Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (149): Ortak aday tartışması, Kılıçdaroğlu’nun “Beşli Çete” ısrarı ve terör tehdidi

CHP Genel Merkezi’ne “Ben Kemal geliyorum” pankartı asıldı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun “beşli çete”ye bu replikle meydan okuyuşu haftaya damgasını vuran olaylardan. Kılıçdaroğlu doğrudan Erdoğan’a saldırmak yerine Erdoğan ile alakalı “beşli çete gibi işin içerisinde büyük miktarlar söz konusu olan grupları hedef yapması siyaseten doğru bir davranış olarak yorumlandı.

Millet İttifakı’nda ortak aday tartışması devam ederken, Türkiye açısından etkisi uzun süre hissedilecek olan terör saldırısı beklentisi ve yabancı ülke temsilciliklerinin kapatılması siyasete etki eden olaylardan oldu.

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış’ta Kılıçdaroğlu’nun “beşli çete” ısrarını, ortak aday tartışmasını, terör saldırısı beklentisi sonrası kapatılam temsilcilikleri ve bunların seçim sürecine etkilerini yorumluyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Haftaya Bakış’la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la haftanın öne çıkan olaylarını ele alacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba, Ruşen.

Ruşen Çakır: Siyasette işler biraz sertleşmeye başladı. Bugün CHP genel merkezinde “Ben Kemal, geliyorum’’  fotoğrafı asıldı, görmüşsündür; Cüneyt Arkın filminden alınmış bir replik bu. ‘’Beşli Çete’’ meydan okuyuşu… Ben bu konuyu geçen gün değerlendirdim ve Kılıçdaroğlu’nun akıllıca bir şey yaptığını düşünüyorum. Doğrudan Erdoğan’a saldırmak yerine, Erdoğan’la birebir alakalı, ‘’Beşli Çete’’ gibi bir noktadan konuyu ele aldı. İşin içerisinde büyük miktarda paralar söz konusu. Böyle bir hedef göstererek, siyaseten doğru bir şey yaptığını düşünüyorum. Ama tekil birinci şahıs konuşuyor olması, adayın kim olacağı meselesiyle de doğrudan alâkalı. Açıkçası birinci tekil şahıs konuşuyor olması doğru mu, yanlış mı, bu konuda kafam biraz karışık, bilmiyorum. Sen ne dersin?

Kemal Can: Bir kere bu ‘’Beşli Çete’’ vurgusu, Kılıçdaroğlu’nun zaten daha önceden başlattığı bir şeydi. ‘Ben’ kısmı da öyle. Neredeyse bir yıldır böyle bir kampanya yürütüyor ve bu Beşli Çete meselesini de sık sık gündeme getiriyor. Hatta sadece Beşli Çete’den hesap sorulacağını değil, Beşli Çete ve çevresindeki bazı lobilerin kendisiyle temas etmeye çalıştığını, yakın çevresinden bazı insanların da onlarla arabuluculuk yapmaya kalktıklarını söylüyor. Dolayısıyla Beşli Çete tartışmasını, sadece devletten ihale alan ve halkın kaynaklarını tüketen birtakım kuruluşlar olmaktan başka bir faaliyetin ve genel bir oligarşinin parçası olarak tarif ediyor. 

Bu, biraz sol popülist bir söylem. ‘’Yoksul halkın kaynaklarını tüketen, onları sömüren küçük azınlıklar’’ söylemi, karşılık bulabilecek doğru bir söylem. Hatta Kılıçdaroğlu başlangıçta Beşli Çete meselesini ilk kez gündeme getirdiğinde, muhalefetten bazı çevrelerinden buna hafif dudak büken yorumlar geldiğini de hatırlıyorum. “Acaba öyle demese mi? Acaba devr-i sabık yaratılmaması mı gerekir? Bu serbest piyasa işleyişine ters birtakım göndermeler içerir mi?” gibi sorular sorulduğunu da hatırlıyorum. Siyasilerden de, birtakım bağımsız iktisatçılardan da, uzman ya da gazetecilerden de ben benzeri yorumlar duyduğumu hatırlıyorum. Ama geçen sürede hem yolsuzluk hem de yoksulluk algısının çok belirgin hâle gelmesiyle birlikte, bence bu söylem bir biçimde karşılık bulmaya başladı. Bir küçük parantezle daraltan bir içeriği var. Yani sadece insanların yaşadığı ekonomik sorunların, sadece 3-5 tane elitin ya da ‘’Beşli Çete’’ diye tarif edilen bir çıkar grubundan ibaret insanların yarattığı bir sorun olarak algılanması, hedefi biraz küçülten ve sistem tartışmasını biraz zayıflatan bir şey. Ama buna vurgu önemli.

