Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Senem Görür yazdı: Doğrusunu bildiğimiz yalanlar – Netflix’ten Kral Charles güzellemesi

Kimilerinin tatlış nenesi, kimilerine göre kötü, sinsirella ve cadı kaynananın vücut bulmuş hali, kimilerine göreyse işine aşık bir kadın. Kimden mi bahsediyorum? Elbette 96 yaşında hayatını kaybeden İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’ten. Kraliyet Ailesi’ne takık olanlar bilir, Netflix’in daha önce de tartışma yaratan “The Crown” dizisinin beşinci sezonu 9 Kasım’da yayınlandı. Elizabeth’in ölümünden sonra, ben de dahil olmak üzere birçok kişi, yeni sezonda nelerin değişeceğini kara kara düşünüyor ve bekliyorduk. Öyle ya 73 yaşındaki “adam” sonunda bir iş bulmuş ve senelerdir gözü kaldığı tahta oturmuştu artık. Kral III. Charles olmuştu. Biz dizikolikleri de “Acaba Crown’da neleri değiştirtecek?” diye bir endişe sarmıştı. (Tek derdiniz bu olsun dediğinizi duyar gibiyim.) Ama haklıydık bu isyanımızda. Çünkü Netflix ilk kez 20 Ekim’de yayınladığı fragmana şöyle bir ibare eklemişti: “Gerçek olaylardan esinlenen bu ‘kurmaca’ drama…” Eee Buckingham’dan gelen baskılara dayanmak kolay değil tabii. Öte yandan eski İngiltere Başbakanı John Major ve Kraliçe’ye yakınlığı ile bilinen Oscar ödüllü oyuncu Judi Dench, diziyi “acımasız ve tarihin çarpıtması” olarak nitelendirmişti. 

10 Kasım öğleden sonra bir heyecan bir heyecan açtım diziyi izlemeye başladım. Her bölümde gözüme çarpan şeyleri not defterime karaladım. – Diziyi bitirince bi’ baktım ki sayfalar dolusu not almışım. – Şimdi bir kısmını sizinle paylaşmak ve bir beyin fırtınası yapmak istiyorum. Bu noktadan sonra biraz spoiler içerecek, ona göre. 

Dizinin beşinci sezonu 1991 ila 1997 arasını konu alıyor. Yani Kraliyet Ailesi’nin kaoslarla dolu yıllarını. Dizide Kraliçe’yi Imelda Staunton canlandırıyor. Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı’ndan alışık olduğumuz – hatta gözlerimizi ve kulaklarımızı kanatan -, Wizarding World’de bugüne kadar yazılan en sinir bozucu karakterlerden biriydi: Dolores Jane Umbridge. Doğruya doğru, ben alışamadım bu sezon kendisine. Fakat dizinin ilk iki sezonunda Kraliçe’yi canlandıran Claire Foy ile benzerliği dikkat çekiyor, özellikle seslerindeki tınılar. Kasta daha detaylı gireceğim ama Diana ve Elizabeth Debicki benzerliği de “Hadi canım!” dedirtecek cinsten. 

Dizinin ilk bölümünde 1953’lerin İskoçyası’na geri fırlatılıyoruz. İlk sezonda Kraliçe’ye hayat veren Claire Foy, Kraliyet yatı Britannia’yı denize indiriyor. Ve meğersem, Kraliçe’nin en sevdiği yerin, hayatını kaybettiği Balmoral Sarayı değil; Britannia olduğunu öğreniyoruz. Sonra da 1991’e geliyoruz. Kraliçe, eşi Edinburgh Dükü Prens Philip ve kardeşi Prenses Margaret, Britannica ile bir turdalar. Bu tur devam ederken The Sunday Times’ta bir haber çıkıyor. Haberde halkın büyük bir çoğunluğunun monarşiyi desteklemediğini, Kraliçe’nin tahttan çekilmesi gerektiğini ve Galler Prensi Charles’ın tahta geçmesini isteyenlerin sayısının giderek arttığını görüyoruz. Tabii haber Britannica’da büyük bir şok etkisi yaratıyor, herkes şaşkın. Bütün mürettebat ve yakınları köşe bucak Kraliçe’den saklıyor Sunday Times’ı. Çünkü herkes Kraliçe’nin üzülmesinden korkuyor. Üzülmeyen tek isimse Charles. Hatta başbakan ile gizli bir görüşme de ayarlıyor çakal. Görüyoruz ki dördüncü sezon da dahil olmak üzere boynu bükük, ailesinden dışlanan, Diana’ya sürekli “Beni anla” diye yalvaran Charles gitmiş; zeki, ileri görüşlü, hırslı, karizmatik, vicdanlı, annesine ve monarşiye muhalif biri gelmiş. Bi’ de utanmadan Dominic West gibi bir aktöre oynatmışlar zaten Charles’ı, sinirimiz iyice bozulsun diye mi yoksa yeni Kral’larına yaranmak için mi anlamadım gitti. Bölümdeki Ukrayna vurgusunun da altını çizmek lazım. Dizi bir kez daha, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinde Kiev’in en büyük destekçilerinden birinin de İngiltere olduğunu hatırlatıyor.

