Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (81): Seçimlere doğru Erdoğan’ın şapkasından çıkanlar

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2022 Dünya Kupası’nın açılış resepsiyonunda Mısır Devlet Başkanı Abdulfettah Sisi ile el sıkıştı.

Erdoğan’ın “darbeci” ve “katil” dediği Sisi ile görüşmesi muhalefetin tepkisini çekti.

Erdoğan’a destek veren MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise “Sayın Cumhurbaşkanımızın Mısır Cumhurbaşkanı Sisi’yle Katar’da kurduğu temas doğru bir temastır, bize göre arkası getirilmelidir. Bununla da kalınmamalı, Suriye Arap Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Beşar Esad ile de görüşme vasatı açılmalı, terör örgütlerine karşı ortak bir irade oluşturulmalıdır” dedi.

Erdoğan, bir kez daha Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile görüşmeye yeşil ışık yaktı.

“Esad ile görüşme olabilir mi?” sorusuna Erdoğan,”Eninde sonunda en uygun şartta adımlar atılır” yanıtını verdi.

İstiklal Caddesi’nde 13 Kasım’da düzenlenen, altı kişinin yaşamını yitirdiği ve 81 kişinin yaralandığı bombalı saldırının ardından 20 Kasım gecesi Suriye ve Irak’ın kuzeyine hava harekâtı düzenlendi.

Suriye’nin kuzeyine kara harekâtı düzenleneceği mesajını veren Erdoğan, “Karadan tepelerine ineceğiz. Tel Rifat, Münbiç, Ayn El Arab gibi çıban başı yerleri bir bir halledeceğiz” dedi.

Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, Adını Koyalım’da değerlendiriyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Ayşe Çavdar, BurakBilgehan Özbek ve Kemal Can’la yine bir konuyu enine boyuna konuşmaya çalışacağız. Bu hafta da, Erdoğan’ın özellikleson dönemde ülke dışındaki birtakım ilişkilerinin ya da faaliyetlerinin ya da operasyonların seçime muhtemel etkilerini ele alacağız. Arkadaşlar, merhaba. 

Kemal, önce seninle başlayalım. 13 Kasım’da İstiklâl Caddesi’ndedüzenlenen, bombalı terör saldırısının ardından,Suriye ve Irak’ın kuzeyine hava harekâtı düzenlendi. Buna karşılık, Suriye’den gelen havan saldırıları ve şimdi masada olan, Erdoğan’ın sürekli vurguladığı karaharekâtı ihtimâli var — ki öncelikle hedefin Kobane olacağı anlaşılıyor, olacaksa eğer. “Harekât olur mu olmaz mı?” sorusunu bir kenara bırakalım — bunları televizyonlarda “eli sopalı kişiler” anlatsınlar. Her “Adını Koyalım” yayınında seçim târihini yakınlaştırıyoruz. 6 ay mı kaldı, 7 ay mı kaldı hâlâ tam emin değilim. Sonuçta seçime çok az bir süre kaldı. “Bu operasyonlar seçimi nasıl etkiler?” diye basit bir soru soracağım. Ama aslında bu soru, hep konuştuğumuz, tartıştığımız bir husus. Erdoğan ülkeyi böyle sert bir şekilde olağanüstü şartlarda seçime götürmek ister mi? Tabiî ilk akla gelen hususlardan birisi de Suriye’ye harekâtı. Hava harekâtı yapıldı. Bunların siyâseten seçimlere doğrudan Erdoğan lehine etki edeceğini söyleyebilir miyiz?

Kemal Can: Geçen haftaki “Adını Koyalım”da Taksim saldırısı vesîlesiyle ve 2015 hatırlatması üzerine biraz konuşmuştuk bu konuyu. Ben pek çok nedenle, artık eskisi kadar böyle bir otomatik ilişki oluştuğu kanaatinde değilim. Daha önceki oturumda bunun hem fiilî gerekçeleri hem de bu meseleleri ele alış biçimine yaklaşımın böyle olmaması gerektiği konusunda epeyce şey söylediğim için bunları tekrar etmek istemiyorum. Ama şu sınır ötesi operasyon meselesi, evet, şimdi Taksim saldırısı ve sonrasında gelişen özel bir gündem gibi düşünülüyor, öyle konuşuluyor; ama hatırlayalım: Bu sınır ötesi harekât, Erdoğan’ın “Bir gece ansızın gelebiliriz” vaadi neredeyse iki senelik bir hikâye. Neredeyse iki senedir, o sınır ötesine her an bir operasyon yapılabileceği, zaman zaman Erdoğan’ın, vakti geldiğinde olacağını söylediği ve bir tür, bir yandan bir siyâsî vaat bir yandan çeşitli pazarlık masaları için bir koz olarak gündeme getirilen bir meseleydi. Dolayısıyla böyle birdenbire kendiliğinden ortaya çıkmış ve gelişmelerin yarattığı bir durum gibi görünmüyor bana. Bunun iç politikadaki karşılığı da böyle, dış politikadaki yansımaları ya da bunun hazırlanış süreci de öyle. Bunun, epeydir masada olan, iktidar açısından doğru zamanda, en “faydalı” biçimde ya da en az sorunla kullanılacak ve en yüksek faydayı sağlayacak biçimde tasarlanan bir proje olarak masada tutulduğunu biliyoruz. Bunu da böyle gizli bilgilere sâhip olduğumuz için değil, başta Erdoğan olmak üzere iktidar sözcülerinden sık sık duyduğumuz için biliyoruz. Buna ilişkin hazırlıkların yapıldığını bildiğimiz için bunu böyle değerlendiriyoruz. Ayrıca zâten sürmekte olan bir operasyon da devam ediyor. Şu anda sıfırdan bir sınırötesi harekâttan bahsetmiyoruz. Irak’a dönük uzun süredir devam eden, zaman zaman şiddetlenen, zaman zaman daha az haberin yansıdığı bir süreç zâten işliyor. 

Şimdi meselenin bu iç politikayla ilgili kısmına bakarsak, bu tür sınır ötesi harekâtların ya da güvenlik konseptinin öne çıkartılması veya seçmende veya siyâsî ortamın bütününde domine edici bir etki yaratması, güvenlik ve güvenlik endîşelerinin belirleyici olduğu bir atmosferin yaratılması, iktidârın tek başına becerebildiği bir şey değil artık. 2015’teki benzetmelerde kullanılan şey, iktidârın küçük manipülasyonlarla hem seçmen reflekslerini hem siyâsî atmosferi birdenbire başka gündemleri boğacak biçimde, güvenlik sorunları ile işgal ederek tercihleri ve refleksleri buraya sıkıştırma becerisi yüksekti — bunu kolayca yapabiliyordu. Yine o zamanlardan hatırlarsak, daha sonraki süreçte de, iki-üç füze atıp bunun sonuçlarıyla bâzı hamleler yapma söylentilerinin ya da böyle lâflar edildiğinin de duyulmuşluğu var. Ama geçen oturumda da söylediğim gibi, artık iktidârın bu yeteneğinin zayıfladığını, ayrıca bunun alıcısı olan çevrelerin, özellikle de seçmenin, bu konuda o kadar kolay harekete geçirilemediği fikrindeyim. Fakat zamânı gelince bu operasyonun yapılması ya da bu operasyonun zamânının ne zaman geleceğine ilişkin meselede, açıkçası diğer siyâsî aktörlerin ve özellikle muhâlefetin nasıl bir zemine hazırlandığı ve böyle bir süreçte nasıl pozisyon alacaklarıyla ilgili sürecin beklendiğini düşünüyorum.

Yine geriye giderek bakalım. Meselâ Gara Operasyonu sonrasında muhâlefetin takındığı tavırla, bugün takındığı tavrı görmemiz lâzım. Bu da, aslında bu hazırlık sürecinin, siyâsî ortamda bunun iç politikada daha etkili olarak kullanılması açısından daha elverişli bir zeminin beklendiği ve sanki bunun kısmî oluştuğu kanaatindeyim. Çünkü iktidârın, bu tür olayları, özellikle güvenlik meselesini öncelikli hâle getirmekte muhâlefete ihtiyacı var. Daha doğrusu, kendi attığı adımlara muhâlefetin vereceği tepkileri kontrol etmeye ihtiyâcı var. Bugün yapılan bazı grup toplantılarındaki konuşmalar, geçtiğimiz günlerde harekât başladıktan sonra yapılan açıklamalar, bize muhâlefetin, meselâ Gara Operasyonu’na göre daha farklı bir hatta oturduğunu düşündürüyor bana. Dolayısıyla iç politikadaki etkiler, evet, birdenbire seçmenin başka türlü reflekslere yönelmesi anlamına gelmeyebilir; ama bu, iktidârın bu enstrümanı kullanmakta biraz daha rahatladığını gösteriyor bize. 

Dış politik hamleler açısından baktığımızda, bu olaya ilişkin hem Rusya’nın hem ABD’nin, bu operasyonun gerçekleştirilmesiyle ilgili rezervlerini önemli ölçüde kaldırdıklarını, çok büyük bir baraj kurmadıklarını görüyoruz. Bu da, aslında bu konuda bir süredir bu meselenin çeşitli zeminlerdeki pazarlık masalarında önemli bir koz olarak masaya getirildiğini ve burada kısmî olarak Erdoğan’ın bâzı sonuçlar aldığını düşündürtüyor bize. Şimdi senin söylediğin gibi, o güvenlik uzmanlarının “Operasyon nedir? Neden oluyor, nasıl sonuçlanır?” kısmını bir kenara bıraksak bile, bu operasyona şu anda geçmişe göre çok daha az baraj koyan, rezervlerini oldukça geriye çekmiş Amerika ve Rusya’nın önemli ölçüde onay verdiğini, kapı açtığını ya da sessiz kaldığını görebiliyoruz. Bu, hani o “Bir gece ansızın” değil, “Zamânı gelince ve zamânı uygun olduğunda” meselesini daha önemli hâle getiriyor. İkinci turda konuşacağımız için çok detayına girmeyeyim, ama bu tablo, başlığımızda da olduğu gibi, Erdoğan birtakım tavşanlar filan buluyorsa, dış politikada bir zaman elini çok sıkıştıran, hattâ dış politikada sıkıştığı için dış politikayı kullanamaz hâle gelen ve hayat tarzı, LGBTİ, dindarlık-laiklik tartışması gibi son derece içe dönük enstrümanları kullanmakla sınırlı kalan iktidârın, yavaş yavaş, hem iktisâdî fayda olarak kendine birtakım kaynaklar oluşturma anlamında, hem çeşitli mecrâlarda kuvvetli bir aktör olarak yeniden sahneye çıkma anlamında biraz elini güçlendirdiğini, en azından böyle bir imaj vermeye uygun bir zemin yaratabildiğini gösteriyor. Yani içeride çok da bulunamayan, çok da etkili olmayan tavşanlara karşılık, yine dışarıdan ithal tavşanlarla bir “kuvvetli lider ve devam edecek iktidar” görüntüsü havası üretilmeye çalışılıyor.