Geçen süre içerisinde bu tür itirazlar epeyce geriye gitti. Hatta son Mutabakat Metni’nde de gördük ki, Kılıçdaroğlu aslında ekonomik alanda da hesaplaşma meselesini, bütün muhalefetin ortak söylemine çevirmeyi başarmış görünüyor. Ben bunun doğru bir strateji, doğru bir tavır olduğunu ve sonuç vereceğini düşünüyorum. Ama tabii bunu ne kadar güçlü bir kampanya motifine dönüştürecekler? Bunu popülarize etmek için birtakım yöntemler de buldukları anlaşılıyor. Kılıçdaroğlu ‘’Çetemetre’’ gibi şeyler söylüyor. “Geliyorum” söylemini, aslında bir hesap sorma ifadesi olarak yerleşikleştirmeye çalışıyor. Şimdiye kadar hep “Devr-i sabık yaratmayalım. Aman, öyle bir hesaplaşma görüntüsü vermeyelim. Helalleşme bize yeter” havası yerine, artık hesaplaşma da önemli. Özellikle yargıda ve ekonomide, yapanın yanına kâr kalacak bir işleyişe izin vermenin hem seçmen memnuniyeti açısından hem de iddia olunan değişimi yaratmak açısından, çok isabetli olmadığı fark edilmiş durumda. Şimdi bunu böyle doğru araçlarla kamuoyuna taşıyıp, kuvvetli bir seçim stratejisi malzemesine dönüştürmeleri mümkün gibi görünüyor. Açıkçası Mutabakat Metni’ne de bunun sirayet etmiş olmasının ve daha önce “Devr-i sabık, aman ha” diyenlerin birazcık geriye çekilmiş olmasının hayırlı olduğunu düşünüyorum. Çünkü muhalefet dilinde yaşanan sorunları işaret etmekten öte, bunun sorumlularına dikkat çekmenin bence önemli olduğunu ve yavaş yavaş buraya doğru evrildiğini düşünüyorum. 

Burada birinci tekil kullanıp kullanılmaması meselesi taktik bir yaklaşım. Ama bu sadece bu olayla ilgili değil. Kılıçdaroğlu neredeyse geçtiğimiz yıl boyunca pek çok açıklamasını ‘’ben’’ diyerek yaptı ve bu adaylık işareti sayıldı. Bazıları eleştirdi, bazıları sorunlu buldu, bazıları çok doğru yaptığını düşündü. Ama geçen sürede hem Kılıçdaroğlu’nun kendi kabul edilirliği anlamında, partisindeki ve genel muhalefetteki etkisi hem gündem kurma imkânları açısından, söylendiği kadar sorun çıkartmadığı kanaatindeyim. Sorun, muhalefet ittifakının içinde oluştu. Yani seçmendeki karşılığı açısından bir rahatsızlık verip vermediğinden çok emin değilim, verdiği kanaatinde de değilim. Ama rahatsızlık verdiği yerler başka tarafta. Onları da zaten görüyoruz.

