Geçtiğimiz hafta Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Joseph Borrell, AB’nin dünyanın geri kalanı ile kuracağı ilişkiyi tanımlarken tartışmalı metaforlara başvurdu. Ona göre Avrupa “bahçe” iken Avrupa’nın ötesi “balta girmemiş ormandı” (jungle). Daha sonra kullandığı dil için özür dilese de konuşmasının içeriği konusunda geri adım atmadı. Bahçeden kastı, Avrupa’nın kurumlar ve kuralların hakim olduğu bir barış ve istikrar coğrafyası olmasıydı. Kuralsızlık ve şiddetin hakim olduğu, dünyanın geri kalanı ise “balta girmemiş orman”ı yani “jungle”ı andırıyordu.
“Jungle” sözcüğünü ilk kez çocukluğumda okuduğum bir kitaptan anımsıyorum. Kitabın adı 365 Gün’dü.Vietnam Savaşı sırasında Amerikan Ordusu’nda görev yapan bir askeri doktorun anı ve gözlemlerine dayanıyordu. O kitapta sıkça geçen bir sözcüktü jungle. Çocuk aklımla savaşla özdeşleştirmiştim jungle sözcüğünü kaçınılmaz olarak. Başka mecralarda ve farklı bağlamlarda sözcükle tanışıklığım arttıkça savaşla özdeşleştirme defteri en azından benim için kapanmış oldu.
Haber başlıklarında bahçe ve balta girmemiş orman metaforlarını görünce, AB’nin kendisini çevresinden yalıtmak için girdiği umarsız çabada ısrar edeceğine yordum. Bahçe ve balta girmemiş ormanı birbirinden ayırmak için kalın ve yüksek “duvar” örmekse muradı yeni bir şey söylemiyor diye düşündüm önyargıyla. Üstelik tam da yine o sırada AB’nin çevresindeki çitleri ve duvarları muhafazadan sorumlu Frontex’in hakka hukuka aykırı uygulamaları ortalığa saçılmıştı. Bir dönem “normatif güç” sıfatına layık görülen AB’nin yerleşik insan ve mülteci hakları normlarını hiçe sayan kurumu olarak kayda geçmişti. Frontex’in kural tanımazlığına en sert tepkiyi gösteren yine bir AB kurum olmuştu. Avrupa Parlamentosu, Frontex’in bütçesini onaylamayarak bu kurumun itibarına ağır bir darbe vurmuştu. Aslında iş göç ve göçmenlere gelince AB’nin kendisinin yerleşik normları ve “kural temelli düzenin” ilkelerini gözardı edebildiğini biliyoruz. 2016’da Türkiye ile imzalanan göç anlaşması aslında bu açıdan bir milad sayılabilir.
Gelelim Borrell’in muradına. Meğer Borrell duvarın işe yaramadığını teslim etmiş konuşmasında. Duvarın, balta girmemiş ormanın büyümesini durduramayacağını öne sürerek, dünyanın geri kalanı ile angaje olmadığı taktirde AB’nin işgale uğrayacağını ileri sürmüş. Bir adım daha ileri gidip AB’ye “uygarlaştırma” misyonu da biçse yeni sömürgecilik heveslerinin tezahürü olabilecek bir konuşma yapmış özünde. Ki Avrupa içinden kendisine bu tür eleştiriler yöneltilmiş zaten. Kimilerine göre bu Borrell’in ikinci patavatsızlığı. Daha önce de Ukrayna’da nükleer silah kullanması durumunda Rus ordusunun imha edileceğini ileri sürmüştü. Şu ana dek en şahin Amerikalı yetkililer bile bu denli pervasız konuşmamışlardı.
AB’nin bu aşamadan sonra dünyanın geri kalanına “bahar bahçe” ihraç etme imkanı kalıp kalmadığı bir hayli tartışmalı. AB’nin özellikle değerler savunucusu olarak kendine inşa ettiği “sivil güç” kimliğinin mevcut şartlarda sürdürülmesi zor. Kaldı ki şartların bugüne göre çok daha uygun olduğu dönemde bile Türkiye gibi adayların ya da komşularının AB normlarına göre dönüşümünü kolaylaştıramadı. Üstelik bu ülke kamuoylarında AB normlarını benimseme (yani Avrupalılaşma) iştahı bir hayli yüksekti. Borrell’in sözleri AB’nin hedef ve niyetlerini ne kadar yansıtıyor kestiremiyorum. Ama şurası açık: Dünyanın geri kalanına örnek olma, dönüşümü özendirme konusunda AB’nin itibarı ve imkanları geçmişe göre çok daha mütevazı. NATO’ya üyeliği pek gerçekçi olmayan Ukrayna’nın hiç olmazsa diye AB’ye tam üyelik için başvurduğuna şüphe yok. Ama “bahçe”nin sınırlarının Rus saldırısına uğrayan Ukrayna’yı kapsayacak biçimde genişlemesi bir hayli zaman alacak.