Senin sorunda olduğu gibi, bu sonuç verir mi? Bu seçim sürecinde bunu biraz tırmandırarak biraz daha iyi bir pozisyon elde edebilir mi? Bu yine diğer aktörlerin tavrına ve bunun alıcısı olan seçmenin basîretine bağlı bir şey. Bunu da sâdece iktidârın hamleleriyle ölçemeyiz. Yani “O bunun için şunu yapıyor. Onu yaptığı için hemen de istediği sonucu alır” gibi bir varsayım çok doğru değil. Alabilir, ama bunu alabilmesinin koşullarının tartışırken diğer aktörlere de bakmamız lâzım.

Ruşen Çakır: Evet Burak, Kemal’in bıraktığı yerden devam edelim. Muhâlefetin tavrı –HDP hariç– genellikle şöyle — meselâ bugün Meral Akşener de grup konuşmasında aynı şeyi yaptı: “Türk ordusu kahraman, ama iktidar beceriksiz”. Ya da CHP’lilerin de söylediği: “Tabiî ki harekâtlar olmalı, ama politize edilmemeli; bunun politize edilmesine izin vermeyiz. Harekâtımızı ya da Türk ordusunun harekâtını siyâsî emellerinize âlet etmeyin”. CHP’de ve İYİ Parti’de bu perspektifte bir yaklaşım görülüyor — en azından benim gördüğüm bu. Bir diğer husus ise, içeride böyle bir zemin varken dışarıda da, aslında her ne kadar yarım ağız birtakım kaygılarını dile getirseler de, ABD ve Rusya’nın bir şekilde çok da îtiraz etmeyecekleri gibi bir hava var. Ne dersin?

Burak Bilgehan Özpek: Aslında muhâlefet partilerinin Gara pozisyonuyla, bugünkü operasyondaki söylemlerini kıyaslamamak lâzım. Çünkü Gara’da hükûmet adına bir başarısızlık hikâyesi vardı ve bu başarısızlığı örtmek için hükûmet, ertesi sabah muhâlefet partilerine saldırmaya başlamıştı. Aslında orada muhâlefet için başka bir çıkış yolu yoktu. Hükûmetin ve MHP’nin, büyük bir başarısızlığın ardından muhâlefet partilerini bundan sorumlu tutması hakîkaten çok mantıksızdı ve muhâlefet partileri ona bir cevap verdiler. Çok da iyi oldu. Hani hükûmetin her anlattığı dış politika hikâyesine inanılmaması ve dış politikada atılan adımların iç politikadaki diğer aktörlerin de bilgisine sunulması, yani kamusal müzâkerenin parçası olması gibi bir işin yolunu açtı. Hatırlarsanız, o çıkışların ardından Hulusi Akar ve Süleyman Soylu muhâlefet partilerini ziyâret edip bilgi vermişlerdi. 

Bizim gibi sistemlerde muhâlefet partilerinin iktidar tarafından muhâtap alınması çok önemli bir şeydir. Yani bu tip sistemlerin alâmet-i fârikası muhâtaplık meselesidir. Yani iktidar asla muhâlefet partilerini muhâtap almaz ve onlarla kamusal bir müzâkere süreci içerisine girmez. Hattâ şu günlerde bile, meselâ akşam televizyonları izlediğimiz zaman, muhâlefet partisi milletvekillerini görürüz, ancak iktidar partisi milletvekillerini görmeyiz. Bu tesâdüfî bir şey değildir. Bu sistemin, bu rejimin karakteri budur açıkçası. Gara’dan sonra yapılan çıkışlar sisteme, daha doğrusu hükûmete geri adım attırma konusunda çok başarılı oldu.

Aslında şu anda bir karmaşa var. Bugün CHP’nin de, İYİ Parti’nin de terörle mücâdele konseptine çok temel bir îtiraz getirmesini beklemiyorum. Bugün HDP’nin ya da daha özgürlükçü sol çevrelerin CHP ve İYİ Parti’den bekledikleri îtirâzı geliştirmeyecekler. Ancak, Taksim saldırısıyla ilişkilendirilerek başlatılan bu operasyon, açıkçası henüz daha hikâyesi yerine oturmamış, hikâyesi oluşmamış, netleşmemiş ve hükûmet içerisindeki aktörlerin basın organları üzerinden birbirleriyle mücâdelesine hâlen devam ettiği bir meselenin üzerine geldi. Dikkat ederseniz, biz bu süreçte, Emniyet’ten sızmalarla muhâtap olduk. Meselâ insan kaçakçılığı şebekesi meselesi var burada. 

Kemal Can: Burak, lâfını kesiyorum ama bir şey söylemek istiyorum. Evet, iktidar hikâyesini kuramıyor, ama sanki hikâyeyi bütünleyen başkaları oluyor; böyle bir tarafı var yani. Onu işâret etmek istedim. Onun tamamlayamadığı hikâyeyi sanki bütünlüklü bir hikâye varmış gibi karşılayanlar olunca, o eksik hikâye boşa düşüyor, önemsizleşiyor.

Burak Bilgehan Özpek: Doğru. Orada aslında hakîkaten dikkat çekilmesi gereken, muhâlefetin vurgulaması gereken konular var. Meselâ saldırganın Afrin’den giriş yaptığı söyleniyor. Süleyman Soylu Afrin’e işâret etti. Afrin’deki kontrolü sağlayan, istihbârâtı sağlayan birim belli. Ya da sınır geçişlerinin kontrolünü sağlayan birim de belli. Yani orada bir iç çatışma olduğu âşikâr. Lâfa böyle başlıyor Soylu. Bununla birlikte henüz daha durum belli değilken, Amerika Birleşik Devletleri’ni doğrudan itham ediyor. Sistemin içerisinde Amerika Birleşik Devletleri’yle diplomatik ve askerî ilişki kurmanın elzem olduğunu düşünen insanlar da belli. Ortada aslında bir sorun var. Bâzı fay hatları var ve bu fay hatları üzerinden ilerlenebilir. Dediğim gibi, biz sızmalarla muhâtap olduk. Bugün MHP ilçe başkanının bir insan kaçakçılığı şebekesi içerisinde olma ihtimâli konuşuluyor. Teröristin Türkiye’ye Afrin yerine İdlib’den girdiği söyleniyor, yani kendi ifâdesi bu. Karmaşık âile yapısı ortaya çıktı. Normalde biz bunları duymazdık. Hikâye çok net ve basit bir şekilde anlatılırdı. Ama bu sefer, hikâyeyi bir şekilde zayıflatan haberler kamuoyuyla paylaşılıyor ve bu başka bir soruna işâret ediyor: Birincisi, sistem içerisindeki aktörlerin koordinasyonsuzluğu ve birbirleriyle mücâdelesi. İkincisi, sınır geçişlerinin, böyle zâfiyetten dolayı değil kontrollü bir şekilde ve belirli aparatlar aracılığıyla kontrol edilmesi. Yani bu kaçakçılığın, aslında hükûmetle çok yakın ilişkileri olan insanlar tarafından kontrol ediliyor oluşu. Üçüncüsü de aktörlerin bu tip saldırılar karşısında bocalaması ve çok iddialı olduğu bir konuda ağır yara alması. Aslında hükûmetin iddialı olduğu alanlarda çok temel sorunları var. Bu sorunları sınır ötesi operasyon yaparak çözemeyiz.

Sınır ötesi operasyon, hani muhâlefet partilerinin îtiraz edemeyeceğini söylediğim terörle mücâdele konsepti, yeni bir şey değil. Türkiye Suriye’nin kuzeyini ilk defa bombalamıyor. Hava harekâtları tabiî ki olur. Bu, doğrusunun yanlışının ötesinde bir şeydir. Türkiye’nin terörle mücâdele konseptinde hava harekâtı yapmak vardır. Fakat hava harekâtları, intikam gibi ya da bu sınır geçişkenliği, insan kaçakçılığı ya da kime ait olduğu belli olmayan terör gruplarının bâzı kişiler tarafından kullanılması gibi konuları örtmek için kullanıldığı zaman muhâlefete burada bir oynama alanı doğuyor. Aslında oradaki temel mesele, yani bizim Taksim saldırısı ile muhâtap olduğumuz zaman konuşmamız gereken temel mesele, bu saldırıyı PYD’nin, PKK’nın yapmış olması ve hemen sınır ötesi operasyon yapmamız değil. Belli ki Suriye iç savaşından dolayı profesyonel bir operasyonel eleman pazarı oluşturulmuş, sınır geçişleri kontrollü bir şekilde bâzı insanlar tarafından yürütülüyor ve güvenlik birimleri arasında çok ciddî bir koordinasyonsuzluk var. Ve bunu örtmek için bir sınır ötesi operasyon yapıp ortalığı galeyâna getiriyoruz. O galeyan kültürünün içerisine girmemek lâzım. Muhâlefetin sürekli olarak, sâdece bu konuda da değil, ekonomi konularında da bâzen… Meselâ bâzı muhâliflerde görüyorum: “Reis doları 14 liraya düşürdü, bu işleri biliyor” gibi bir psikolojiye kapılıyor. Hayır. O galeyan psikolojisi, ortalığı büyük bir coşkuya boğarak bir şeyleri gizleme stratejisi, AKP’nin en eski politik araçlarından bir tânesi. Buna düşmemeleri lâzım. 

Ancak şu görüşe de katılmıyorum: Hükûmetin şu anda dış politikayı kullanma amacı 2018 seçimlerinden önce dış politikayı kullanma amacıyla aynı olmayabilir. Bu açıdan sonuçları da farklı olabilir. Çünkü 2018’deki Afrin operasyonuna baktığımız zaman, bu operasyonun tamamlanması, yani bir şehir merkezine Türk bayrağının dikilmesi, duygusal olarak tabiî ki halkı çok etkiledi. Fakat bununla berâber, iki çeyrek üst üste %7,4 büyüyen, enflasyonu %10 civârında seyreden, işsizliği idâre edilebilir bir durumda olan Türkiye vardı. O dönemde AKP ve MHP seçmeni ciddî anlamda bir cenneti yaşıyordu; hem ceplerinde para var, hem bir şehir merkezine bayrak dikilmiş, hem milliyetçi duyguları tatmin oluyor; cennet gibi bir şey. 

