Bu sene Ankara’ya kar yağmadı henüz. Yeni yıla karsız girdik. Oysa bilhassa Ankara’da yeni yılın alameti farikası biraz da kardır. Bir önceki yılın çirkinliklerini kapatır, yeni yıl için beyaz bir sayfa açar adeta. Neyse kar yağsın ya da yağmasın o yeni sayfayı bu sene muhakkak açmak gerekiyor. Bu şekilde daha fazla gidilemez. Mümkün değil.
Sanırım geçen yıl da söz etmiştim, aralık ayının sonlarına doğru, kış yazısı yazıp yazmayacağımı soran, daha doğrusu yazmamı kibarca hatırlatan bir okurum var. Çünkü ya yılın son yazısı ya da yeni yılın ilk yazısı olan bir yazı yazıyorum her sene. Bu yedinci yazı. Sözünü ettiğim okur da yıl sonu yaklaşırken hatırlatmasını yapıyor. Askerdeyken yazdı, madende çalışırken yazdı, memleketinde anne evinde işe güce ara vermişken de yazdı. Madende çalışıyor esas olarak. İşçi mi, bekçi mi yoksa mühendis mi bugüne dek sormadım. O da yazmadı ama bazı yazdıklarından cümleler paylaşabilirim sanırım.
“… Dağı tarafındayım. Dağların arasında Maden İşletmesi. Bunaldım dağlardan. Yılbaşının o masalımsı havasını ben de çok seviyorum. Bu zamanlar Londra sokaklarında kaşkol ve deri eldivenlerimle Noel havasına bürünmek gibi bir hayalim var hep. Birbirine sokakta ‘Mutlu Neoller!’ diyen insanların yoğunlukta olduğu bir şehir…”
Daha yakın bir zamanda da şunu yazmış:
“Yazılarınızı okuyorum. Gülüyorum da bir yandan. Beni soracak olursanız, memleketin kanını emen beş büyüklerden birinin madeninde çalışıyorum halen açlık sınırı ücretiyle… Ümit İlter demişti, ‘Derine, hep derine kazıyoruz. Üzerimizde ağır bir yeryüzü gökyüzünden uzakta, çok uzakta. Nerede çağımızın o altın kalbi, çağımızın o altın kalbini arıyoruz…’ Bu günlerde bu tür umutlara sarılıyorum, daha doğrusu nice zamandır böyle…”
Madencinin üzerindeki ağır yeryüzü… Müthiş bir dize. Bazen üzerimizdeki gök de ağırlaşıyor ağırlaşmasına ama ne olursa olsun gökyüzü gökyüzüdür. Madencinin üzerindeki yeryüzü gibi ağırlaştığını söylemek etkileyici fakat adil olmayan bir metafor kurmak olur.
Ağır bir yeryüzünün altında, madende çalışırken Londra’daki bir Noel’in hayalini kuran, pencerelerden sızan sarı ışıkları ve bu ışıkların önünde dans eden kar taneciklerini, kar taneciklerinden söz eden kış yazılarını seven, bir yönüyle meçhul bir okur… Birinde ona da yazmıştım. Öyle bir ülkedeyiz ki varlıklarımız “sürprizlere” dönüşüyor. Hala hayal kuran, iletişim kuran, yazan ve okuyan insanların var olması bile büyük bir sürpriz. Kış yazılarını bekleyen bu okura esin borçluyum. Yılda bir-iki kez yazdığı maillerdeki o direngen duyarlılığı, mesafeyi ve kelimelerindeki özeni seviyorum.
Bu yazı bir yeni yıl yazısı olamayacak sanki. Kar kokusuyla, hafiflikle ve yeni kelimelerle ilişkili o yazılardan bu sene çıkmaz benden. Hayatımızda artık maalesef hafif olan hiçbir şey yok çünkü. En hafif olan şey özgürlük ve nefes almaktır herhalde ama ikisi de sanki her an uçup gidebilir elimizden. Uçup gidiyor. Geçen hafta Ankara’da bir iş adamı, birlikte yemek yerken bir tartışma yaşadığı akademisyen arkadaşını silahla kafasından vurarak öldürmüş. Böyle… Eşi, sevgilisi ya da aile yakınları tarafından öldürülen kadınların haberlerini almadığımız bir tek gün yok. Özgürlük deyince zaten her şey ortada.