Ruşen Çakır: Şimdi onu konuşalım. Temel Karamollaoğlu, Millet İttifakı’nın 13 Şubat’ta yapacağı toplantının gündemini belirlemek üzere genel başkanları ziyaret ediyor. Ankara’daki arkadaşlarımızdan Cansu Timur’un çok güvenilir kaynaklardan aldığı bilgiye göre ki biz de bunu haber olarak yazdık, Temel Karamollaoğlu, Kılıçdaroğlu’na desteğini söylemiş ve görüştüğü Babacan, Davutoğlu ve galiba Gültekin Ünsal’ın da bu konuda aynı şekilde düşündüğünü açıklamış. Geriye bir tek İYİ Parti kalıyor. Bugün görmüşsündür, İYİ Parti’de de Genel Başkan Yardımcısı, Ümit Özlale açık ve net bir şekilde Kılıçdaroğlu konusundaki rezervlerini dile getirdi. Cihan Paçacı yaptığı kadar sert olmayan ama yine çok net olan bir çıkış yaptı. Ama onun Meral Akşener’i ne kadar bağladığından çok emin değilim. Benim öğrendiğim kadarıyla Meral Akşener, partiden önemli isimleri, il başkanlarını, milletvekillerini, MKYK’yı ayrı ayrı toplayıp Kılıçdaroğlu’nun adaylığı meselesini konuşup ondan sonra karar verecekmiş. Yani şu anda İYİ Parti’de bildiğim kadarıyla verilmiş bir karar yok ama eğilim, Kılıçdaroğlu’nun olmazsa iyi olacağı yönünde. Tercihlerinin de İmamoğlu’ndan yana olduğu net bir şekilde gözüküyor. 

Ama ortada şöyle bir sorun var: Mansur Yavaş da Ekrem İmamoğlu da “Genel Başkanımızı destekliyoruz” diyorlar, adaylık deklare etmiyorlar. Sonuçta ortada aday adayı olarak bir tek Kemal Kılıçdaroğlu var, öyle değil mi? Yani Meral Akşener de “Ben başbakanlığa adayım” dedi. Akşener karşı çıktığı zaman yerine ne önerecek? Önerebileceği kimse yok. Çünkü “Ben adayım” diyen kimse yok. Sonuçta orada garip bir kitlenme var. Bir de “Biz sizin adaylığınıza destek vermiyoruz” dediği zaman ne yapacak? Başka bir aday mı çıkaracak? Belki şöyle bir şey olabilir: “Tamam. Biz istemiyoruz. Adaysanız olun, ama biz buna çok da fazla seferber olmayız” gibi bir politika da olabilir belki. O da işleri iyice zorlaştırır. 

İYİ Parti’nin alenen destek vermediği, hatta gönül koyduğu bir adayın kazanma ihtimali ne kadar olabilir, açıkçası çok emin değilim. Çünkü son araştırmalarda, Erdoğan’ın toparlama eğiliminin sürdüğünü görüyorum. Mesela, PANORAMATR’nin en son yaptığı araştırmada çok acayip rakamlar var. Bunu da yarın Hatem Ete konuşacağız. Mesela, Altılı Masa’nın, yeni adıyla Millet İttifakı’nın toplamı, Cumhur İttifakı’nı yakalayamıyor. Biliyorsun, normalde şöyleydi: Cumhur İttifakı, CHP ve İYİ Parti’yi geçiyordu ama Altılı Masa’yı geçemiyordu. Ocak ayı itibariyle yaptıkları ankette, Cumhur İttifakı Altılı Masa’yı kıl payı geçiyor. Böyle r ilginç bir durum var. Dolayısıyla İYİ Parti çok teşne olmasa da, ‘’biz yine de kazanırız” deme lüksleri de çok fazla olmayabilir. Gerçekten çok kritik bir noktadayız ve ayın 13’ündeki toplantıda bir şeylerin de netleşmesi gerekiyor. Zira süre de kalmadı. Bugün itibariyle seçime galiba 100 ya da 101 gün var. Çok acayip, kritik bir durum. Nasıl çözüleceğini açıkçası bilmiyorum. Bu konuyu konuşmaktan bıktık, ama bıkıyor olmamız, konuyu konuşmamız gerektiğini de ortadan kaldırmıyor.

Kemal Can: Zaten bıkma şundan cereyan etti: Konuşması gerekenler konuşmayıp, onun dışındaki herkes konuştuğundan ya da konuşulması gerekenleri birbirleriyle konuşmayıp herkesle konuştuklarından, bu iş çözüleceği yerde, konuşulmayan, çözülmesini zorlaştıran, biraz kontrolsüz biçimde konuşulan bir hadise haline geldi. Bu kilitlenme hem herkesin moralini bozdu hem de aslında kendini sıkıştıran bir tartışmaya dönüştü. 