Fakat şu anda geldiğimiz durumda, 2018’de AKP’ye başarıyı hediye eden adımların sonuçlarını, yani Adalet ve Kalkınma Partisi’nin dış politikasının ekonomiye yarattığı etkileri yaşıyoruz zâten biz. Çok büyük bir enflasyon var, insanlar yaşamakta zorlanıyor ve gündemleri kesinlikle ekonomi ve terör gibi konular olamıyor; başka konulardan konuşuyorlar. Dolayısıyla şu anda hükûmetin bu operasyonu yaparken asıl amacı, birincisi, kendi içerisindeki sıkıntıları çözmek. Kendi içinde birbiriyle çatışan kliklerin olduğu düşüncesindeyim. Bunun hızlı bir şekilde üstünü kapatmak ve bir hikâye oluşturup devam etmek. İkincisi de, bu yeni oluşan dış politika konseptiyle, yani Sisi ve Esad’la barışma meselesinde, orada yeni bir pozisyon belirlemek. Özellikle bu Suriye operasyonunun iç politikaya yansıması bu açıdan sınırlı olacaktır. 

İç politikaya yansıyacak taraflar, hükûmetin dış politikasında, meselâ Sisi ile görüşmesi olabilir. Çünkü Sisi ile el sıkıştıktan sonra, Suudi Arabistan Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’na 5 milyar dolar para yatırdı. Bunların birbiriyle ilişkili olduğunu düşünüyorum. Ve 5 milyar dolar demek, doların bir süre daha bu seviyede kalması, dolar enflasyonunun kontrol altına alınması ve Erdoğan’ın daha konforlu bir alanda seçime girmesi demek. O yüzden, ben asıl meselenin, Erdoğan’ın duyguları kontrol etmekten ziyâde ekonomiyi kontrol etmesi olduğu kanaatindeyim. Erdoğan ekonomi konusunda daha hassâsiyet sâhibi ve atacağı adımların ekonomiye etkisi üzerinden hesaplamalar yapacaktır. Suriye politikası, şu aşamada Erdoğan’ın dünyasında, Rusya’nın Türkiye’den alacağı doğalgaz ödemelerini bir sene ötelemesiyle ilişkilendirildiği zaman bir anlam ifâde eder. Ya da Sisi ile el sıkışması, Suudi Arabistan’la yapılacak bir swap anlaşması üzerinden anlam kazanır. O bakımdan benim, milliyetçiliğin köpürmesi ya da millî güvenlik kültürünün yeniden uyandırılması ve bunun üzerinden bir seçim psikolojisine girilmesi gibi bir beklentim, açıkçası ekonomi üzerine yapılacak analizlerin ve oradan beklediğimiz sonuçların biraz daha gerisine düşüyor.

Ruşen Çakır: Ayşe, seninle devam edelim. Şunu da eklemek istiyorum: Yayına girmeden önce, yanılmıyorsam Gazete Duvar’da bir kulis haberini okudum: HDP, “Eğer muhâlefet bu savaş politikalarını desteklerse, aday kim olursa olsun oy vermeyiz” diyormuş. Yani ne derece doğru bilmiyorum, ama bakılınca hiç de şaşırtmayan bir haber olarak karşımıza çıktı. Dolayısıyla olayın bir de böyle bir boyutu var. Çünkü cumhurbaşkanı seçimini kazanması için, her iki tarafın da HDP oylarına ihtiyâcı var. Ya yanına almak ya da en azından nötrleştirmek gibi. Böyle bir boyutu da olabilir. Ama daha genel olarak, sence, konuştuğumuz bu Suriye meselesinin seçimlere etkisi ne ölçüde var, ne ölçüde hesaplar tutar ya da tutmaz?

Ayşe Çavdar: Ben bu defâ, başlatılan operasyonun ne iknâ edici ne de galeyâna getirici bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Yani yansımaları öyle. Meselâ Erdoğan’ın Katar’da Sisi ile el sıkışmasından da bugün neredeyse bütün yandaş medya diyeyim, oradaki bütün yazarlar bundan bahsetmişler. Ya hayal kırıklığıyla ya da “Ne yapalım? Böyle olacak tabiî. Realite var karşımızda” diye bahsetmişler. Ama sonuçta, bundan bahsetmişler. Operasyon o kadar da gündemlerinde değil. Bugün operasyonun başladığı üçüncü gün mü, dördüncü gün mü tam olarak hatırlamıyorum, orada bile harâret sönmüş vaziyette. 

2015’ten beri operasyonlar Erdoğan’ın iki işine yarıyor. Bir tânesi, bir sürü şeyler oluyor, kendisinin politikaları iflâs etmiş oluyor meselâ, öyle bir durumda kendi taraftarlarına, başkalarını her konuda susturabilecekleri bir argüman vermiş oluyor. Sokakta Erdoğan’ın işine yarıyor bu. Çünkü ekonomi kötü gidiyor, dış politika kötü gidiyor, kurumlar kötü gidiyor, bir sürü adâletsizlik var. Sokakta insanlar birbirleriyle bu siyâsî tartışmayı yaparken, “ama terör, ama beka” diyebiliyor. Ve oradaki galeyan her şeyin üzerini örtebiliyor. Fakat dikkat çekici bir biçimde, bu operasyonun o galeyan süresini artık arzu ettiği kadar ona sağlamadığı anlaşılıyor. Ben o yüzden meselâ kara harekâtının yapılacağından o kadar da emin değilim. Eğer böyle bir etkisi olmayacaksa, kara harekâtını yapmayacaktır.

Bu operasyonların ikinci bir yarârı, muhâlefetin, onun arzu ettiği, kendisinin belirlediği bir hizâda sıralanmasını sağlaması ve böylece, bu konu üzerinden bile olsa, hem içeride hem dışarıdaki “izleyicileri”ne, muhâlefetin de desteğini bir şekilde aldığını göstermesi. Bunu ikinci bölümde dış politika meselesinde ayrıca konuşuruz. Muhâlefet, hem içeriye hem dışarıya, bu konuda Erdoğan’la hemfikir olduğunu, politikasını desteklediğini, sunumda birtakım sorunlar gördüğünü ama özünde bu hikâyenin doğru olduğunu, dolayısıyla ana muhâlefet olarak iktidârı desteklemekte olduğunu, başka bir şey de önermediğini her seferinde söylemiş oluyor. Nitekim Akşener’in bu sabahki konuşması öyleydi. Hikâyenin kurgusu, Burak’ın söylediği gibi gayet açıklar vermiş vaziyette. Birtakım sızıntılarla, ifâdenin ortaya çıkmasıyla bir hayli açık vermiş durumda. Bu hikâyeyi yalanlayan objektif birtakım şeyler çıkmışken, Akşener, “Kobane’den emir alıp, Türkiye’ye Afrin’den giren…” diye koydu hikâyeyi.  Dolayısıyla “Biz bunu böyle yapardık” diye söylemiş oldu. Hattâ “Devletin güvenlik kapasitesinin artırılması gerekiyordu” dedi. Yani devlet zâten bir güvenlik devletine dönüşmüş vaziyette. Bu konuda da hemfikir. Yani devletin güvenlik devleti olarak devam etmesi konusunda hemfikir. Geriye anlaşamadıkları pek bir şey kalmıyor. Geriye, ekipler arasındaki liyâkat farkları kalmış oluyor.

 Dolayısıyla Erdoğan’ın operasyondan ilk murâdı, halkı galeyâna getirmek ve böylece iktidarın hatâlarını, yanlışlarını, başarısızlıklarını görünür hâle getirmemek gibi bir işe yaramıyor. Bunun, Burak’ın da söylediği bir sebebi var. Çünkü bu mevzû ortaya çıktığında, iktidar içerisindeki taraflar bir şekilde birbirlerinden ayrı düştükleri noktaları açığa çıkarıyorlar. Dolayısıyla, bu konuda iktidârın bir işine yaramıyor. En azından, eskiden yaradığı kadar yaramıyor. Halkı galeyâna getirmek ve taraftarlarının ağzına, sokakta karşılaştıkları argümanları susturacak birtakım kelimeleri vermek anlamında işine yaramıyor. Ama buna rağmen, ana akım muhâlefeti kendi belirlediği bir hizâda sınırlayıp tutmak ve onların da onayını aldığını kamu âleme göstermek anlamında, hâlâ işini görüyor. Bu da zannediyorum ki mevzûnun niye hâlâ kullanışlı olduğunu ve bu siyâsetin hâlâ neden varlığını sürdürdüğünü ortaya koyuyor.

Son bir şey söyleyeceğim. Bunu da ikinci bölüme girizgâh anlamında söylemiş olayım, sonra oradan devam ederim. Ben Erdoğan’ın, harekâtın kendisini değil bu harekâtta Rusya’nın ve ABD’nin en azından toleransını almış olmasını bir güç gösterisi olarak kullandığını düşünüyorum. Katar’daki sahneler de bu argümanı biraz onaylıyor sanki. 

Söylemeye çalıştığı şey şu: Operasyonu yapabiliyor olmak değil, operasyonu yapmanın kendisi değil, ama 2 yıldır gündemde olan ve yapamadığı operasyonu, en nihâyetinde şu anda, seçime şu kadar kala, hem ABD’den hem Rusya’dan onay alarak yapmasının bir güç gösterisine dönüştüğünü, bu sabah kendi gazetelerini taradığım kadarıyla da söyleyebilirim. Bu enteresan bir şey. Bunun enteresanlığı şuradan geliyor: Ana akım muhâlefetin Erdoğan’a terörle mücâdele konsepti üzerinden destek veriyor olması, sâdece içeride değil dışarıda da muhâlefetin bir muhâtap olarak belirmesinin önüne geçiyor. 

