Teolojinin ve felsefenin en önemli sorularından biri, kötülüğün varlığıyla ilgili. “Evrende neden kötülük var?” sorusuna verilen cevaplar, tanrının hikmetinden, evrenin ve insanın amacına kadar çok derin meselelerin de kaynağı. Kimi filozoflar (çoğu teologlar) kötülüğü, bir varoluş eksiği ya da ikili dengenin mecburiyeti olarak tarif edip tanrının veya iyiliğin varlığını anlayabilmek için gerekli görüyor. Böylece kötülüğe bir misyon, insana da bir dini-ahlaki görev çıkarılabiliyor. Materyalist pencereden bakışta ise tanrıya ilişkin hikmetin yerine, insanın zaafları (doğası/fıtratı) veya hayatın (doğanın) rasyonel dinamikleriyle kurulan (yaratılan) -bazen de zorunlu olan- bir kötülükten bahsediliyor. Böylece kötülüğün kontrol edilmesi, en azından yönetilmesi hatta kullanılması mümkün sayılıyor. Ahlak ve toplumsal düzen bağlamında kötülüğün varlığı, sebepleri ve eyleme dönüşme mekaniğinin anlaşılır olup olmadığı hakkında da her iki cenahta ciddi ve tamamlanmamış tartışmalar mevcut. Anlamaya kafa yoranlar kadar, bununla uğraşmayı gereksiz hatta zararlı bulanlar da var.
Kötülük kavramının siyaset felsefesine taşınması, insanın veya dünyanın düzeni ile kötülüğün yönetilebilir olup olmadığı arasındaki alanı biçimlendiriyor. Kötülük, (rekabet) insanın veya doğanın özüne dair bir durumsa onu durdurmak veya sınırlamakla ilgili ahlaki bir sorumluluğa; kötülük, üretilen bir şey ise onu var eden koşulların değiştirilmesi veya engellenmesini (ya da yönetilmesini) sağlamakla ilgili siyasi sorumluluğa ilerleyen tartışmalar açılıyor. Varlık gerekçesiyle ilgili kanaatler, kötülükle kurulan ilişkiyi şekillendiriyor. Kaynağı ve gerekçesi hakkında kesin (keskin) adresleri olanlar için kötülük, ortaya çıkardığı sonuçlar bağlamında ilişki kurulacak veya mücadele edilecek bir şey. Varlığı ve ortaya çıkışı ile ilgili durumu bir süreç ve bağımsız olmayan bir eylem olarak ele alanlar ise nedenlerden bahsetmeye başlıyor. Çok kabalaştırılmış bu çerçeve, toplumun, devletin, siyasetin üzerine yerleşeceği zemini kuruyor. Karşımıza gelen en karmaşık veya en basit meselelerdeki bu bakış farkı, durumu algılama ve müdahale (mücadele) biçimini belirliyor. Bu uzun girişin nedeni, deprem vesilesiyle ortaya çıkan kötülük ve daha çok da bir iyilik hareketi olarak sunulan dayanışma meseleleri üzerine söyleyeceklerim.
İnsanın varoluşunun “özü” olduğu için değil ama antropolojik ilk durak olarak dayanışmanın, kurucu iradesine ve iyileştirici (yaşatan) gücüne inanan felsefi- siyasi bakışa hep yakın oldum. Toplumsalı kuranın doğal rekabet yerine yardımlaşma olduğunu, olacağını hep düşündüm. İnsanların, bırakılsa birbirinin gözünü oymaktan başka çareleri olmadığı ve bunu denetlemek için de topluluk (ve kuralları) -hatta devleti- inşa ettiği fikrine ise daima uzak durdum. Yaygınlaştırılmış iddianın aksine, yardımlaşmanın asıl geliştirici dinamik olduğuna, toplulukları yönetmek için oluşturulan yapıların (devletin) özgür sözleşmelere yaslanmadığı, imal edilmiş organize kötülüğün (mülkiyet/düzen) bekçisi olma göreviyle davrandığını daha gerçekçi buldum. Eline geçirenin şekline giren bir araçtan ziyade kendisinin ideolojik bir varlık olduğu düşüncesine yakınım. Bu yüzden, herhangi bir topluluğun etnik, dini veya coğrafi nedenlerle daha dayanışmacı, merhametli veya iyi olduğuna inanmak için bir nedenim yok. Aksine çeşitli toplulukların çeşitli nedenlerle kaybettikleri yeteneklerinden, körelen özelliklerinden ve imal edilmiş bir bozulmadan bahsetmek bana çok daha doğru geliyor. İyilik vasıflarını kendinde görmenin iyiliğe hevesi artırmaya yaramadığını, aksine iyilik sıfatlarının, bu çarpıtmayla yamulması örneklerinin daha fazla olduğunu görüyorum.