Bu ‘’açık ve net’’ meselesi de biraz tuhaf. İYİ Parti, açık ve net olarak Kılıçdaroğlu’nu çok istemediklerini söylüyor. İyi de, niye bunu Masa’da söylemiyorlar? Mesela, Ümit Özlale “Biz onay mercii değiliz” diyor. Peki, bunu söyleyeceğiniz yer Altılı Masa değil mi? Bunu kamuoyuna deklare etmeniz gerekmiyor. Tam tersine, bu, muhatabınıza söyleyeceğiniz bir şey. Bunu kamuoyuna söylediğiniz zaman şu anlama geliyor: ‘’Siz bütün muhalefete ya da Masa ortaklarına değil, kendi taraftarlarınıza, kendi pozisyonunuzu anlatan ya da zorluğunuzu anlatan bir şey söylemiş oluyorsunuz. Ya da diğer aktörleri bir davranışa zorlamaya çalışıyorsunuz’’ demektir. Bu tür ‘’açık ve net söyleniyor’’ kılığında söylenen şeylerin hiçbiri açık ve net değil. Yine Ümit Özlale’ye sorulan “Kılıçdaroğlu’nun adaylığına karşı mısınız?” sorusuna, “Yok, bunu söyleyemeyiz” diyor. Ama Mansur Yavaş ve İmamoğlu’na eşit mesafede olduğunu söylüyor. Mansur Yavaş ve İmamoğlu’nun aday olup olmadığını bilmiyoruz. Kendileri aday mı, değil mi bilmiyoruz. Bunlar sizin adayınız mı, onu bilmiyoruz. Aslında başkasının göstereceği adayı belirlemeye çalışıyorsunuz. Yani bir aday önerisiyle gelmiyorsunuz, bir aday önerisine vetonuzu da açıkça söylemiyorsunuz. Sadece, birilerini, başka bir aday bulsunlar ya da göstersinler diye yönlendirmeye çalışıyorsunuz. Bunu da kamuoyunda bir tartışma yaratarak yapmaya çalışıyorsunuz. 

Anketlerde bir yıldır yapılan eğilim yoklaması da zaten bu tartışmaların gölgesinde cereyan ediyor zaten. Aslında ‘’kazanacak aday’’ tartışması başladığı ândan itibaren, herkes, anketlerde kimin kazanabilir olduğu üzerinden birtakım cevaplar veriyor. Mesela bu anketlerdeki toparlanma, değişim gibi şeylere de ben gayet ihtiyatla bakılması gerektiğini düşünüyorum. Bundan iki ay önce “Büyük bir erime var ve her ankette Millet İttifakı onu da geçti, bunu da geçti. Her adayı Erdoğan’ı geçti” yorumları nasıl çok inandırıcı ve kesinleşmiş şeyler değilse, bugün olanlar da öyle değil. Çünkü bu, aslında biraz seçmenin duygu durumunu aksettiren veriler. Bunu süzerek değerlendirmek lazım. Bunu mutlak veriler gibi değerlendirmemek lazım. Şu ânda muhalefet seçmenin morali daha bozuk ve bu, anketlere sayısal olarak yansıyor. Bunu hep konuşuyoruz zaten. Hatta muhalefete oy verecek insan sayısından daha fazla insan, iktidarın tekrar kazanabileceğine inanıyor. Yani kendi oyundan emin, ama herkes bir başkasıyla ilgili endişe duyuyor. Muhalefette böyle bir ruh hâli oluşmuş durumda. Bu tartışmaların içerisinde Ümit Özlale “Kılıçdaroğlu’nun adaylığına karşı mısınız?” sorusuna “Yok, onu söylemiyoruz” diyor. Daha önce Akşener de “Bunu söylüyoruz” diye açıkça söylemedi. Sonuçta biz de dâhil herkes, ‘’Bu konuda İYİ Parti’nin ayak dirediği net’’ diye konuşuyor. Ama netliğin olması gereken yer bizim kanaatlerimiz değil ki… Bunun o Masa’da ortaya konmuş olması lazım. “Biz onay mercii değiliz” diyeceğiniz yer, yine o Masa’nın kendisi. Ama o Masa’nın dışında her yerde, medyada, kendi tabanınızda bunu söylüyorsunuz. 