HDP sorusuna da cevap vereyim. Ne yapsınlar? Ana akım muhâlefet bu haldeyken, HDP “Altılı Masa’nın adayı her kimse destek veriyoruz” dese bile, HDP seçmenini, HDP’nin kendisi bile buna iknâ edebilecek durumda değil. Dolayısıyla elbette kendi adaylarını çıkarmayı düşüneceklerdir. Zâten böyle bir eğilim de ne zamandır vardı. Emek ve Özgürlük İttifâkı’nın kurulması süreci de buna denk geliyordu. Sonuçta Emek ve Özgürlük İttifâkı’nın, ana akım muhaâlefet ve Altılı Masa’nın sürekli Erdoğan’ın belirlediği hizâda durmasının önüne geçmek gibi bir amacı da vardı. Orada eşitler arası bir müzâkere ortamı sağlamak gibi bir amacı vardı. Ama Altılı Masa bunu dikkate almıyor. Altılı Masa bütün siyâsetini, Erdoğan’ın zâten kemikleşmiş kitlesini iknâ edecekmiş gibi bir yere kilitlemiş vaziyette. Bu pratik esnâsında Erdoğan’ın kitlesine de şöyle görünüyor: Altılı Masa, ahâliyi, seçmeni, muhâlefet seçmenini değil, Erdoğan’ın kendisini iktidar olabileceğine, ondan sonra Türkiye’yi idâre edebileceğine, onun politikalarını devam ettirebileceğine iknâ ederek iktidarı almaya çalışıyor. Yani ahâlinin, seçmenlerin dâhil olduğu bir seçimden değil de sanki temsilini Erdoğan’ın tekeline aldığı devleti iknâ ederek bir şekilde iktidâra gelebileceklerini düşünüyorlar. Bence Erdoğan’ın en büyük başarısı ve önümüzdeki dönemde de muhâlefetin en büyük handikapı bu olacak. Seçimi tamâmen bir tarafa bırakıp, devleti ve Erdoğan’ı iknâ etmeleri gerekirmişçesine bir siyâset izlemeleri — özellikle bu konuda. Çünkü bu konu Erdoğan’ın en kolay onların tuşlarına basabildiği konu ve ne yazık ki burada asla sekmiyorlar.

Ruşen Çakır: Kemal, ikinci tura yine seninle başlayalım. Erdoğan, Katar’da Dünya Kupası’nın açılış resepsiyonunda Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile görüştü. Önce sâdece bir tokalaşma fotoğrafı çıktı, ama aynı zamanda konuştukları da yansıdı — kendisi de söyledi zâten. Şimdi de Esad’la da görüşmenin olabileceği yolunda konuşuluyor — ki bu ne zamandır söyleniyordu zâten. Daha öncesinde, Suudi Arabistan Veliaht-Prensi Muhammed Bin Salman’la,  Birleşik Arap Emirlikleri ile, İsrail Cumhurbaşkanı ile görüşmeler oldu. “U dönüşü” dediğimiz şeyler devam ediyor. Bunların nasıl bir anlamı var? Meselâ bugün Meral Akşener grup toplantısında bir video gösterdi. Erdoğan’ın Sisi ve Mursi hakkında söylediklerinden bir video kolaj yapmışlar — ki çoğunu biliyoruz. Yakın bir zamâna kadar Erdoğan’ın söylediği, “Katil Sisi”, “Ben ona meşrûiyet vermem” gibi sözleri üzerinden, “Dün böyle diyordun, bugün bunu yapıyorsun. Tükürdüğünü yalıyorsun” gibi eleştiriler var. Neredeyse bütün partiler bunu yaptı. Sisi ile tokalaşma fotoğrafı üzerine peş peşe aynı minvalde eleştiriler geldi. Ama Erdoğan bundan çok da etkilenmiyor gibi davranıyor. “Tamam, döndüysem döndüm. Diplomaside sonsuza kadar düşmanlıklar dostluklar yoktur” diye normal bir şeymiş gibi anlatıyor ve herhalde turpun en büyüğü de Esad olacak. Tahmin ediyorum bu da seçimlere kadar olacak. Peki, bunlar niye hiçbir şeyi bozmuyor? Ya da bozuyor da biz mi görmüyoruz? Erdoğan’ın aleyhine sonuçlar doğurduğuna dâir herhangi bir şey yok ortada. Ya da lehine ne doğuruyor? Erdoğan’a ne getiriyor bunlar? Burak’ın ilk bölümde söylediği ekonomik kaygılar hikâyesi daha öne çıkıyor sanki burada.

Kemal Can: Bizim görüp görmediğimiz meselesi galiba çok önemli değil. En azından kendi açımdan şunu söyleyeyim: Ben, Erdoğan’ın ve genel olarak bu iktidârın, ne içeride ne dışarıda, tutarsızlıktan bir zarar gördüğünü görmedim. Bundan hayret etmiyorum, ama hayret ettiğim bir şey var: Birilerinin hâlâ bu tutarsızlıktan bir şey çıkacağına ilişkin varsayımlara tutunmaları — beni şaşkınlığa düşüren şey bu. Erdoğan’ın devlet yönetimi yaklaşımından, ekonomi tercihlerine kadar hemen her alanda… Meselâ bundan 2 yıl önce ekonomi konusunda toplam 3-4 ay içerisinde nasıl birbirinin zıttı hamlelere yine kendi onayıyla girdiğini ve her birinde de sonuçta doğru karârı veren biri olarak buradan çıkabildiğini, bunu böyle sunabildiğini gördük. Dış politikada ise “One Minute”ten, Filistin’e insânî yardım için giden Mavi Marmara gemisiyle ilgili “Benden mi izin aldınız?” demesine kadar; Rusya’yla girilen ve ciddî şekilde asker kayıplarına yol açan, açık bir çatışmanın yaşanmasının sonrasında karşılıklı restleşmelerden, “Tâlîmâtı kim verdi? Rus uçağını kim düşürdü?” yarışından sonra, Putin’le su sızmaz ahbaplığa ve Şanghay Beşlisi’ne giden yolculuğa, oradan Avrupa ile ilişkilerdeki zikzaklara ve bugün gelinen noktaya, Sisi’si, Esad’ı şusu busu… Erdoğan bunların hiçbirinde süreklilik ve tutarlılık üzerinden bir etkinlik ve güç târifi yapmadı zâten. Tam tersine, bu hareket kabiliyetini, kendi gücünün ve yeteneğinin işâreti olarak sundu. Ve açıkçası bunun alıcısı da bunu böyle kabul etti. 

Şu bahsettiğin videolardan yüzlerce üretmek mümkün. Daha önce Saadet Partisi yaptı. Bahçeli için yapıldı, ekonomi konusunda yapıldı, dış politikada envâi çeşidi yapıldı. “Bir öyle dedi, bir böyle dedi.” “Dün dündür bugün bugündür.“ “Neler oldu neler bitti.” … Bunların hiçbirinin bir karşılığı yok, çünkü bunların karşılık üreteceği çevrelerde bunun bir anlamı yok. Erdoğan birtakım alanlarda sonuç alabiliyor mu? Orada etkili bir aktör olarak kendini kabul ettiriyor mu? Birtakım güç merkezleri ve ortalama seçmen kısmen belki buna bakıyor olabilir. Ama Erdoğan’ın tutarlı ve süreklilik arz eden bir çizgi yürütüp yürütmediği, açıkçası Erdoğan’ın desteğinin içerisinde yüzde 1’lik bile bir önem taşımıyor. Dolayısıyla bunu bir zaaf olarak, onun bir zayıflığı olarak, üstüne yüklenilecek bir açık olarak değerlendirmenin artık hiçbir anlamı yok. Tam tersine, bu kadar yalpalamanın ne zarar verdiği, buna karşılık, aslında ne yapılması gerektiği söylenebilir. Ama bu konuda bir alternatif, süreklilik ve tutarlılık arz eden bir dış politika perspektifi olmayan birilerinin, sürekli Erdoğan’ın çeşitli zamanlardaki manevralarını, o manevra yapılmadan önce de eleştirip, yapıldıktan sonra da, meselâ Sisi’yle kavga etmesini de barışmasını da eleştirdiğimizde, onun tutarsızlıklarını eleştiri malzemesi olarak tâkip etmek, aslında sizi de zorunlu bir tutarsızlığın içine sürüklüyor.

Avrupa ile ilişkiler, Rusya ile ilişkiler, ABD ile ilişkiler, Ortadoğu ile ilişkiler, Suriye ile ilişkiler gibi her konuda, onun tutarsızlığını tek muhâlefet malzemesi hâline getirirseniz, onun yaptığı bütün manevraları tâkip eden tutarsız bir yığına siz de sâhip olursunuz. Muhâlefetin düştüğü açmaz, hiçbir etkisi olmayan bir muhâlefet kurmak, dış politika konusunda iktidâra muhâlefet kurmakla birlikte, aslında kendisinin de sağlam bir alternatif oluşturamamasının gerekçesi hâline gelir. Böyle bir sorunla karşı karşıyayız. Beni birazcık şaşırtan ve hayrete düşüren taraf bu açıkçası.

İlk turda Burak’ın değindiği gibi, bu meselede, bu hamlelerin, dış politikadaki etkinlikten çok, yine bildiğimiz esnaf siyâsetinin, yani “Bundan benim ne menfaatim var?” aklının eseri olduğunu görüyoruz. Şu anda Türkiye’ye kaynağı bilinmeyen biçimde büyük bir sermaye transferinin, kaynağı bilinmeyen bâzı kaynakların aktığını, daha fazlasının gelebileceğini, bu ilişki zeminlerinden hep böyle küçük küçük, akmasa da damlayan, damlamaktan biraz daha ileri giden bir sürecin devam ettiğini ve aslında dış politikada büyük bir tıkanmışlık ve bunun da ekonomiye çok sert yansımaları olacağı varsayımlarını yumuşatan, iktidârın elini, hattâ normal ekonomik ilişkilerden daha da rahat bir fütursuzlukla kullanabileceği, özellikle de bu seçim sürecinde kolayca kullanabileceği kaynakları devşirmeye yaradığını anlıyoruz. Bunun gizli taraflarına çok hâkim olmasak bile, hemen herkesin işâret ettiği bir durum, birtakım kaynağı belirsiz bir akış var. Ve bunların bu gördüğümüz tutarsızlıklarla bir ilişkisi var. Yani Suudi Arabistan’dan Mısır’a, Rusya’dan Amerika’ya kadar. 

İşin böyle yürüyen tarafında, Erdoğan, bu tutarsızlıklar üzerinden bir zâfiyet, bir beceriksizlik, bir yenilgi değil, tam tersine bir yetenek ve yine avantajlı çıkan bir hikâye üretmeyi beceriyor. Benzer bir şey ekonomide de oldu: Ekonomide, tutarsızlık ve akıldışılık ya da ekonominin kurallarına aykırı davranış üzerinden kurulan muhâlefete, “heterodoks ekonomi” diye uyduruk bir hikâye üretmesine, en başarısız olduğu şeyi bir hikâyeye dönüştürmesine yaradı. Bununla bir fayda sağlayamadı, ekonomideki sorunlarını çözemedi; ama ekonomideki sorunların yaratacağı hasârı kontrol etme imkânını ve daha politik bir baraj kurmasını sağladı. Ne oldu bu baraj? “Evet, bütün dünyada bir zorluk var…” Burada farklı bir yol izleyen, bütün o popülist dile uyan başka bir şey yapan bir lider görüntüsü ve onun kısmı olarak bütün ekonomik olumsuzluklara rağmen, siyâsî destek anlamında beklendiği ölçüde bir çökmeye yol açmayı bir yerde kontrol edip tutulabildiğini görüyoruz. 

