Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Sevilay Çelenk yazdı: İçine yuvarlandığımız çukur

Doğru yerde durmanın çok ama çok zorlaştığı bir dönemden geçiyoruz. Aslında şu ya da bu dönemden geçiyoruz demekten de gına geldi hepimize. Çünkü “geçtiğimiz dönemler” bitemedi gitti. Geçemedik… Hiçbir yerden geçemedik. Yıllardır ama yıllardır yarın bir şeyler değişecekmiş gibi, başka bir şey olacakmış gibi yaşıyoruz. Değişim varsa da çok az, çok yavaş. Fakat geriye dönüş çok hızlı ve çok keskin. “90”lı yılların politik ortamına geri dönüş sadece birkaç yıl sürdü… Bu gerilemenin gerçekleştiğini birbirimize yeniden ve yeniden kanıtlama ihtiyacımız yok, o yüzden örnek vermesem de olur.

“Devlet aklı” matah bir akıl olmasa bile bir akıldır. Maalesef AKP iktidarları aklı iyiden iyiye terk etmiş görünüyor. Yani o beğenmediğimiz devlet aklı bile işlemiyor artık. Deneme-yanılma ve kandırma-kandırılma yöntemiyle başa sarıp duran kısa erimli ve oportünist bir akıl. Bütün enerji buraya yığılınca ve toplum hayatında bu akılsızlığa ve hukuk dışılığa karşılık gelen bir “çürüme” de yaratılınca günü herkesten iyi kurtarıyorlar.

Yine de günü kurtarmanın her gün biraz daha zor olduğu ise zirve yapan enflasyon oranlarından anlaşılıyor. İç ve dış politika alanında, züccaciyedeki fil misali hareket eden AKP iktidarının yarattığı hasarın bilançosunu yüksek enflasyon oranlarında görüyoruz. Şimdi işte bu fil, devletin içine yukarıdan aşağı istiflenmiş ve her biri diğer kısmıyla kavgalı çete-mafya yapılanması tarafından bir oraya bir buraya çekiştiriliyor. Haliyle her şey kırılıp dökülüyor. Tam bir talan. Kurumlar, hukuk, tarih, doğa, yaşam ve tabii ki çocuklar da bu talandan nasibini alıyor. En başından beri iktidar örgütlenmesini zaten böyle suç örgütlenmeleriyle güçlendirdiler. Kara para aklama (Reza Zarrab), cinai işler (Cemal Kaşıkçı), memleketi dünyanın karanlık köşelerinden birine dönüştüren sayısız gelişme. FETÖ’cü örgütlenmeyle evlilik ve boşanma sürecinde ortalığa saçılan pislik…

Şimdilik, bu “90”lar atmosferinde, züccaciyeye giren fil gibi döke saça devam ediyorlar. Peki onlar züccaciye dükkanına girmiş fil gibiyse, biz ne gibiyiz de bu fili bir türlü zapturapt altına alamıyoruz? Sanırım büyük bir kısmımız ortalığa saçılan cam kırıkları gibiyiz… Bildiğimiz mücadele yol ve yöntemleri başıbozuk bir fil bakımından hiçbir engel teşkil etmiyor. Hukuk diyoruz, demokrasi diyoruz, ifade özgürlüğü diyoruz. Oy hakkımıza sahip çıkıyoruz. Örgütlenme ve mücadele hakkımızı korumaya ve sürdürmeye çalışıyoruz. Böylece bu beladan üç vakte kadar kurtulacağımızı düşünüyoruz. Bir türlü olmuyor.

Durum bu ve önümüzde bir seçim var. Öyle umut ediyor olsak da “Gümbür gümbür geleceğiz” diyeceğimiz bir durum an itibarıyla pek yok maalesef. Siyasal muhalefete kızıp duruyoruz. O muhalefetin toplumsal muhalefetin gerisinde olduğunu söylüyoruz. Doğruluk payı da yok değil. Toplumsal muhalefeti sürükleyip, ezberlerden, hamasetten ve ağır din ya da millet istismarı söylemlerinden uzaklaştıracak heyecan verici bir hamle yapamıyorlar. Ama bir yandan da gerçekte kendi sınırlı çevrelerimize bakıp bakıp var sandığımız, istikrarlı bir toplumsal muhalefet de yok. Bu da bir yanılsamadan ibaret. Daha doğrusu toplumsal muhalefetin ekseriyeti bakımından giyim-kuşam ve yeme-içme kültürüne ya da “yaşam tarzları” denilen şeye dokunulmadığı müddetçe, mevcut siyasal iktidarlarla büyük bir çelişki de söz konusu değil. Kürt meselesinde siyasal iktidarla bir çelişkileri yok. Suriye ve genel olarak dış politikayla ilişkili olarak yok, sınır ötesi operasyonlar konusunda yok. Emek piyasası politikalarıyla ilişkili olarak bile varmış gibi ama aslında pek yok. Bu yüzden de AKP oylarında düşüş göstererek umut veren Metropoll’ün kasım ayı seçim anketinde bile, kararsızlar dağıtıldığında AKP’nin oyu, kendisinden sonra gelen CHP’den hâlâ 11,7 puan fazla.