Neyse gelelim sonraki bölümlere. Muhammed el Fayed ve oğlu Dodi’nin hikâyesine bir koca bölüm ayrıldığını görmek beni biraz şaşırttı. Bölümün biraz bağlamdan kopuk kaldığı düşüncesindeyim. Fakat Muhammed el Fayed’in sosyeteye dahil olmak için attığı tüm adımlar, bir beyefendiye benzemek için Kral VIII. Edward’ın uşağı olarak görev yapan Sydney Johnson’ı yanına alması (ki Sdyney, Kraliyet Ailesi’nde görev yapan ilk siyah uşaktı) ve onunla kurduğu bağ, VIII. Edward’ın ölümünden sonra sırf Kraliçe ile görüşebilmek adına Paris’teki Villa Windsor’u 14 milyon dolar ödeyerek satın almasını keyifle izledim. Tabii şunu da düşünmedim değil: Acaba birileri El Fayed’e “Bak kardeşim, tüm bu servetin uğruna evladından olacaksın” dese, böyle bir işe kalkışır mıydı? 

Muhammed el Fayed ve Sydney Johnson. “El Fayed’i Devlet Bahçeli mi oynadı?” diye düşünebilirsiniz 😶

Dördüncü bölümde 1992 senesine gidiyoruz. Kraliçe’nin her şeyi üst üste yaşadığı ve tahttaki 40. senesine. Bana her zaman Prenses Margaret’e odaklanan bölümler çok daha anlamlı gelmiştir. Dizi bu bölümde bizi, Prens Margaret ve Albay Peter Townsend’in yaşadığı büyük aşka götürüyor. Hep, “Yazık ettiniz bu kadına” diye içimden geçirmişimdir. Bu bölümde de öyle oldu. Margaret içinde “hapsolduğu bu sistem” yüzünden ablasına isyan etti, isyanlarıyla benim böğrümü parçaladı. “Çok seviyordum. Peter benim güneşimdi, suyumdu. Ama onu benden aldınız” dedi, ben de izlerken televizyon ekranına bağırarak isyan ettim. Haklıydı çünkü Margaret, ikinci kadındı. Zaten tahta çıkma imkanı yoktu. Sevdiğiyle evlenmek istedi, “olmaz” dendi. Bu da yetmezmiş gibi sevdiği hiçbir şeyi de yapamadı. Bu bölümde Kraliçe’nin tek kızı Prenses Anne ile Margaret arasında bir benzerlik kuruyoruz. İki kadın da doğdukları bu sistemde kendilerine biçilen rolleri oynamak istemiyorlar, haklılar. Sistemin tepesindeki kişiyse yaşadıklarından ve yaşattıklarından pişman gibi. Ya da en azından ben böyle hissettim. Kardeşi Margaret’in konuşmalarını mıh gibi aklında tutmuş ve 40. yıl konuşmasına eklemiş, ilk defa duygularını paylaşmış ve yaşadığı 1992 yılına korkunç yıl anlamına gelen Latince “Annus horribilis” demiş, bunu da halkına anlatmaya çalışmıştı. Özellikle Windsor Kalesi’nin bir kısmının yanmasının ardından kalenin içinde duruşu ve yalnızlığı da benim bile içime işledi. Bir de eşi Philip’in kendinden giderek uzaklaşması ve kızı yaşında bir kadınla kurduğu ilişki de nenemizi çok etkiledi tabii.