Şimdi benzer bir resmi dış politikada da izliyoruz açıkçası. Bu ekonomik krizin hemen öncesinde, dış politika meselelerinde de pek çok uzman, Türkiye’nin çıkışsız bir yalnızlığa girdiğini söylüyordu çok haklı olarak. Sâhiden de öyle bir tablo vardı. Ama bugün gelinen noktada, yani büyük dostlara sâhip olmasa bile, pek çok pazarlık masasında, biraz kaba pazarlıklarla, bâzen çoğu maddî, bâzıları da biraz önce konuştuğumuz meselede olduğu gibi, birtakım zımnî onaylar ya da kerhen destekler sağlayabildiği, imkânlar ürettiğini gösteriyor bize. Bu yüzden artık, “Erdoğan böyle demişti, sonra böyle dedi. Nasıl bir tutarsızlık üzerinden dış politika yürütüyor?” eleştirisi yerine, hakîkaten derli toplu, bütün başlıklarda kendi perspektifini ortaya koyan ve onun bu tutarsızlığını süreklilik arz eden bir politika olarak kullanmasına imkân vermeyen bir cevap üretilmesi lâzım. Ama ben bunun artık çok mümkün olduğunu, bunun aktörlerinin var olduğunu, zâten böyle bir alternatifin oluştuğunu da açıkçası pek düşünmüyorum. Yani “Olan bir şeyin karşısına çıkıp doğru dili kuramıyor” değil. Öyle bir şey yok karşısında zâten. “Bunlar gündem değiştirme, boş konuşmalar” deniyor ya? Boş konuşmanın zirvesi bunlar. “Erdoğan öyle dediydi, şimdi de böyle diyor.” Ee, ne oluyor yani? Ne öyle dediğinizde bir şey oluyor, ne Erdoğan öyle yaptığı için içeride ve dışarıda zarâra uğruyor. Üstelik bu pazarlık masalarının hepsinde bu tutarsızlık gayet satın alınmış ve onun üzerinden zâten yürüyen bir realite olarak işliyor. Hattâ pek çok muhâtabı da aynı tutarsızlıkla mâlûl zâten. Kaşıkçı meselesinde konuştuğumuz gibi: Amerika, Suudi Arabistan politikasında ne kadar tutarlı ki biz Erdoğan’ın tutarsızlığını eleştirelim? Batı, Ukrayna meselesinde ne kadar tutarlı ki biz Erdoğan’ın tutarsızlığını konuşalım. 

Dolayısıyla bu dünya düzeninin de, Türkiye’deki rejimin de gayet iyi kullanabildiği zeminde, bu şeyi devam ettireceğini düşündürüyor bize. “Vay! Erdoğan şimdi Sisi ile barıştı, Esad’a da göz kırpıyor” meselesini, evet, lâf olarak herkes çok kullanacak; ama bu yaklaşımın, genel tabloyu değiştirecek, seçimi etkileyecek bir şey olduğu kanaatinde değilim açıkçası. 

Ruşen Çakır: Burak, seninle devam edelim. Kemal “Yaptığı yanına kâr kalıyor” dedi. Bu yorumuna ben de katılıyorum. Dün haklı, bugün haklı, yarın başka bir çizgi izlerse yine haklı olacak. Muhâlefet de onu en fazla, “Dün böyle diyordun, bugün böyle diyorsun. Tutarsızsın” diyerek dar bir alanda eleştirecek gibi. Tabiî bu hamlelerin hepsinin bir ihtiyaçtan kaynaklandığı da kuşkusuz. Erdoğan, bence mümkün olsa Sisi’yle hiçbir zaman el sıkışmak istemezdi. Ama özellikle Doğu Akdeniz meselesi bağlamında, Libya bağlamında ihtiyâcı var — Esad’la da aynı şekilde. Ama özellikle muhâlefetin sığınmacılar meselesini kullanıyor olmasından çok ciddî bir şekilde rahatsız ve kendisinin de bir şeyler yapabileceğini göstermek istiyor gibi geliyor bana. Ne dersin? 

Burak Bilgehan Özpek: Doğru. Tayyip Bey’in en büyük derdi, kendi otoritesinden tâviz vermeden ekonomik döngüyü devam ettirebilmek. Zerre yetkisini paylaşmadan veya kurumsal olarak geri adım atmadan, mevcut ekonomik refâhı en azından kendi tabanı için devam ettirerek yeniden seçilmek — öncelik bu. Dünyanın kabul ettiği ekonomik paradigmanın dışında bir şey bu. Çünkü Türkiye gibi bir ülkede, ekonominizi, refâhınızı sürdürmeniz için ciddî anlamda tahmin edilebilir bir devlete ve öngörülebilir kurumlara ihtiyâcınız var. Demokratik olmasından bahsetmiyorum; bugün demokratik olmayan devletlerin de ciddî anlamda yabancı sermaye çekebildiğini görüyoruz. Fakat onların da alâmet-i fârikası, bu tahmin edilebilirlik meselesi, kurumsallık meselesi. Meselâ Çin’e yabancı sermâyenin gelme sebebi, aslında Çin Komünist Partisi’nin ciddî anlamda bir kurum olması ve gelen yabancı sermâyeyi ânî kararlarla şaşırtacak hamlelerde bulunmaması. 

Hatırlarsanız, bundan bir buçuk sene önce, bir gecede Merkez Bankası Başkanı görevden alındı ve Türkiye’ye güvenip parasını getirmiş olan birçok yabancı yatırımcı bu karar karşısında zarara uğrayarak ülkeyi terk etti. O günden bugüne Türkiye’ye yabancı sermâye gelmiyor. Türkiye gibi bir ülkede yabancı sermâyeyi ülkenize çekmek istiyorsanız, bâzı kurumsal ilkelere sâdık kalmak zorundasınız. Bu, Tayyip Bey’in yönetim tarzıyla çok çelişen bir şey. Çünkü o, kurumsal ilkelere sâdık kalmaktan ziyâde, kendi yorumladığı, kendi keyfî irâdesiyle algıladığı ve bir şekilde müdâhale etmek zorunda hissettiği süreçler görüyor önünde. Bu aşamada, başkalarının ne düşündüğünden ziyâde, kendisinin hayatta kalma oyunu çok daha önem kazanıyor. Kurumsal ilkeler ne derse desin, kendisini hayatta tutacağına inandığı hamleyi hayâta geçiriyor. Naci Ağbal’ın görevde birkaç sene daha kalırsa sistem içerisinde çok hayâtî bir aktör olacağını ve sistem içerisindeki hayâtî aktörlerin de Erdoğan için bir tehdit unsuru olacağını, kendi yokluklarıyla Erdoğan’ı terbiye etmeye çalışacaklarını fısıldayan insanlar oldu Tayyip Bey’e. Bundan dolayı, bir gecede Merkez Bankası Başkanı değişti ve neredeyse hiç kimsenin saygı duymadığı isimlerden oluşan bir ekonomi kadrosu oluşturuldu. Bu ekonomik kadronun oluşma sebebi de zâten kimsenin saygı duymuyor olması. Kimsenin saygı duymuyor oluşu, Erdoğan’ın sözlerini filtresiz bir şekilde hayâta geçiren bir bürokratik kadro anlamına geliyor. Böyle bir ülkeye yabancı sermâye gelmez; oradaki durum çok açık aslında. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, halka sunduğu refâhı devam ettirebilmesi için kurumsal bir devlete ihtiyâcı var. Fakat bu da Tayyip Bey’in kişiliğiyle çok uyumlu değil. 

Bu, Türk diş politikasını da çok etkiliyor. Biz 2002 ile 2010 yılları arasında –hattâ aslında daha önce, İsmail Cem döneminde de başlayan bir süreçti bu– “Trading State” yani “Tüccar Devlet” kavramıyla tanıştık.  Kemal Kirişçi Hoca yazdı bunu. Bu, devletlerin egemenlik sâhasına müdâhale etmeyen, özellikle Ortadoğu’da devletlerin egemenlik haklarını sorgulamayan, kimliksel takıntılarla hareket etmeyen, ideolojik takıntılarla dış politikasına yön vermeyen, fakat devlet dışı aktörlerin de etkileşiminin önünü açan, dolayısıyla bundan dolaylı olarak iktisâdî refah elde etmeyi uman devlet demek. Şu anlama geliyor: Türkiye’de mobilya üreten bir fabrikanın ya da Türkiye’deki bir inşaat firmasının gidip Ortadoğu ülkelerinde doğru mekanizmalar üzerinden para kazanması ve kazandığı parayı Türkiye’ye getirmesi demek. Ortadoğu ülkelerinin kazanması, Türkiye’nin de kazanması anlamına geliyor. Bu mekanizmada siyâsetin yeri yok. Türkiye’nin Ortadoğu politikası, genel îtibâriyle güvenlik gündemiyle şekillenmiştir ve güvenlik gündemi mevzûubahis olunca, ana aktör asker olduğu için, ticâret yapan aktörlerin devreye girmesi aslında iyi bir şeydir bu dönemde. Burada siyâsetin etkisi çok sınırlı oluyordu. Zâten o dönemde Türkiye’nin dışarıdan sermâye girişi, Ortadoğu ülkeleriyle ilişkisi de genel îtibâriyle bu hassas dengeler üzerinden ilerliyordu. Yani doğrudan siyâsetin yönettiği bir ekonomi yoktu. Dolayısıyla bu, dış politikada pasifizmi berâberinde getiriyordu. 