Bunu görünce, “AKP’ye oy veren dini bütün yurttaş bütün bu yaşananlarda bir sakınca görmüyor demek ki” diyoruz. Zira bu konular üzerine düşünmeyi kesinlikle reddediyor ve koşulsuz desteğini sürdürüyor. Anlaşılan, bunca haksızlığa ve hukuksuzluğa ortak olmanın kendi inançları dairesinde hiçbir günahı da yok. Bu soygun ve talanı sorgulamak bir yana, oyları ile bir kez daha ortak olanlar, bir hesap gününe gerçekten inanıyor olabilir mi? Allah’ın verdiği aklı-çete mafya düzenine ipotek eder mi? İşte böyle, dön dolaş bir kısmımız bu noktaya varıyoruz. Ülke nüfusunun en az yüzde 30’u iki ileri bir geri AKP’yi desteklemeyi sürdürüyor çünkü. Bu nedenle, bu bizzat AKP eliyle kutuplaştırılmış dünya düzeni içinde gelip durduğumuz yer, AKP’lilerin (toplumun yüzde 30’unun) ahlak, din ve haysiyetini sorgulama noktası oluyor. Tam da sürüklenmek istediğimiz yer. Bunun bile ötesine geçiyoruz aslında, AKP’li olmadığı halde mütedeyyin olan kesimlere doğru bu sorgulamayı genişletiyoruz. Öyle ya, inanıyorlarsa eğer, din ve inanç adı altında bu yapılanlara bizden çok seslerinin çıkması gerekir. Öyle düşünüyoruz. Haksız da değiliz.

Dün Berrin Sönmez’in yazısındaki çarpıcı cümleleri okurken böyle düşündüm. “İsmailağa cemaatinden Hiranur Vakfı kurucusunun altı yaşındaki kızına tecavüz onayı vermesi bile kimilerince savunma pozisyonunda karşılanınca Müslümanlığı, kadınlığı bir kenara bırakalım, kişinin insanlığından utanmaması mümkün değil. ‘Haberi doğrulamadan yazmak büyük günah’ tarzında savunmalar duymak öyle acıtıcı ki” diyor. Bunu Berrin Sönmez’in, Müslüman bir feministin yazması iyi geliyor insana. Fakat bir yandan da onu okuduğumda mütedeyyin kesimi bu tür beklentilere bir cevap üretmeye zorlayan tabloyu da düşündüm dün. Oysa zaten bütün mütedeyyinler AKP’li değil. Onların açıklamalarını özellikle bekliyor oluşumuz da aslında normal bir dünyada pek normal değil. Din, İslam adı altında AKPMHP iktidarının bizi gömdüğü çukuru yüksek sesle lanetlemelerini bekliyoruz. Oysa hiçbirimiz ait olduğumuz toplumlar içinden biri (mesela Kürtler, Lazlar ve Çerkesler’den ya da Aleviler’den biri) bir suç işlediğinde, başlar bize çevrilsin istemeyiz. Bu hiç de hakça değil doğrusu. Fakat bir yandan da bugün yaşananlar artık böyle tekil olaylar değil, kontrolsüz tarikat yapılanmalarının, çivisi çıkmış bir yargı düzeninin, topyekun bir çürümenin kurumsal düzeydeki tezahürleri. Cinsel saldırı ve istismar olaylarının, aile içi şiddet ve tecavüzün sistematik göz ardı edilişi, hemen her gün ayrı bir taciz, ensest ya da tecavüz olayına takipsizlik kararı verilmesi filan da bu kurumsallaşmanın neticesi. Bu kararların birçoğunda da iktidara yakın çevreler lehine bir cezasızlık söz konusu oluyor. Yoksa muhalif kesimlerden bir kişi bir suç işlediğinde zaten her türlü cezasını buluyor.

Hâl böyle olunca, İsmailağa Cemaati’ne bağlı Hiranur Vakfı kurucusunun altı yaşındaki kızını evlendirmiş olmasının açığa çıkması karşısında, mütedeyyin kesimlerden güçlü bir itiraz bekleniyor tabii. Özel olarak onlardan açıklama beklemenin normal olup olmadığı konusu ikincilleşiyor. Altı yaşında çocuk evlendiriliyor. O yaştan itibaren evlilik adı altında korkunç bir cinsel istismara maruz kaldığı, evlendirildiği kişinin ses kayıtlarıyla belgeleniyor. Buna rağmen olay, mağdurun ailesinin açık işbirliği ile “din düşmanlığı” şeklinde sunularak halı altına süpürmeye çalışılıyor. Bir kez daha anlıyorsunuz ki aile ve ahlak adına her gün nefret örgütlenmeleri düzenleyenlerin, “dört” duvar arasından sık sık başını gösteren “aile canavarı” umurlarında bile değil. Bu canavar, din adı altında korunup kollandıkça maalesef mütedeyyin kesimin de normal koşullarda kimseden daha fazla muhatap olmaması gereken bir durum söz konusu oluyor ve “söze, konuşmaya zorlanmaları” normal hâle geliyor. Zira “İslam bu değil” deniyorsa, İslam’ın ne olduğunun bu tür olaylara referanslarla yorumlanması ve bu çürümenin açıkça mahkum edilmesi gerekiyor.