Birtakım anketlerde, İYİ Parti’nin %50’si Kılıçdaroğlu’na oy vermeyi düşünmediği sonucu çıkmış. Burada sorulacak sorulardan bir tanesi de ‘’o %50 neden oy vermeyi düşünmüyormuş?’’ değil mi? Buradaki referansları neymiş? Bunun gerekçesi neymiş? İYİ Parti bu veri üzerinden bir sonuç üretmeye çalışırken, bu verinin kendisine dair ne söylüyor? Bunun gibi ortada pek çok soru var. 

Mesela Altılı Masa’nın içinde yer alan İYİ Parti’nin, bizzat Akşener’in defalarca söylediği bir şey var, hatta en son, televizyon röportajında da yine tekrar etti: “13. Cumhurbaşkanı Altılı Masa’nın adayı olacak” dedi. Bu gerçekten net bir cümle. Ama şimdi neyi konuşuyoruz? Senin sorunda ne var? İmamoğlu ve Mansur Yavaş pozisyonlarını değiştirmezse, Kılıçdaroğlu da pozisyonları değiştirmezse, diğer kulisler de, bize Altılı Masa içerisinde CHP’nin Kılıçdaroğlu adaylığı konusunda güçlü bir eğilim oluşmaya başladığını söylüyor. O zaman, o söylenmiş net lafın hilafına bir pozisyon almak zorunda kalacak. Yani İYİ Parti eğer bu yöntemle böyle bir sonuç alacağını düşünüyorsa, birilerini bir şeye zorlarken, bir yandan kendisini de sıkıntılı bir pozisyona doğru sıkıştırmaya başlamış durumda. Bunu tekrar tekrar söylüyorum: Altılı Masa’da birlikte konuşulması gerekeni, dışarıda halletmeye çalıştıkları için bu oluyor.

Ruşen Çakır: Kemal, herhalde geçen yedikleri yemek gibi bir olay olacak ve Kılıçdaroğlu ile Akşener tekrar son bir kez her şeyi açık açık konuşacaklar. Muhtemelen 13 Şubat’tan önce olur. Öyle gözüküyor. Eğer bunu yapmadan, yine birtakım dolaylı, üst örtülü aracılar üzerinden konuşup masaya öyle otururlarsa 13’ündeki toplantıdan da bir sonuç çıkmaz. Aslında o son yedikleri yemekte bunları konuşmuş olmaları lazımdı, öyle değil mi? İnsan ‘’bunu konuşmuyorlarsa neyi konuşuyorlar?’’ diye düşünüyor. 

Kemal Can: Bir de anlamadığım bir şey var: Toplantılar dışında onların birbiriyle konuşmasına ilişkin bir yasak mı var? Böyle bir kural mı var? Niye konuşmuyorlar? Bunları konuşmak için Altılı Masa toplantısını niye beklemek gerekiyor? Aylardır niye beklemek gerekiyordu? O Masa toplantıları, birtakım mutabakat metinlerini ortaya koymak veya bütün hepsinin beraber ele alacağı konuları konuşmak için. Ama ikili meselelerde ya da istişare zemininde, defalarca bir araya gelmeleri, neredeyse her gün konuşmaları pekâlâ mümkün. Ama bu bir tercih sorunu. Yani konuşamadıklarından, zaman bulamadıklarından, onun zemini olmadığından değil ki. Böyle çözmeyi tercih ediyorlar. Bunu kamuoyuna açık olarak tartışmayı, siyasi bir hamleye dönüştürmeye çalışıyorlar. Herkes, bu tartışmanın kendisini kullanarak siyasi pozisyonlar elde etmeye çalışıyor. Sonra dışarıda konuşan adamlarını birbirlerine gösterip “Bizimki istifa etti, sizinki niye etmedi? Sizin Bülent Kuşoğlu konuştu, bizde Cihan Paçacı konuştu. Ama sizde de Yavuz Ağıralioğlu öyle dedi, onun kulağını kimse çekmedi” gibi konuşmalar gerçekleşiyor. Yaşanan şeyin bu açıklıkta ve bu ulu ortalıkta konuşulması ne kadar acayip bir şey! “Bizim böyle bir sorunumuz yok, biz bunları henüz konuşmuyoruz” denilen şeyi dışarıda iyice yakası açılmadık bir şeye çevirmiş durumdalar. Ama bunun bir pozisyon avantajı sağladığını sanıyorlarsa, bence herkes burada çok ciddi biçimde yanılıyor. Yaratılan şey, “İktidar toparlanıyor, muhalefet galiba sıkıntıda” görüntüsünün muhalefet cephesinde yarattığı moral bozukluğuyla ilgili. Yoksa ben iktidarın oy artışı yakaladığı kanaatinde değilim. Hiçbir belirli koşul da yok zaten. 