Hatırlarsanız, Türkiye Irak tezkeresine “Hayır” dedi. Aslında bu çok önemli bir mesajdı. Türkiye’nin Irak tezkeresini “Hayır” dediği günü hatırlıyorum. Erbil sokaklarında sevinç çığlıkları duyuluyordu; konvoy yapmıştı insanlar. Çünkü geleneksel olarak güvenlik üzerinden ilerlediğiniz zaman, Türkiye’nin Irak tezkeresine “Evet” demesini beklerdiniz. Irak’ın kuzeyinde silâh dağıtma toplama yetkisini elinde tutan, bilfiil askerî varlığını orada sürdürecek olan Türkiye, aslında geleneksel olarak bu Kürt özerk bölgesinin oluşmasıyla kendi toprak bütünlüğünü tehlikede gören anlayışa uygun hareket etmiş olurdu. Ama yapmadı. Peki ne oldu daha sonra? Türkiye ve özellikle 2008’de Murat Özçelik’in Irak Özel Temsilciliği döneminde Barzani’yle yapılan görüşmelerde, Türkiye ile Irak Kürdistanı’nın ticâret hacmi 8 milyar dolara çıktı. Türkiye, Irak’a Komşu Ülkeler Platformu’nu topladı. Yani bölge dışı bir gücü askerî olarak bölgeye dâvet eden ve bu askerî operasyondan da kendi küçük güvenlik çıkarlarını güden bir ülkeden, diplomasi yoluyla ritmik ilişkilerle, ticâret kanallarıyla, ülkelerin egemenliğini tehdit etmeden, bir ideoloji, bir mezhep dayatmadan, daha kapsayıcı bir devlet olarak algılandı. Bunun niçin değiştiğine ve değişmesinin iç politikaya yansımasına bakmak lâzım. Burada iki kırılma noktası var: Birincisi, bu nükleer meseleden dolayı 2010’daki İran ambargosu; diğeri de Arap Baharı. Aynı döneme denk geliyor ve çok dramatik etkilerde bulundu. Çünkü Türkiye’nin hem iç politikadaki rejim şeklini, hem de iktisâdî paradigmasını değiştirdi. 

Meselâ 2009 senesinde Ahmet Davutoğlu Inside Turkey’de bir yazı yazmıştı. Türkiye dış politikasının beslendiği ana kaynağın Türkiye’deki çeşitlilik olduğunu söylemişti. Çok ilginç bir makaleydi bu. Hem etnik, hem mezhepsel, hem de hayat tarzı olarak birçok insanın Türkiye’de yaşadığını ve her insan topluluğunun başka bir dış politika fırsatına kapı araladığını söylüyordu. Muazzam bir şey. Yani sekülerler üzerinden Avrupa ile konuşabiliyorsunuz, muhâfazakârlar üzerinden Ortadoğu ile konuşabiliyorsunuz. Kafkas göçmenleri var, Balkan göçmenleri var, Orta Asya’dan köklerimizi alıyoruz, Kürtler Mezopotamya’ya açılan kapımız — böyle bir anlayıştı. Arap Baharı’yla birlikte bu değişti. Çünkü Arap Baharı’yla birlikte, otoriter Ortadoğu yönetimleri altında örgütlü olabilen tek topluluk, yani Müslüman Kardeşler ve ilintili gruplar iktidâra gelmeye başladı. Bu aslında Tayyip Bey’in biraz iştahını kabartan bir olguyu ortaya çıkardı. Yani Libya’dan, Tunus’tan, Kahire’den, Hamas dediğimiz Müslüman Kardeşler’in Gazze kolu Gazze’den, Suriye’den, Irak Kürdistanı’ndan, buralardan oluşan bir imparatorluğun Ankara’dan yönetilebileceği zannı. Yani Türkiye’nin Müslüman Kardeşler ideolojisi üzerinden bölgeye etki edebileceği, etki sâhasını genişletebileceği gibi bir düşünce ortaya çıktı. Yani komünizm üzerinden Stalin’in Rusya’nın etki alanını genişletmesini düşünelim, buna çok benziyor. Bu, Türkiye’nin iç politikasını da etkiledi. Hatırlayın: Biz bir dönem sosyal medyada, Endonezya’da tanımadığımız İslâm âlimleri için ağlayan aktörler görüyorduk — saçma sapan bir şey. AK Parti teşkilâtlarında çalışan öğrencilerim vardı, onların tweet’leri önüme düşüyordu. “Hasta yatağındaki Şeyh Muhammed bilmem kim için dua okuyalım arkadaşlar” gibi. Ne alâkanız var sizin Endonezya’daki, Malezya’daki bir şeyhle? Ama iç politika hızlı bir şekilde sekülerlerin, Alevîler’in dışlandığı, daha Sünnîci bir kisveye büründü. Hattâ Sünnîciden de daha dar bir kisveye yani Müslüman Kardeşler’ci bir anlayışa büründü. 

Bu, iç politikayı zehirleyen bir şey oldu. İran ambargoları da, kesilen bu dış sermâyenin aslında başka yöntemlerle Türkiye’ye aktarılabilmesinin kapısını araladı. Türkiye’nin bölgesindeki ülkelere ambargo koyduğunuz zaman, Türkiye daha karanlık kanallar üzerinden parayı ülkesine çekebileceğini keşfetti. Ama temiz parayla kirli para arasındaki fark ortaya çıktı. Çünkü temiz parayı birçok insan kazanırken, küçük ve orta boy işletmeler, işçiler, iş yapan piyasadaki firmalar kazanırken, bu kirli parayı bürokratlar, devlet içerisinde etki sâhibi olan kişiler kazanmaya başladı. Fakat o sermâye açığı bir şekilde kapanıyor. Sermâye açığı kapanırken, toplumun genel îtibâriyle çalışan kesimlerinin mükâfatlandırıldığı bir sistem bırakıldı. Sermâye açığı kapanırken, kanunu, nizâmı, sorumluluğunu, ahlâkî ilkeleri bir tarafa bırakmaya hazır insanların kazandığı bir sistem ortaya çıktı. Böylece, yozlaşma ile İslâmcılık, 2010’dan sonra el ele gitmeye başladı. Bu sistem içerisindeki birçok insanın kazandığı bir kültür oluşturdu.

Bizim son zamanlarda tanık olduğumuz drone’lar, insansız hava uçakları askerî endüstriyel kompleks meselesi, sizin biraz önce söylediğiniz elinde çubukla haritada yorum yapan emekli zevat, bunların hepsi bu askerî endüstriyel kompleksin bir parçası oldu ve para kazanmaya başladılar. Yani Türkiye’nin dış politikasından faydalanan profil değişti. Bu profil kendisini sürekli olarak Ortadoğu’yu revize etmek isteyen ve bunun için de askerî güç kullanımını rasyonel bir akılla meşrûlaştırmak için seferber olan insanları gözümüzün içerisine soktu. Şimdi bunun sonuna geliyoruz. Yani bizim yaşadığımız ekonomik sıkıntılar birkaç yanlış teoriden kaynaklanmıyor. Uzun zamandır Türkiye çok ciddî anlamda kendi kendisini tüketen bir dış politika izliyor. O bakımdan, Sisi’yle görüşmenin dış politika rasyonalitesiyle açıklanacak bir tarafı yok; ekonomiyle açıklanacak bir tarafı var. Çünkü başta söylediğim gibi, Tayyip Bey bu ekonomik sistemi gücünden tâviz vermeden devam ettirmeyi arzuluyor ve şu anda Merkez Bankası’nın swap anlaşması yapmasına ihtiyâcı var. Bunun için de Katar’la, Birleşik Arap Emirlikleri’yle, Suudi Arabistan’la oturmaya ihtiyâcı var. Bu zorunluluk Tayyip Bey’i bu tip dönüşümlere itiyor.

Tabiî ki Kemal Abi haklı: AK Parti seçmeni için bir anlamı yok. Bu muhâfazakâr seçmen analizinin ne kadar yanlış yapıldığını, herhalde Türkiye Cumhuriyeti târihinde en çok konuşan program biziz. Böyle bir ilkeler setiyle hareket eden, tutarsızlıklara hızlı bir şekilde reaksiyon veren bir seçmen grubu yok. O seçmen grubunun da tek anladığı dil, refâhını korumak ve mevcut standartlarını, mevcut pozisyonu devam ettirmek. Tayyip Bey de bunu biliyor, onlar da biliyor. Birbirlerine râbia işâreti yaparken, aslında büyük bir ikiyüzlülüğü birbirlerine gösteriyorlar. İki taraf da, o ilişkinin sürmesi için, 4 parmağın havaya kalkması değil, 4 tâne Doblo’nun alınması gerektiğini ya da 4 tâne TOKİ evinin alınması gerektiğini biliyor. O yüzden, Tayyip Bey’in bu hamlesi o ilişkinin devamını amaçlayan bir şey. Dış politikayla ilişkisini bu şekilde analiz edebiliriz.

Pragmatizmle açıklamaya çalışıyorlar — meselâ Nagehan Alçı yazmış bunu. Pragmatizmle her şeyi açıklayamazsınız. Mâliyetler ortada duruyor. Türkiye’nin Birleşik Arap Emirlikleri ile bozuşması, terörist ithamında bulunması Türkiye’ye ne kaybettirdi? Meselâ 2012 senesiydi yanılmıyorsam, bunların bir maden şirketleri vardı. Türkiye’ye 13 milyar dolarlık yatırım yapacaklardı. Müslüman Kardeşler sevdasından dolayı vazgeçtiler. Türkiye-Mısır ticâreti durma noktasına geldi. Türkiye’nin Libya’daki kayıpları mâlûm, tartışılıyor. Bu mâliyetler ortada dururken, her hareketi pragmatizmle, her hareketi “Öyle gerekiyor ki böyle yapılmış” gibi bir mantıkla açıklayamayız. Mâliyetleri tartışacağız. O zaman niçin bunun yapılması gerekiyordu yaptık ve ne kazandık ne kaybettik? Şimdi niçin bu yapılmalı, ne kazanacağız, ne kaybedeceğiz? Bunları tartışmadan, “Hayat böyle. Pragmatik olmak zorundayız” gibi bir mantıkla yaklaşamayız buna. Mâliyetler orada duruyor. Meselâ Türkiye’nin Suriye politikasının mâliyeti orada duruyor. 37 tâne şehit orada duruyor. Şimdi, “O zaman politika böyleydi, bu zaman böyle” diyebilecek miyiz? Esad’la el sıkışıldığı zaman, bu mâliyetler hiç olmamış gibi, birçok firma iflâs etmemiş gibi ya da Suriye’deki çetelere sağlanan silâhlardan ya da mühimmatlardan dolayı oluşan kirli bir ilişkiler ağı hiç yokmuş gibi mi davranacağız? 