Oysa hayat müthiş güzel… Bu sene hayatın güzelliğinin bir kısmını geri alabileceğimiz bir sene olsun. Her şeyin çok güzel olması gerekmiyor. Eskiden de değildi. Ama bu kadarı artık çok fazla…
Yılın son günlerinde Şebnem Korur Fincancı’nın tutuklu yargılandığı davanın ilk duruşması vardı. Şebnem Hoca Çağlayan’da yapılan duruşma için Ankara’dan İstanbul’a elleri kelepçeli götürülmüş. Beş buçuk saatlik yol… Şebnem Hoca için bir ayrıcalık, herkesten farklı bir muamele bekliyor olmanın şaşkınlığı ya da hiddetiyle yazmıyorum bunu. Zaten tutuklu olmaması gereken, bu ülkenin mücadeleci ve onurlu hekimlerinden birine bu yaşatılanlara isyan etmek lazım en başta. Elleri kelepçeli oradan oraya götürülmesine… Şebnem Hoca günlerdir dört duvar arasında. Dört duvar arasında kimler kimler var… Her defasında hepsinin adını buraya tek tek yazmak istiyorum. Hep birileri eksik kalıyor. Bugün hiç değilse yenilerde tutuklanan arkadaşımız, Ankaralı belgeselci Sibel Tekin’i anmak isterim. İyi ki var. Bir de şu sıralar dışarıda olsa muhtemelen siyasetin seyrini değiştirecek olan Selahattin Demirtaş’ı bütün siyasi tutsaklar adına anayım yine. Birçok diğer isim gibi Demirtaş’a yapılan da gerçek bir zulümdür. Böyle devam edilemez.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
“İBB terörist istihdam ediyor” diye yeri göğü inleten İçişleri Bakanı karşımıza terörist olarak Hakan Koçak’ı çıkarıyor! Barış imzacısı akademisyen arkadaşımızı. Hakan Koçak AYM’nin barış imzacılarının eylemlerinin ifade özgürlüğü kapsamında olduğuna hükmeden gerekçeli kararı doğrultusunda beraat etmiş bir akademisyen. Sadece o da değil, Soylu’nun İBB’de terörist ilan ettiği diğer kişiler hakkında da bir yargı kararı ve İmamoğlu’nun açıklamalarından anlaşıldığı kadarıyla devam eden herhangi bir soruşturma söz konusu değil. Ama Soylu’ya sorarsanız hepsi “terörist”. Gerçi kimsenin sorduğu da yok ama söylüyor işte. İstanbul Belediyesi’ne de kayyum atamaktan başka çareleri kalmazsa, maksat kulaklarımız oranın terörist yuvası olduğuna şimdiden alışmış olsun. Dert bu. Aslında bu ülkede belki toplumun yarısından fazlası için bu sözlerin hiçbir kıymeti de yok. Ne söylüyorsa onun tam tersi doğrudur diye düşünülüyor uzun süredir. Ak diyorsa kara, kara diyorsa ak… Üstelik Ekrem İmamoğlu, belgeleriyle kendi dönemlerinde değil ama AKP döneminde basit sabıka kaydında bile silahlı terör örgütü üyeliği ve bombalı terör eylemi suçları bulunanların İBB’de istihdam edildiğini açıkladı. Satırı satırına şunları söyledi:
“Peki, bakan bey sizin partinizin döneminde ne yapılmış? Siz, değil arşiv araştırması adli sicilinde yani basit sabıka kaydında bile silahlı terör örgütü üyeliği, bombalı terör eylemi gibi suçları olanları istihdam etmişsiniz. 2017’de işe aldığınız A.T, 2018’in temmuzunda işe aldığınız R.A bunlardan birkaçı. 2018 yılı kasım ve aralık ayında işe alınan üç terör örgütü İBDA-C üyesi sabıkalı personelin iş akitlerini de biz feshettik.”
Şaşırdık mı? Hayır.
Zaten kitapların bombadan daha tehlikeli olduğunu çoktan ilan etmişlerdi. Bununla yüzde yüz uyumlu bir tablo söz konusu. O yüzden ifade özgürlükleri kapsamında barış için, demokratik bir toplum hayatı için imza veren veya konuşan doktor, gazeteci, sanatçı ya da akademisyen “terörist” sayılıyor. Hakiki terör failleri ise devletlularla birlikte her gün başka bir poz kesiyor. Anlaşılan o ki belediyelerde ve her yerde rahatlıkla istihdam da edilebiliyor. Bir tek cezaevine koyamıyorsunuz onları. Dokunulmazlıkları var çünkü. The untouchables. Döne döne seyrettiğimiz eski bir film… Seçilmiş milletvekillerinin dokunulmazlığı yok ama anlaşılan teröristlerin var. Ben daha bu satırları yazarken biri CHP’li diğeri İYİ Partili iki vekilin dosyasının, dokunulmazlıkları kaldırılmak üzere ilgili Meclis komisyonu gündemine alındığının haberi düştü ekrana. Az sonrasında da AYM’nin HDP’nin Hazine yardımı hesaplarına bloke koymasına ilişkin kararının haberi geldi. Ne HDP korkusuymuş be… Seçmen iradesine darbe üzerine darbe. Millet iradesi diyemiyoruz, çünkü AKP’li olmayanın “millet” olmadığını da çoktan ilan etmişlerdi. Fakat daha fazla böyle devam edilemez…
Yeni bir yıl böyle tamamlanamaz kısacası. Tek bildiğim bu ve kendi adıma böyle kapanmaması için elimden gelenden de fazlasını yapacağım. Seçimlere aylar kala yazmış olayım ve bu da burada dursun. Bence herkesin bunu yapması gerek. Bu seçimin, bu çivisi çıkmış dünyanın sonunu getirmesi gerek. Yeni yıldan tek isteğim bu. Bunu Altılı Masa filan değil, biz yapacağız. Tek tek her birimiz. Buna gücümüz var.
Yeni yıl yazısı yazacaktım. Karla başladım, nereden nereye… Hayatımızdaki ışığı çaldılar. Hayatımızı çaldılar. Siyasetle yatıp siyasetle kalkıyoruz. Bir film seyretmek istiyorsun günler geçiyor. Bir roman okumak istiyorsun yine öyle. Her şey ertelenmiş, herkes bekliyor. Böyle devam edilemez. Güzelim yılbaşı gecemizin bile temel mevzuu siyaset oldu… Oysa yılbaşı gecesi niye siyaset konuşuyor olalım ki?
Geçecek bunlar. Sözüm olsun, gelecek yıl şahane bir kış yazısı yazacağım…