Ruşen Çakır: İktidarın kazanmasından ziyade, muhalefetin kazanamaması gibi bir olay var. 

Kemal Can: Ama şu anda kazanamamanın nedeni, “Kazanamayacağız. Kazanamazsak…” fikrinin her şeyin önüne geçmiş olması Şu ânda anketlerin hepsi, daha çok ruh halini ölçüyor. Bence eğilim anketlerinin oluşabilmesi için pozisyonların, her şeyin sarih bir hâle gelmesi lazım. O belirsizlik atmosferi içerisinde ölçülen şey, sahici bir şey olmaktan çıkıyor ve çok dalgalı bir şey haline geliyor. İktidarın oy arttırdığı yok, böyle bir toparlanma tablosunun olduğunu düşünmüyorum. Olması için bir neden göremiyorum. 

Ruşen Çakır: Kemal istersen başka bir acayiplikten konuşalım. Batılı büyükelçilikler, başkonsolosluklar, özellikle İstanbul’dakiler, terör saldırısı iddiası üzerine peş peşe kapıları kapattılar. Hatta Pierre Loti Fransız Lisesi de öyle oldu. İlk olarak telaffuz edilen, İsveç’teki ve diğer bazı Avrupa ülkelerindeki Kur’an yakma olaylarına misilleme eylemleri. Ama bir yandan da, Suriye’de olup biten bazı olaylarla ilgili de olduğu söylendi. Sonuçta cihatçı birtakım terör gruplarının Türkiye’de eylem yapabileceği ve Batılıların yoğun olduğu yerlere saldırabileceği yolunda, dükkan kapatmaya kadar varan bayağı ciddi adımlar atıldı. “Buralarda dikkatli olun. Mümkünse gitmeyin” deniyordu ama konsolosluk kapatmak, çalışanları işe çağırmamak bayağı üst bir düzey oluyor.

Süleyman Soylu’nun bu konuda peş peşe çıkışları var. Bunu bir psikolojik harp olarak tanımladı. Dün, “60 milyon turist bekliyorduk, bunu baltalamak için yapıyorlar” dedi. Bugün daha da ileri gitti; Amerikan Büyükelçisi’ni doğrudan ve çok sert hedef aldı. “O pis ellerini çek” diyor. Doğrudan Amerikan Büyükelçisi’ne diyor. Hem bunu söyledi hem de ayrıca paylaştı. Belli ki söylediklerini çalışmış, hazırlamış. Çok acayip bir durum var. Yani Amerikan Büyükelçisi ve Batılı birtakım temsilcilikler Türkiye’ye psikolojik harp uyguluyor, ama bunlar aynı zamanda Türkiye’nin stratejik ortağı. NATO’da birlikteler. Garip bir durum var. 

Tabii bir diğer ilginç durum ve belki de en çarpıcılardan birisi de şu: Batılılar kendi vatandaşlarını düşünüp tedbirler alırken, Türkiye Cumhuriyeti Devleti kendi vatandaşlarına hiçbir şey söylemiyor. Ben şimdi biliyorum, mesela bizim okulun WhatsApp gruplarında insanlar neye uğradığını şaşırmış. Mesela İstanbul’a gelmeyi düşünen, başka şehirlerde ya da başka ülkelerde yaşayan bazı arkadaşlar “Ya hakikaten tehlikeli mi?” diye soru soruyorlar. Ne diyeceğimizi de bilemiyoruz. Böyle acayip bir durum var. Ne diyorsun? Terör saldırılardan maruz kalır mıyız?