Buna ek olarak son bir şey daha söyleyeceğim: Ayşe, “Güvenlik kapasitesi meselesi” dedi. Orada şöyle bir îtirâzım olacak: Türkiye’de güvenlik kapasitesi sorunu, güvenlik söylemleri arttıkça azalır bence. Yani biz vatandaşlar olarak, insanlar olarak devletten en çok korktuğumuz zamanlar, muhtemelen en çok güvenlik açığına mâruz kaldığımız zamanlardır. Meselâ 2015-2017 arası, devletin üzerimize en çok bağırdığı zamanlardır. En çok terör saldırısının olduğu zamanlar da yine bu zaman aralığıdır. Dolayısıyla güvenlik kapasitesiyle devletin korkutuculuğu, devletin güvenliği bahâne göstererek insanları tehdit etmesi, tedirgin etmesi aynı şey değildir. Güvenlik kapasitesinin yüksek olması, bizim çok otoriter bir ülkede yaşadığımız anlamına gelmez. Meselâ Almanya’nın güvenlik kapasitesi muhtemelen çok yüksektir. ABD’nin, Birleşik Krallık’ın çok yüksektir. Bu, o devletlerin illâki bu güvenlik söylemini insanların üzerine kusması anlamına gelmez; bunları birbirinden ayırmak lâzım. Bence Türkiye’de güvenlik adına hepimizin üzerine bağıran, hepimizi tehdit eden, tedirgin eden bir kültür var. Fakat buna rağmen güvenlik kapasitemiz çok düşük seyrediyor. Bu ikisi arasında bir ayrım yapmak gerek. 

Ruşen Çakır: Ayşe, sana Sisi ve Esad konusunu sorarken, her ne kadar olayın muhâfazakâr tabanı çok da fazla rahatsız etmediği vurgusu yapılsa da, olayın çok ciddî bir ideolojik boyutu var sonuçta. Yani Erdoğan gibi birisinin ve onu tâkip eden insanların hepsi olmasa bile önemli bir kesiminin, ideolojik-politik birtakım düşünceleri var — İslâmcılık ya da İslâmî hassâsiyet diyelim. Sisi olayında da, Esad olayında da bu olay ciddî bir şekilde karşımızda. Nasıl oluyor da bunlarda hiçbir kırılma olmuyor? Yani: “Reistir yapar. Dün de doğru diyordu, bugün de”. Ya da: “Mecbûren yapıyor aslında” demek de olabilecek bir husus değil. Çünkü çok büyük suçlamalar ve realiteler var. Yani Sisi’nin katlettiği, hapislere attığı, îdam ettiği insanlar var. Veya Suriye’de yanı başımızda olan olaylar var. Birçok insan bunu İslâmî bir perspektiften okuyup yorumladı ve düşmanlığı böyle doğruladı. Tabiî ki kalkıp onların isyan etmesini beklemiyoruz. Ama nasıl oluyor da oluyor? 

Ayşe Çavdar: Teşekkür ederim. Önce Burak’ın eleştirisine cevap vereyim: Konuşmanın kurgusunda, önce Kobane’den gelen emir meselesini satın alıp, ondan sonra “Afrin’den Türkiye’ye girdi” diye son ifâdelere de pek aldırış etmeksizin, o hikâyeyi alıp kendi konuşmasına eklediği için, arkasından gelen güvenlik kapasitesi de AKP’nin sözünü ettiği güvenlik kapasitesine denk geliyor. Yani orada araştırmayı yapması gereken zannediyorum ki Akşener’in kendisi. 

Ben şöyle söyleyerek söze başlayayım — sonra 2001’de yaptığım bir minik sâha araştırmasından bahsedeceğim: Erdoğan, hayâtının hiçbir döneminde tutarlı bir adam olduğu için popüler olmadı. Yani gücünü tutarlığından alan birisi değil Erdoğan; hiçbir zaman böyle birisi olmadı. Gücünü hep tutarsızlığından aldı ve tutarsızlığını böyle göğsünü neredeyse kabartarak sergilemesinden aldı. İnsanlar ona güvendikleri için oy vermiyorlar. İnsanlar ona insanlara tutarsız olduğu için oy veriyorlar. Yani çıkarı için her şeyi yapabilen ve bu çıkar için yaptığı şeyleri de ahlâkîleştirebilen bir adam olduğu için oy veriyorlar insanlar. Hattâ şu kadarını da iddia edebilirim: Erdoğan’ın tutarsızlıkları, o muhâfazakâr kitlenin şimdiye kadar pastadan pay almasına, sofraya oturmasına engel olan “ahlâkî…” –özellikle tırnak içerisinde belirtiyorum– çünkü bu şeylerin ahlâkî şeyler olduğundan da emin değilim. Onların daha çok kendi ahlâk pozisyonlarını bir tür mağduriyet söylemi içerisinde ön plana koyup, haklılık ve meşrûiyet aradıkları birtakım değerler vardı. Erdoğan’ın tutarsızlıkları o değerlerden bağımsızlaşmalarına imkân veriyor. Yani bir tür imam-cemaat denkleminden bahsediyorum. Erdoğan kendi iktidar sâhasında tutarsızlık yaptığı zaman, onun kitlesi de, onun bağlıları da, kendi daha küçük iktidarı sâhalarında canlarının istediği gibi, üstelik hiç de aslında ne kişiliklerinden ne târihlerinden ne biyografilerinden ne etiklerinden tâviz vermeksizin, tutarsızlık yapma imkânı elde etmiş oluyorlar. Erdoğan’ın tutarsızlıkları, onların tutarsızlıklarını, muhâfazakâr siyasetin kendi iç tutarsızlıklarını, her bir muhâfazakâr hayat öyküsünün kendi iç tutarsızlıklarını, kabul edilebilir, meşrû, hattâ gösteriye dönüştürülebilir kılıyor. O yüzden “Erdoğan şu konuda böyle tutarsız, bu konuda şöyle tutarsız” gibi lâflar, esâsında Erdoğan’ın gücüne güç katmaktan başka bir işe yaramıyor. Hele onunla dalga geçmeler veya onun tutarsızlıklarına gülmeler daha da fenâ bir şey yapıyor. Çünkü muhâfazakâr kitle… Ben bunu anlayamıyor olmalarına gerçekten çok şaşırıyorum bir taraftan. Bir taraftan neden anlayamadıklarını da anlıyorum; onu da söyleyeceğim. Çünkü muhâfazakâr kitleye şu mesajı vermiş oluyor bizim muhâfazakâr siyâsetçi ya da muhâfazakârları oynayan siyâsetçi: Ben iktidârı ele aldığımda, sen artık bu tutarsızlıkları sergileme imtiyâzından mahrum kalacaksın. Asıl ayrıcalık da bu. Hani “endîşeli muhâfazakârlar birtakım ayrıcalıklarını, kazanımlarını kaybetmekten korkuyorlar” diyoruz ya? Aslında kaybetmekten korktukları imtiyaz bu. Bütün bu tutarsızlıkları, kendi hayatlarında, çoluk çocuklarının önünde, hepimizin önünde sergileme, savunma ve sürdürme ayrıcalığını kaybetmiş olacaklar. Erdoğan kendi rakiplerine, “Siz tutarsızsınız” dediği zaman aynı şey olmuyor. Çünkü onlar siyâsetlerinde tutarlılık arıyorlar. 

Peki, neden böyleler? Altılı Masa’dan bahsediyorum. Altılı Masa etrâfında toplanmış o siyâsî karakterlerden hiçbiri, Erdoğan’ın tekeline aldığı, Erdoğan’ın neredeyse kafesleyip kendi odasına kapattığı o değerler olmaksızın siyâset yapamaz haldeler. Başka birileri yok. O yüzden, Erdoğan’ın tutarsızlıklarını göstererek zannediyorlar ki… Bu, muhâfazakâr seçmeni ve muhâfazakâr değerleri gerçeklerle bağdaşmaz bir şekilde idealize etmelerinden de kaynaklanıyor. Niye idealize ediyorlar? Çünkü aksi halde, onlar idealize edebilecekleri tipler değillerse, orada idealize edecekleri bir kişi yoksa, kendi siyâsetleri de olmayacak; ayakları boşta kalacak.

Bu sâdece şöyle bir şeyin göstergesi: Bu türden siyâsetin, yani Türkiye’de sahnelendiği içeriğiyle, muhâfazakâr siyâsetin ne anlamı ve önemi kaldı, ne de gidebileceği bir yer kaldı. O sınıra geldikleri için, Erdoğan’ın tekeline aldığı o değerler… onlar da çok fazla bir şey değiller yani: Vatan Millet Sakarya, yerli millî… Başka da bir şey yok. Üstelik bunlar da, Erdoğan’ın her dönüş manevrasında içerik ve şekil değiştiren, onun içeriğini ve şeklini değiştirme otoritesine sâhip olduğu, diğerlerini de buna göre hizâladığı bir şeye dönüşmüş vaziyetteler. Eğer gerçekten toplumun rızâsını alarak iktidarda olmak istiyorsa, muhâfazakâr siyâsetin Erdoğan’ın bıraktığı yerde biteceğini, en azından uzun bir süre uykuya dalıp kendisini dönüştürmesi gerektiğini gösteriyor. 

Şimdi o sâha araştırmasından bahsedeceğim  —Burak “trading state” dediği için, oraya gidecek bir şey: 2001’de Boğaziçi Üniversitesi’nde Huricihan (İslamoğlu) Hoca’ya bir dönem ödevi yapmam gerekiyor. Hatırlarsanız 28 Şubat’ın “bunlarla ticâret yapılamaz” listelerinde bir sürü MÜSİAD’lı şirket vardı. Hattâ o şirket sâhipleri kendilerini kamufle etmek için yeni evlilikler yapıyorlardı. Artık Refah Partisi’yle, MÜSİAD’la, İslâmcılık’la bir ilgileri olmadığını ispatlamak için, başörtülü kadınlarını imam nikâhı ile bırakıp, başörtüsüz kadınlarla resmî evlilik yapıyorlardı. O esnâda aklıma şu geldi: “Bu hiçbir anlama gelmez, bunu da kimse yemez. Peki, nasıl ayakta kalıyorlar?” diye, o listelerde sıralanmış MÜSİAD’ın ticârî şirket sâhiplerine sordum. “Türkiye sâhasından çıkmaları için bir motivasyon olacak bu onlara. Cemaatlerin piyasada var kalma süreçlerini tâkip ettiğim için, onlar da dış ticâret üzerinden Türkiye’deki piyasada güçlenecekler. Birkaç yıl sonra ortaya çıkacak bu güç” diye bir hipotezim vardı. O hipotezi denemek üzere görüşmeler yaptım. Bana çok acayip gelmişti söyledikleri. Hakîkaten Ortadoğu’ya, Katar, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, hatta Lübnan’a gitmişlerdi. Lübnan’dan biraz memnunlardı, ama diğerlerinin hiçbirinden memnun değillerdi. Herkes Arapça biliyor, imam-hatip liselerinden mezunlar. İlâhiyatçılar tercüman olarak işe alınmış. İnanılmaz yatırımlar yapmışlar, ama ödemelerini zamânında alamıyorlar. İslâmcılar’dan, MÜSİAD’lı iş adamlarının önde gelenlerinden bahsediyorum. Oturup iki lâfın belini kırılabilecek durumda değiller; yani bir tür üstünlük söylemi içerisindeler. O yüzden de deli gibi paralar harcamaya başlamışlar. Avrupa Birliği ile ticâret yapabilmek için bir sürü lisans almaları gerekiyor. Onlara yatırım yapmaya başlamışlar. Arap dünyasından kazandıklarını, neredeyse o lisanslara harcamışlar ve “Ne olacak?” diye bekliyorlar. Erdoğan ve AKP o esnâda çıkıp, “Biz yanlış yapmışız” demeye başladı. Bu hep, “Erdoğan takıyye yaptı. O zaman da gömleğini değiştirmemişti aslında” diye anlatılır. İslâmcılar’ın 28 Şubat îtibâriyle sıkıştırıldıkları siyâset alanından nasıl çıkacaklarına dâir bir vizyondu bu aynı zamanda. Sâhiciydi demiyorum; ihtiyaçtan kaynaklanıyordu. 

