hatırlarsan. Erdoğan’ın memleketinde nasıl miting yaparsın? 

Kemal Can: Zâten bunu Sedat Peker’in kendisi de söylüyor; onu nasıl bir misyon ve nasıl bir motivasyonla yaptığını söylüyor. İfşaatlarından biri o ve bence en çarpıcı ifşaatlarından biri bu. Kendi rolünü ifşâ ettiği kısımlar, aslında çarkın işleyişi açısından bize çok şey anlatıyor. Onları da söylüyor.

Ruşen Çakır: Evet. Bakalım bundan sonra neler söyleyecek, bu söyledikleri ne kadar etki yapacak? “Haftaya Bakış”ı noktalayalım Kemal. İzleyicilerimize de çok teşekkür edelim. Haftaya tekrar görüşmek üzere, iyi günler.

Kemal Can: İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.