Maalesef dinin ya da dindarlığın giderek daha fazla görünür hale gelen yüzü bu: Baskıcı, cinsiyetçi, kapalı yapılanmalardaki skandallar, hatta IŞİD vs. düşünüldüğünde insanlığa karşı ağır suçlar… İslam adına uzun zamandır bu tür yapılar konuşuyor. Bu yapılarda cinsellik ve kadın bedeni üzerinde sonsuz bir dikkat söz konusu. Sadece ekranlarda din adamları olarak karşımıza çıkan kimi isimlerin yorumlarına, videolarına, yazılarına baksak bile bunu görürüz. Cinsiyetçilik ve cinsellik konusundaki baskılar, cinselliğe sonsuz ve maalesef ağır istismarlar eşliğindeki sınırsız bir odaklanmayı getiriyor. Cinselliğin ve kadın bedeninin tabulaştırılmasının kaçınılmaz sonucu.

İşte “ailenin” dört duvarı arasında “sapkınlaşan” odaklanmalar, en savunmasız olan kesimlere yöneliyor. Çocuklara, genç ve kendi hayatları üzerinde söz hakkı olmayan kadınlara… Tüm kadınlara… IŞİD bunu bütün dünyanın gözü önünde bütün metaforlardan, yan yollardan, arka bahçelerden dolanmayı reddederek açıkça yaptı. Kadınları düpedüz “mal” gibi pazarda, internette satışa sundu. Köleleştirdi. Yaktı… Öldürdü… Ne oldu? “Bunun dinle bir ilgisi yok” demekle yetinildi. Binlerce kadın kaçırılır, katledilir ve köleleştirilirken Müslüman ülkelerin liderleri IŞİD’i zoraki terör örgütü ilan etmek dışında pek bir şey yapmadı. Bu yapılanlara ayrıntılı ahlaki bir itiraz getirilmedi. Fakat IŞİD’çilerin kollandığına ilişkin kanaati güçlendiren çok olay oldu. Bundan da öte yüzyılın felaketini yazan IŞİD’çiler Kürtler ile karşı karşıya kaldığından Türkiye’de kendini seküler ve demokrat filan olarak tarif eden kesimlerde bile adları lanetle anılmadı. Fırsat bu fırsat diyerek, Kürtler’in bölgeden tümüyle tasfiyesi seçeneğine çok daha fazla odaklanıldı kısacası.

Şimdi işte geldiğimiz noktada, bir anda patlak veren birbirinden önemli sorunlar karşısında “doğru” yerde durmak çok zor. Hele ki “doğru yer” denilen şeyi sürekli sorguluyorsanız. Bir yanda otoriter siyasal İslamcılığın cinsiyet eşitliği alanında yöneldiği ağır hak hukuk ihlalleri, çocuk istismarına karşı körlük, genel olarak kadınlara ve LGBTİ+’lara yönelik nefret örgütlenmesi söz konusu. Öte yandan bu örgütlenme karşısında birçoğumuz giderek daha fazla mütedeyyin kesime tepki geliştiriyor, en azından ne söyleyeceklerine odaklanıyoruz. Oysa “suç ortağı” muamelesi yapılan ve büyük kısmı AKP’li bile olmayan geniş bir mütedeyyin kesim söz konusu. Zira Türkiye’de halkın önemli bir kısmı kendini şu ya da bu ölçülerde “dindar” olarak tanımlıyor. Üstelik zaten AKPMHP iktidar bloğu bugünkü ekonomik çöküşte bile ayakta kalmak bir yana, anketlerde hâlâ en önde gidiyorsa, toplumun geri kalanının suç ortaklığı mütedeyyin kesimden daha az değil demektir.

Yaşanan süreçler sonucunda, politik “görme” yetimizi ve kavrayışımızı İslamofobi üretmeden sürdürmek giderek zorlaşıyor. Bundan da öte çok haklı tepkilerin bile hızla “İslamofobi” ya da din düşmanlığı olarak damgalanması işi daha da güçleştiriyor. İtildiğimiz çukurda debelenip duruyoruz. AKP bunu herkesten iyi biliyor. Bu yüzden de o yüzde 30 orada neredeyse taş gibi duruyor. Biz de ne yaptığımızı iyi bilmek zorundayız. Başkalarını ses vermeye zorlarken kendimiz de sesli düşünmek, kendi sessizliklerimizi ve bunun anlamını yoklaya yoklaya cinsiyetçiliğe, militarizme ve savaşa karşı ses vermek durumundayız. Bunların hepsi birbiriyle ve içine yuvarlandığımız bu çukurla fazlasıyla ilişkili.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.