Kemal Can: Senin söylediğin gibi, soran insanlara “Yok ya, ne alakası var? Burası çok güvenli” diyebilmek mümkün değil. Çünkü oldu. Olmuşsa yine olabilir. Çok yakın bir zaman önce yaşandı. Daha önce de çeşitli biçimlerde yaşandı ve çeşitli örneklerini gördük. Dolayısıyla bu belirsizlik ve bu tür ihtimallerin olabilmesi, bu tür söylentileri de güçlü hale getiriyor. Eğer zeminde böyle bir şüphe varsa, bu şüpheye ilişkin her zaman spekülasyon ve manipülasyon yapmak mümkün. Sahici olan şeylerin de bu tür bir etki yarattığını düşünmek mümkün. 

Ama şöyle tuhaf bir şey oluyor: Soylu ve Amerika hikâyesini söyledin, daha önce de benzer hadiseler oldu. İsveç’te Kur’an yakma hadisesi olduktan sonra, ‘’iktidar bunu Batı’yla kapışmanın bir unsuru olarak kullanır mı?’’ gibi yorumlar yapıldı. Daha önce seninle birkaç kere bu oturumlarda da konuştuk, galiba başka programlarda da konuştuk. Aslında şöyle ilginç bir durum var: Erdoğan iktidarı, ikili karakterinden dolayı şöyle tuhaf bir pozisyon alabiliyor: Eğer Almanya’ya gitseydi, İsveç ve Finlandiya Türkiye’nin baskısı neticesinde bazı şeyleri daha açık yapsaydı, Biden da kabul edip Amerika gezisi gerçekleşseydi, “Batı, dünya lideri Erdoğan’ı kabul etti” diye bunu kullanacaklar ve kampanyalarına pozitif etkisi olacaktı. Tersi olduğunda, bunlar gerçekleşmeyip, Batı seçim öncesinde açık bir destek görüntüsü vermekten kaçındığında da, bu sefer yine aynı aktörler dönüp “Bakın, bunlar bize zaten düşman. Biz Batı’ya karşı tek başına mücadele veren bir dünya liderinin arkasındayız” iddiasını koyabiliyorlar. Düşünsene, iki tane birbirinin zıttı gelişme oluyor. İkisi de iç politikada kullanışlı malzemeye dönüşebiliyor. Bu politik manevra, başka konularda da böyle ama özellikle dış politikada kesinlikle böyle. Sonra “U dönüşü yapıyorsunuz. Hani düşmandınız? Şimdi dost mu oldunuz? Hani dosttunuz, şimdi niye düşman oldunuz?’’ Yok, ‘’Esed’di, Esad oldu.’’ ‘’Birleşik Arap Emirlikleri darbeyi yapmıştı, şimdi oraya nasıl gittin?’’ ‘’Suudi Arabistan’la bilmem ne oldu, hani Kaşıkçı meselesi vardı?’’ ‘’Amerika hani burada darbe yaptırmıştı? Hatta geçen günkü Taksim bombasını da o patlatmıştı, şimdi de söylenti yayıyormuş. Hani Büyükelçinin ‘pis elleri’ Türkiye’nin üzerindeydi? Ama bir yandan ‘’Amerika’yla, Biden’la görüşmenin zeminini arayan Dışişleri Bakanları var” diyorlar. Bu karmaşanın içerisinde birbirinin tamamen zıttı gelişmeleri, hemen kontağı çevirip öbür sayfaya geçerek, Batı karşıtlığını siyasi bir manivelaya çeviriyorlar. Batı birdenbire “Tamam, Erdoğan’ın dediklerini de dinleyelim. O bizim önemli müttefikimiz” dedi, görüşmeler yaptı. Bu sefer de “Bakın, dünya liderinin gücünü herkes kabul etti” dediler. Muhalefet bu ikiliği henüz kıramadığı gibi, iktidar da kendi seçmeni nezdinde kullanabilir olduğunu düşünüyor ve rahatlıkla bu manevraları yapıyor.

