Bundan üç yıl önce COVID salgınının patlak verdiği Ocak 2020’de IMF Başkanı Kristalina Georgieva, “Yeni on yılın teması artan belirsizlik olacak” demişti.
Dediği gibi de oldu…
Tam bir yıl sonra ABD Kongresi’ni hedef alan saldırıyla birlikte, demokrasinin geleceği ABD’de dahi riske girdi.
Henüz Brexit şokunu atlatamayan Avrupa’da, yükselen aşırı-sağ partilerin seçim zaferlerinin önüne geçilemedi.
Otoriterleşme küresel ölçekte yaygınlaşırken, demokrasiler daha da zayıfladı, liberalizm krizi derinleşti.
2008’de yaşanan küresel mali krizle başlayan ekonomik belirsizlik ise gelişmiş ülkelerde bile enflasyonun son elli yılın en yüksek oranlarına ulaşmasıyla arttı.
Bu tablo içinde ABD-Çin rekabeti yeni bir jeopolitik kutuplaşmayı tetikledi.
Ve nihayet belirsizlik Rusya-Ukrayna Savaşı’yla birlikte uluslararası sisteme damgasını vurdu.
Ancak, Dünya Belirsizlik Endeksi’nin geçtiğimiz yılın son üç ayına ilişkin raporu 2012’den bu yana artan küresel belirsizliğin görece bir düşüş eğilimine girdiğine işaret ediyor. Zira Rusya’nın Ukrayna saldırısı aynı zamanda belirsizliği aşma çabalarını da hızlandırdı. Bu çerçevede, geçtiğimiz yıl önce AB Stratejik Pusula Belgesi’nin, sonra NATO Strateji Belgesi’nin yayınlanması önemliydi. Bu iki belgeye dayanarak küresel belirsizliğin dağıldığını iddia edebilecek durumda olmasak da, en azından jeopolitik düzlemde Batı’nın Rusya’ya karşı hizalanma yoluyla bir blok olarak hareket etme kabiliyetini yeniden kazandığını söyleyebiliriz. Bu kabiliyetin, örneğin Çin ile ilişkiler konusunda açılan transatlantik mesafeyi aşmaya ne kadar yardımcı olacağı henüz belli değil. Çin’in Rusya-Ukrayna Savaşı’nda Rusya’ya beklediği desteği vermemesi şimdilik bunu test etme imkanı vermiyor. En son yaşanan ‘casus balon’ krizi bu teste bir vesile olur mu göreceğiz.
Fakat İran ile ilişkilerde tıpkı Rusya konusunda olduğu gibi söz konusu mesafenin çoktan kapandığı ortada. Nükleer Anlaşma’nın yenilenmesi müzakerelerinin tıkandığı bir ortamda önce İran’da protestoların patlak vermesi, ardından İran’ın Rusya’ya İHA satışları, Batı’nın bir blok olarak bu kez de İran karşısında hizalanmasını sağladı. Son aylarda hem ABD hem AB, İran’a karşı ardı ardına yeni yaptırımlar açıkladı. Bundan daha da önemlisi, ABD Dışişleri Bakanı Blinken geçtiğimiz hafta gerçekleştirdiği Ortadoğu ziyaretinin İsrail durağında İran’a karşı ilk kez “askeri güç kullanma seçeneği”nden söz etti. Bu açıklama, tam da gözler Ortadoğu semalarının tarihinde ilk kez gerçekleşen Amerikan ve İsrail B52 ve F35 uçaklarının yaptığı ortak uçuşlara çevriliyken geldi. Bu gelişmeler ışığında, İran’ın İsfahan’daki askeri üssünün ve Suriye-Irak sınırındaki konvoyunun vurulması bir Amerikan-İsrail ortak operasyonu olarak tartışıldı. Aynı günlerde, Fransa’da İsrail Başbakanı Netanyahu’yu ağırlayan Macron’un “İran’ın nükleer bomba geliştirmeye devam etmesinin kaçınılmaz sonuçları olacaktır” demesini de artan bu gerilime Avrupa cephesinden gelen bir onay olarak okumak yanlış olmaz sanırım.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Halihazırda Rusya ve İran’ın izolasyonu paydasında ortaklaşan Batı’nın bir sonraki aşamada Türkiye ile ilişkiler konusunda da benzer bir tutum içine girmesi, doğrusu hiç de ihtimal dışı görünmüyor. Kuşkusuz, Türkiye’nin hem NATO hem AB ile mevcut kurumsal ilişkileri benzer bir izolasyon politikasının hayata geçirilmesini zorlaştıracaktır. Ancak, Türkiye’nin özerk dış politika iddiasıyla çıktığı yolculuğunun Moskova durağında takılıp kalan seyrine Batı nezdinde daha fazla müsamaha gösterilmeyeceğini varsayabiliriz. Bu çerçevede, Türkiye’nin iki cami arasında beynamaz bu pozisyonuna imkan veren Rusya ve İran’ın tutumunu da hesaba katmak gerekir. Safların giderek netleştiği ve keskinleştiği bu aşamada, örneğin, Rusya-İran ilişkileri bundan altı ay öncesinden çok daha yakın. Öyle ki, Rusya İran’ı dışarda tutarak geliştirdiği Ankara-Şam yakınlaşmasına nihayet İran’ı da dahil edeceğini ilan etti. Bu durum, daha şimdiden Erdoğan’ın Esad’la barışma planını, Türkiye’nin Körfez ülkeleriyle ilişkilerini düzeltme hamlesinin bir parçası olarak projelendirme imkanını ortadan kaldırdı.