Sonra ne zaman vazgeçti? Bence, Merkel’in “AB’ye hiçbir zaman giremeyeceksiniz” demesinin de çok büyük etkisi de oldu. Onu genellikle unutuyoruz bu hikâyede. Dolayısıyla başarılı olunamayacak bir proje var orada; sonuca gidemeyecek bir proje. Eşzamanlı olarak, o zamanki Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy de benzer bir şeyi söylemişti. Dolayısıyla Erdoğan’ın önünde artık bir hedef yok. Hâlâ bir şeyler gidip geliyor, ama o esnâda AB hikâyesi soğumaya başladı. Derken 2013 oldu. 2013’te, yani Gezi esnâsında ve etrâfında Erdoğan şunu gördü: Tıpkı askerlerin 1980’de gördükleri gibi. Çünkü o zaman da böyle söylentiler var. Hatırlarsanız askerler, “Bu toplum kendi aydınlanmasında bizim idâre edebileceğimiz yeri aştı. Biz buna bir ‘dur’ diyelim” diye kitaplar yazar. Birebir cümleler değil tabiî bunlar. 

2013’te, Gezi Parkı ve bütün Türkiye’de… Sadece Gezi Parkı’nda değil; çünkü Gezi Parkı’ndaki hikâye bütün Türkiye’ye sirâyet etti. Erdoğan’ın orada gördüğü: Toplum artık kendisinin yönetebileceği bir toplum olmaktan çıktı. Böyle bir toplumu yönetemez. Onun havsalası, onun idealleri, onun elindeki kavram seti, onun elindeki değerler, onun elindeki güç, böyle bir toplumu idâre etmesinde yardımcı olmayacak. Artık gidiyor toplum. Bu arada yüzleşme, bütün muhâfazakâr siyâsetin de yüzleşmesidir. Onların ötesine geçmiş, onların vermek istediklerinden daha fazlasını farklı şekillerde isteyen ve kendi içinde örgütlenebilen, bir şekilde duygudaşlık geliştirebilen bir toplum var. Kendileri açısından yanlış bir yere geldiler yani. Kendi siyâsetlerinin sınırına geldiler. Bence Sünnîleşme, İhvan siyâsetinin geri gelmesi, Suriye’deki mevzû, o aşamadan îtibâren, “Avrupa Birliği’ne gidemiyoruz. Avrupa Birliği’ne gidelim derken toplumun kendisine bulduğu alanlarda serpildiği şekli yönetebilecek durumda değiliz. Geri dönelim. Bir tür, dağılmış olan şeyleri toplayalım. Nerede olsun o? Benim % 50’im filan” derken, kendisini dindarlık ve milliyetçilik etrâfında yeniden örgütleme. 

Biz bütün bunlara pragmatizm diyoruz — mükemmel pragmatizm örnekleri. Erdoğan İhvan’a yatırım yaparken onu bir kayıp olarak görmüyor. Çünkü ileride, hegemonyasını genişletebileceği bir alan târif etmiş durumda kendisine; İhvan’ı da oraya doğru bir genişleme adımı olarak görüyor. Çünkü bilgileri de o kadar yeni olmadığı için, İhvan’ı, bütün İslâm dünyasında etkili bir İslâmcı network olarak biliyorlar. Dolayısıyla onların İslâmcılığına değil, o network’ün siyâsî etkisine yatırım yapıyor. Nasıl Gülen’i elinde bir tür soft power olarak tuttuysa, İhvan’ı da İslâm dünyasında onu güçlendirecekbir soft power olarak tutma amacındaydı. Şimdi birtakım yeni haberler var galiba. Kimilerini göstermeden sınırdışı etmiş, iâde etmiş; kimilerine “Dur, artık yayın yapma” filan denilmiş. Hattâ galiba cezâevine koyduğu birileri de var İhvan’ın önemsediği insanlar arasında. Hattâ Beyoğlu’ndaki saldırı olduğunda, “Acaba İhvan mı?” diyenler bile olmuştu, bütün bunları hesâba biraz fazla kattıkları için. Ben pek öyle olduğunu zannetmiyorum açık söylemek gerekirse. Her neyse, bunlar mükemmel pragmatizm örnekleri. 

Şimdi gelelim bugüne: Dediğim gibi, birincisi, Erdoğan tutarsızlıklarıyla sürekli güç kazanmış biri. Tutarsızlık onun siyâsetinin omurgası. Adamın omurgası bu. İkincisi, sâdece dış politikası değil, dış politikayı etrâfında şekillendirdiği çekirdek bile pragmatizm ve onun çeşitli versiyonlarından ibâret. Buna karşılık, onun rakipleri, onu yerinden etmek isteyenler, “Sen tutarsızsın ve rüzgâra göre değişiyorsun” diyorlar. Adam zâten böyle; bunu hiçbir zaman saklamadı. Gücünü, bütün geçerliliğini kendi tutarsızlığı ve kitlesinin tutarsızlığını onaylamasından alıyor neredeyse. Kendisinin iktidarda kalma ve onların ihtiyaçlarına göre sürekli bir modifikasyon yapabilmesinden alıyor. Bunu bu kadar rahat yapabilmesine, gösteriye dönüştürmesine sebep olan şey de, o Altılı Masa’nın çok bir beğendiği, çok tâlip olduğu muhâfazakâr değerler: Vatan Millet Sakarya, yerli millî… Bu kadar. Bunun ötesinde bir şey yok. Bir de belki dinin bir şeylerini koyabilirsiniz oraya. 

Dolayısıyla bizim açmazımız Erdoğan’ın böyle birisi olması değil. Erdoğan’ın gücünün kaynağını fark edemeyecek kadar zayıf ve onun temsil ettiği değerlere, onun tekeline aldığı değerlere bu kadar muhtaç bir muhâlefet olması; kendisini oradan bağımsızlaştırmaması. “Bu, epistemolojik bir kopuş gerektirir.” Bu cümleyi de Bakan Nebati’den alıntıladım. O kopuşu gerçekleştiremedikleri için de, Altılı Masa’nın bütün bu siyâsete alternatif bir şey söylemesi mümkün değil. Programın en başında söylediğim şeyi söyleyeceğim: Akşener’in bugün yaptığı konuşma da, Kılıçdaroğlu’nun ve CHP’lilerin, böyle kenardan kenardan, hafif çekingen, altını çok da fazla çizmeden “operasyonda başarılar dileme” halleri de, o yüzden sanki, “Senin bıraktığın yerden iktidârı biz alacağız. Bu siyâsetlerini de biz sürdüreceğiz. Hiç merak etme. Sen yeter ki bırak” demeye geliyor. Muhâlefetin sözü, bütün gösterisi, bütün anlam ve önemi, bütün içeriği bundan ibâret oluyor. 

Oysa mâcerâyı söyledim. Mâcerâyı bu kadar uzun uzun anlatmamın bir sebebi var. Bu adamın mâcerâsı ile sizinki aynı değil. Dolayısıyla, onun bu değerlerle, bu değerlerin içini doldurma biçimiyle, sizin bu değerlerin içini doldurma biçimleriniz aynı olamaz. Onun anlattığı hikâyeleri satın alıp, “Bu hikâyeyi ben daha iyi idâre ederim” demeniz de sizi iktidar yapmayacak. Üstelik seçime bu kadar az bir zaman kalmışken, sizin ona bu kadar yapışmışlığınız… Kusura bakmayın uzattım, ama şunu da söylemeliyim: Meselâ bu dış politikada ne anlama geliyor? Amerikalılar bakıyor: “Zâten bize farklı bir şey önermiyor bu muhâlefet, bu Akıllı Masa. Erdoğan’ın söylediğinden farklı bir dış politika önermiyor, bir de üstelik bunlar altı kişiler”. Kendi aralarında anlaşacaklar da bir iş yapacaklar. Yani pratik değil. Dolayısıyla bir muhâtap ve alternatif hâle dışarıda da gelemiyorlar. İçeride zâten değiller de, dışarıda da gelemiyorlar bütün bu hikâye dolayısıyla. Çok acayip. Sanki Erdoğan’ın hikâyesini Erdoğan değil de Altılı Masa’nın aktörleri –ki çoğunluğu oradan geliyor zâten– yaşamış gibi bir hal içerisinden siyâset yapıyorlar. O epistemolojik kopuşu yapamadıkları ve çâresiz bir şekilde, Erdoğan’ın içini tamâmen boşalttığı, birer çöp torbasına dönüştürdüğü o muhâfazakâr değerlerin olmadığı bir dünyada nasıl siyâset yapabileceklerini bilmedikleri, öyle bir siyâsî tahayyülleri olmadığı için. 

Bu dönemin sonu AKP’nin sonu değil. Bu açıdan bakıldığında hakîkaten bu dönemin sonu ne zaman gelir bilmiyorum. Bu değerler üzerine kurulmuş siyâsetin bütün toplumu başarısızlığa uğrattığını daha kaç türlü göreceğiz bilmiyorum. Ama belli ki daha görmemiz gereken şey var ki muhâlefet bize, Erdoğan’ın kendilerine verdiği ödevleri yaparak –ama iyi yaparak– bir alternatif üretmeye başlıyor. O da olmuyor. Olmayacak çünkü.

Ruşen Çakır: Evet, noktayı koyuyoruz. Ekleyecek sözü olan var mı? Bayağı uzun bir yayın oldu. Çok teşekkürler Ayşe, Burak ve Kemal. İzleyicilerimize de teşekkürler. “Adını Koyalım”ı burada bitiriyoruz. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.