Hatırlıyorsan yakın bir zamanda seninle konuşmuştuk. Batı’nın, özellikle Avrupa’nın, Ukrayna krizinden sonra Türkiye ve Erdoğan’la fazla itişir görüntü vermemeye çalıştığını, biraz suyuna giden adımlar attığını gördük. Hatırla, Ukrayna hadisesinden hemen sonrasında buraya ziyarete geldiler. Peşinden, AİHM hikâyesi bir süreliğine soğumaya alındı. Türkiye aleyhine çok fazla açıklama yapılmadı. Hatta iktidar yanlısı medya da bunu, Erdoğan’ın gücünün bir kanıtı ve Batı’yla ilişkilerinin göstergesi olarak sundu. Şimdi iş, Batı karşıtlığı ve İslamofobi üzerinden tekrar Haçlı meselesine dönüştü. Ama bu ikisini aynı anda kullanıyorlar. Mesela, Soylu’nun Taksim hadisesinde yine ayrışan bir tavır takındığını görmüştük. Soylu baş sağlığını bile kabul etmeyen bir tutum alırken, Erdoğan’ın teşekkür ettiğini gördük. Bakalım şimdi Soylu’nun Büyükelçi çıkışından sonra acaba nasıl bir karşılık göreceğiz? Anladığım kadarıyla henüz onlardan bir karşılık gelmedi ama birdenbire, Erdoğan’ın başka tür bir çıkışını da görebiliriz.

Ruşen Çakır: Mesela muhalefetin bir sözcüsü çıksa “Ya kardeşim, ABD bize niye psikolojik harp yapsın?” ya da “Amerikan Büyükelçisi’ne ‘Çek o pis ellerini’ demek yakışır mı?” diye bir laf etse, bu sefer buradan yürüyecekler. Böyle garip bir durum var. 

Şu anda seni dinlerken tekrar aklıma geldi. Kur’an yakma meselesine doğru dürüst bir tepki görmedim. Vardı da ben mi kaçırıyorum? Benim baktığım yerlerde mi yok? Daha önceki dönemlerde, o Hollanda’daki portakal olaylarını hatırla, ne kadar üfürükten meselelerden neler organize oluyordu? Bu kadar, çok daha doğrudan, kutsala saldırı gibi bir olayda, çok olağanüstü bir tepki görmedim. İktidar da çok yaptırmadı sanki. 

Kemal Can: Aslında dışarıda da çok tepki yok. Avrupa’da ciddi bir Müslüman nüfus var, orada da çok reaksiyon gelmedi. Çünkü bu eylemler, bu Kur’an yakma hikâyeleri fazla karikatür kurmaca şeyler, sahiciliği olmayan, açık kışkırtma hedefi olan hikâyeler olduğu için, kimse bu işin üstüne gitmedi diye düşünüyorum. Sadece Erdoğan’ın “Finlandiya’ya başka, İsveç’e başka muamele yaparız” kozunu kullanabilmesine imkân veren bir hat açtı. Dediğim gibi, bu işlerin hepsi, içerde ikili kullanıma açılıyor; dışarıda da pazarlık pozlarına dönüşüyor. Mesela, eylemler yüzünden İsveç ve Finlandiya’da süreci biraz yavaşlatma ve ortak üçlü müzakereyi durdurma kararı aldılar. Bu tür gelişmeler orada da ikili bir işlev görüyor. Birdenbire pazarlık masasında kullanılan bir şeye dönüşüyor. Ama tabii dediğin gibi, bazen, kamuoyunu da bunun içine dâhil ederek büyütme hamleleri yapabiliyorlar. Ama burada öyle bir imkân, Kendiliğinden yükselen bir reaksiyon olmadı. Çünkü hakikaten hadiseler, aşırı kaba, manipülatif hamleler gibi duruyordu. Provokasyon olduğunu bağıran şeyler…. 

Ruşen Çakır: Yani provokasyona gelmediler. Evet, iyi.

Kemal Can: Provokasyona teşne bir zemin var ama, o bile çok olamadı diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Evet, Kemal. Noktayı koyalım. Haftaya Bakış’ı sonlandıralım, izleyicilerimize teşekkür edelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.