“Bahçe”nin hemen yanıbaşındaki Türkiye’nin durumuna gelince. AB üyeliği umudunun yüksek olduğu evrelerde, Türkiye kah köprü olarak tanımlandı kah model. Tüm bunlar Türkiye’nin üyeliğini AB için daha cazip kılmak için başvurulan kavramlardı. Aslında Borrell’in mantığından hareketle, Türkiye’nin kendine biçtiği rol AB’nin dünyanın geri kalanıyla daha iyi ilişki kurmasını kolaylaştırmayı öngörüyor ve hedefliyordu.
“Kötü mahalle”de yaşamaktan şikayet eden Türkler, Avrupalılar sayesinde mahalleyi güzelleştirmenin mümkün olduğunu ileri sürdüler. Pek ikna edici olmadı. Olamadı. Zaten Türkiye’nin kendisi zamanla mahalledeki diğer kötü komşulara benzemeye başladı. Bu kez Türkiye, Avrupa bahçesini dış etkilerden sakınacak bir yalıtkana dönüştü. Kimileri tampon ülke olduğunu da düşünüyor. Ama özellikle Arap Baharı sonrası uç veren göç sorunu bağlamında bir yalıtıcı işlevi görmeye gönüllü oldu Türkiye. AB’nin kötü şöhretli Frontex’i de en çok Türkiye ile Yunanistan’ı ayıran Ege Denizi’nde normları ve kuralları ihlal etti. Ege, bahçe ve balta girmemiş orman zıtlığının sınırına dönüştü.
Dünya yeniden kuruluyor. Bu doğru. “Batı çöküyor”, “Rusya zayıflıyor” ya da “Çin yükseliyor” gibi klişeler, geleceğe ilişkin öngörüler yaparken kolaya kaçmak aslında. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişiminin nasıl sonuçlanacağını kestirmek hala güç. Herhalde kahin olmak gerekiyor. Öte yandan bu dönüşümü kendini yenilemek için en başarılı biçimde kullanacak olanlar bir sonraki dünya düzeninin de kurucuları olacaklar. Yenilenme ihtiyacının hemen herkes farkında.
Ama henüz öne çıkan bir ülke yok, lider yok. Gelecekteki güç dağılımının anahtar ülkeleri iç meselelerle meşgul. Demokrasilerin çalkantı içinde oldukları göze çarpıyor. Başkan Biden liderlik konusunda hiç güven vermiyor. İngiltere’ye başbakan dayanmıyor. İtalya’da faşizm düpedüz hortladı. AB içinde Almanya ve Fransa arasında görüş ayrılıkları derinleşiyor. Otoriterliğin cazibesi, orta sınıfına sürdürülebilir refah sunma imkanı azaldıkça zayıflıyor. Rusya en başat örnek. Çin’de Şi Cinping iktidarını pekiştirse de tek adam yönetiminin iç ve dış sınamalarla zorlanması bekleniyor. İran’da rejimin meşruiyeti tarihin en düşük düzeyinde. Özetle ortada iyi örnek yok. Bu durumda ülkelerin saflaşması ve hizalanması için bir hayli beklemek gerekecek.
Türkiye’nin çevresinde ise ilginç bir saflaşma gözleniyor. İran’ın Rusya’ya silah sağladığı artık neredeyse kesin. Bu iki ülke kader ortaklığı yapıyorlar. İran, Azerbaycan konusunda ise Türkiye ile aykırı bir çizgide. Bu bölgede Türkiye, Azerbaycan ve İsrail hattı oluşmuş durumda. 2000’li yılların başında Türkiye için AB’den vazgeçip Rusya ve İran ile birlikte bir blok oluşturmayı önerenler olmuştu. AB üyeliği derin dondurucuda. Ancak Türkiye, Rusya ve İran ekseni de en az AB üyeliği kadar zayıf bir olasılığa dönüştü. Türkiye’nin yeni dünya düzenindeki konumu, büyük ölçüde siyasi rejim tercihine bağlı şekillenecek. Yani Haziran 2023’e dek bir yanımız “bahar bahçe” bir yanımız “balta girmemiş orman”.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.