Öte yandan, zaten bir mayın tarlasına dönen Batı-Türkiye ilişkilerinin en son İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyelikleri konusunda yaşanan krizle daha da zora girdiği görülüyor. Bu bağlamda, geçtiğimiz günlerde İstanbul’daki bazı başkonsoloslukların ardı ardına kapanmasını yalnızca “olası bir terör tehdidi sebebi” ne dayandırmak ikna edici değil doğrusu. Daha bundan dört ay önce İstiklal Caddesi’ndeki bombalı saldırıyla ilgili İçişleri Bakanlığı’nın çelişkili açıklamaları karşısında sessiz kalan, hatta bu saldırı nedeniyle Türkiye’nin Rojava’ya bir kara operasyonu yapmasını haklı gören bu ülkelerin şimdi “olası bir terör tehdidi sebebi”yle konsolosluklarını kapatmaya varacak ölçüde sıradışı bir tutum almaları açıklanmaya muhtaç. Dolayısıyla, Türkiye’nin bir yandan İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerini zorlaştırırken bir yandan da Rusya ve İran’la daha da yakınlaşmasının etkisinin olmadığını düşünmek zor.
Sonuçta, küresel belirsizlik yavaş yavaş dağılırken Türkiye’nin dış politika rotasının önümüzdeki seçimlerden sonra bir netlik kazanacağını bekleyenler çok. Ancak, seçimlerden sonra da bu tartışmaların kolay kolay gündemden düşmeyeceğini varsayabiliriz. Zira bu gündem aslında son otuz yıldır sürüyor. Örneğin, bundan tam yirmi yıl önce ABD merkezli düşünce kuruluşu Rand Corporation tarafından yayınlanan bir kitabın adı sanki bugünü anlatmak üzere belirlenmiş “Belirsizlik Çağı’nda Türk Dış Politikası”. Yazarlar Stephen Larrabee ve Ian O. Lesser, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana “Türkiye’nin Orta Asya’ya doğru hafif ilerlemesi”ne karşın Türkiye’nin “Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu bağlamında ABD için artan stratejik önemi”ne vurgu yapıyor ve o günün koşullarında Türkiye’nin “İran’ın izolasyonu ve Irak’ta bir Kürt devletinin kurulması konularında ciddi endişe” taşıdığı tespitinde bulunuyor. Bu kitap yayınlandıktan kısa bir süre sonra kurulan AKP hükümeti nihayetinde ABD’nin Türkiye’ye biçtiği stratejik role uygun politikalar geliştirdiği ölçüde, Türk dış politikasının 2000’li yılların başındaki belirsizlik sürecindeki rotası da netleşmişti. Bugün 2020’lerdeki bu belirsizlik sürecinde de durumun çok farklı olduğu söylenemez. Ve yeni kurulacak bir hükümetle Türk dış politikasının rotası yeniden netleşecek olsa bile tartışma devam edecektir. Çünkü asıl sorun, Türkiye’nin kimliği sorunu. Yüzüncü yılını idrak ettiği bir aşamada bile hala ne devletin ne milletin kimliği konusunda kendi içinde yaşadığı tartışmayı bir sonuca bağlayamamış, kendi kimliğine ilişkin belirsizliği aşamamış bir ülkenin bu veya bir sonraki belirsizlik döneminde yeniden rotasını şaşırması kaçınılmaz olacaktır.