Şimdi gelelim, Charles ve Di ilişkisine. Öncelikle “Eyy Netflix, bize ne izlettin?” demek istiyorum. Beşinci bölümde “Camillagate” ya da “Tampongate” skandalı olarak bilinen ve Charles-Camilla ikilisinin telefondaki konuşmalarının amatör bir radyocu tarafından kaydedildiğini ve bunun da daha sonra gazetelere manşet olduğunu görüyoruz. Bilmeyenler için Charles, burada Camilla’ya “Pantolonunun içinde yaşamak istiyorum, hatta şanslıysam tamponun bile olabilirim” diyor. Bu skandal ertesi gün boy boy gazetelerin manşetlerini süsleyince, şu anki Kralımız buna çok içerleniyor, röpteşambırlarını giyip bir gününü yatağın içinde geçiriyor derken 10 dakika sonra her şey rayına oturuyor. Çünkü “Aman canım, aşıklar onlar, siz hiç müstehcen konuşmalar yapmadınız mı?” diyerek olayın üzeri örtülüyor. Bir de Charles’ın başkanlık yaptığı National Trust Vakfı’ndaki faaliyetlerin ballandıra ballandıra anlatıldığını görüyoruz. Döneme ayak uydurmak isteyen ve yenilikçi Charles beyimiz, Trust Vakfı’yla çok sayıda gence yardım ediyor. Bu nasıl bir Charles güzellemesidir sayın Peter Morgan? Madem bu kadar liderlik vasfı vardı Charles’ta, koca İngiltere halkı neden göremedi?  

Tüm bunlar yaşanırken canım Diana ise BBC Panorama’da Martin Bashir’e verdiği röportajın etkisinde. “Bu evlilikte üç kişiydik, yani biraz kalabalık” diyen Diana’nın meşhur röportajı yayınlandığı gün dünya genelinde 15 milyon kişi tarafından izleniyor. Fakat gel gelelim röportaj yayınlanmadan önceye… Zaten Bashir’in bu röportajı yapmak için attığı 40 takla, söylediği yalanlar ve soruşturmanın bulguları ortada. Röportaj yayınlanmadan önce Diana, Kraliçe’ye gidiyor ve içtenlikle neden bu röportajı verdiğini, yalnız bırakıldığını, dışlandığını, anlayış gösterilmediğini anlatıyor. Kraliçe’nin verdiği cevapsa şu: “Bunları daha önce de her yerde bin defa söylemedin mi? Bana bir kere olsun konuşmak için geldin mi? Biz çok meşgulüz. Ben hep sana arka çıkıyorum, sen bu ailenin değerli bir üyesisin ve bunlar senin hüsnükuruntun” oluyor. Bu mudur cidden? Ne de güzel işlemişsiniz sayın senarist, Diana’nın sistem içinde kayboluşunun aslında Diana’nın suçu olduğunu (!) Sanki Charles hep ağırbaşlıymış da, “sümsük” Diana’ya maruz kalmış. Yer miyiz biz bunları? 

Bir de Diana’nın sürekli evliliğine takık davranması, ne yaptığını bilmemesi, içine kapanık olması, depresifliği, beceriksizliği derken; Diana’nın halk nezdinde bu kadar sevilmesine katkı sağlayan hastane ziyaretlerini de Dr. Khan’a aşık olduğu için gidiyor gibi işlemişsiniz. Acaba yeni Kralın gözüne girme çabası mı bu? Zaten 1,78’lik Diana’yı oynatmışsınız 1,90’lık Debicki’ye. Kadıncağızı izlerken benim boynum tutuldu. 

“İntikam” elbisesi içinde Diana’lar.

Diyeceğim o ki, The Crown benim için seyir keyfi çok yüksek dizilerden biriydi. Öyle ya, Kraliçe’yi de Buckingham’da patlamış mısırlarıyla birlikte Crown’u izlediğini hayal etmek komik geliyordu. Dizi, altı yıl önce izleyicisiyle buluştuğunda da bir dönem destanı hava yaratmıştı ve modern zamanla bağlantısı olan bir yapımdı. İnanılmazdı. 1952’de tahta çıkan Elizabeth, biz diziyi izlerken hâlâ tahtındaydı. Fakat bu sezon bir şeyler değişmiş gibi, dizinin kendisi de zamanı gelip geçmiş gibi hissettiriyor. Ne izlediğimizi çözemedim.  “Öküz öldü, ortaklık bozuldu” derler ya, herhalde öyle. 

Bir de aramızda kalsın, Kraliçe’de de kilo kompleksi varmış. Neneme de bunu yaşatan hayat bize neler yapmaz ki?

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.