Deprem felaketiyle birlikte, kötülük ve iyilik (dayanışma) hakkında çok fazla -ve gelişigüzel- konuşuluyor. Senelerdir binlercesine tanık olduğumuz organize kötülüklerden biri, on binlerce -aslında milyonlarca- insanı altına alarak dev bir enkaz yarattı. Felsefi, ahlaki veya hukuki anlamdaki kötülüğün yanına kalite, seviye “düşüklüğü” anlamındaki “vasıfsız kötülük” de eklendi. Kötülük, defalarca olduğu gibi yine elle tutulur somutlukta -ve enkaz suretinde- koca bir hakikat olarak karşımızda duruyor. Ne yazık ki bu, altında kalanların bir kısmının da pay sahibi olduğu büyük bir suç aynı zamanda. Ancak bunun karşısına yerleşen ve kendini iyilik diye sunan şeye doğru şekilde bakmazsak, “kötülük neden var?” sorusuna doğru cevabı yine veremeyiz. Tıpkı, “devlet ne için var?” sorusunun cevabındaki yanlışlık yüzünden, beklenen ve beklendiği şeyi yapmak için hiç gelmeyen devleti bulamayıp sürekli “devlet nerede?” diye sormak zorunda kaldığımız gibi. Kötü olanı, ilahi dengenin zorunlu parçasından ibaret görünce, kader planı makul geliyor. İyilik, elinden gelenden ibaret olunca, satın alınabilir ve derecelendirilebilir bir şeye dönüşüyor.
İyilik diye sunulan, izleyenleri alkışa zorlayan sakil televizyon gösterilerinin, büyük kötülüğün parlatılmış başka bir vitrini olduğunu görmek çok zor değil. Gülüşmeler eşliğinde devam eden açık artırma ritüelinde bile sakınca görmeyen yardım kampanyası, felaketin bedelindeki sınıfsallığın merhamet piyasasına nasıl taşındığını gösteriyor. Belki katılan, aracısı olan ve izleyen, parçası olduğu veya tanık olduğu şey hakkında fazla düşünmüyor (bir kısmının gayet farkında olduğuna kuşku yok). Sahiden kendisini iyiliğin parçası haline getirdiğine ve kötülüğe müdahale ettiğine bile inanıyordur. Ancak en hafifiyle herkes için aşağılayıcı olan bu organizasyon, “hayırseverlik” hatta iyilik olarak tarif edilse bile dayanışmayla pek de bir irtibat kurmuyor. En azından aradaki mesafe, sadakasını verip yoluna devam edenin yoksullukla kurduğu ilişkiden daha yakın değil. Kötülüğü yenecek ya da onunla baş edecek bir dayanışmanın, hatta bizzat dayanışma kavramının, harekete geçiş gerekçesi, biçimi ve varmak istediği yer çok önemli. Burada sadece çaldığından zekat verenler veya alacağı için ön ödeme yapanların ikiyüzlülüğünü kast etmiyorum.
Evrende, dünyada ve bu ülkede kötülük neden var? İyiler, yeterince iyilik yapmaya fırsat ve zaman bulamadığı ve felaket gelene kadar bunu akıl edemedikleri için mi? Bu toplumun alkışlanası büyük hasleti, kötülük insanları altına aldığında çıkıp kötülerin yapamadığını yapmak ve eksik bıraktığını tamamlamaktan mı ibaret? İktidar çevrelerinin “asrın felaketi” hikayesine eklemek istedikleri “tek yürek” iddiasının makyajı dökülmedi, zaten baştan tutmamış bir badanadan ibaretti. Ancak bu sevimsiz oyunun dışında kalanlar ve samimi olarak “iyilik peşinde” olanlar açısından da gerçek bir dayanışma yaratmak için, parasını ve emeğini seferber etmekten fazlası gerekiyor. Hayırseverliğin, el uzatmanın, baş etme desteklerinin gerekli ve çok değerli olduğuna hiç kuşku yok. Bunun gayet fonksiyonel ve katılan herkes için çok tatmin edici olduğu da çok açık. Ancak dayanışmanın, kötülüğün karşısına geçecek iyiliğin güçlü silahı haline gelmesi, kendisini hayırseverlik olarak sunmaktan epey ileri giderek kurucu bir enerjiye dönüştürmesiyle mümkün. Elbette “Kötülük neden var, bu kötülük nereden geldi ve onu nasıl yeneriz?” sorularından hiç vazgeçmeden.
Böylesi büyük felaketler ve açık kötülükler karşısında ortaya çıkan enerjinin yönü kadar sürdürülebilirliği de ciddi bir mesele. Büyük bir özveri ve hızla ortaya çıkan enerji çoğu zaman dayanışma ihtiyacının menziline göre kısa kalma riskiyle karşı karşıya. Bu felaketle birinci elden yüz yüze kalmış insanların hem acıları hem hesaplarıyla ilgili dayanışma ihtiyaçları, ilan edilmiş seferberlikler kadar kısa takvimlere sığmıyor. Bir süre sonra, “hayırsever” çoğunluk “Nasıl da dayanışmıştık” anılarına çekilirken, bu acıların muhatapları dalga dalga gelen yeni darbelere maruz kalacak. “Hayırseverlik”, dayanışma enerjisi kadar dayanıklı olamayacak. Nasıl çoğu organize çabalarla işaret edilmiş düşmanlara doğru sürülen öfkenin kurucu enerjisi yıkıcı bir boşlukta sönüyorsa, “hayırseverliğe” sıkıştırılmış dayanışma da kurucu enerjisini koruyamama tehlikesiyle karşı karşıya. Bu yüzden haklı gurur vesilesi olan “dayanışma” refleksine, erken tatmin tuzağından uzak bir nitelik ve direnç kazandırılması çok önemli. O zaman kendimizden memnun olmaya hakkımız olabilir belki.