Bugünün ve yarının öncelikleri artık mutlak surette depremin yaralarını sarmak ve gelecek depreme hazırlanmak için toptan dönüşüm. Ekonomi, iç, dış, güvenlik politikaları ve hem yönetsel hem kurumsal yapısıyla. En tepedeki seçilmişinden, en alttaki atanmışına dek mevcut yönetimden herhangi bir hayır beklenemeyeceğine göre iki ittifakıyla birlikte muhalefetin bu yönde yapması gereken en ivedi iş gelecek seçimi kazanmak. Önümüzde, o seçimin 14 Mayıs’ta yapılacağını varsayarsak 79, yok 18 Haziran’da yapılacağını varsayarsak 114 gün var. Erteleme meselesini kendimce ele almıştım; o konuya burada geri dönmeyeceğim, sanıyorum o olasılık gündemden çıktı.
Doğru ve zihin açıcı ekonomik ve sosyolojik çözümlemeler yapmak, kazanan seçim kampanyası yürütmekle aynı şey değil. Doç. Dr. Seda Demiralp’e göre, “Ekonomik şoklar genel olarak iktidarlar açısından daha yıpratıcı, güvenlik krizleri ise tersine muhalefetleri zayıflatıcı etki yaparken, afetler her iki yönde de sonuçlar doğurabiliyor.” Öyleyse, asla bunların yapılmasının önemini yadsımamakla ve değerini küçümsememekle birlikte odak noktası, dayanışmayı büyütmek, toplumsal yardım kampanyaları düzenlemek, deprem bölgesinde yaralara merhem olmak için didinmenin önünde, gelecek seçimi kazanmak olmalı.
Bir yanda bilinçli, eğitimli ve iyi yürekli yurttaşlar; onların karşısında bağnaz, cahil, yarımakıllı, bencil yurttaşlar yok. Her birinden oy almak için uğraşılması gereken seçmenler var. ABD’de Biden’ın kazandığı seçimde Trump gibi bir hokkabaz 74 milyon oy aldı. Brezilya’da Bolsonaro, Lula’ya ancak foto-finişte burun farkıyla geçildi. Macaristan’da yine Orban kazandı. İtalya’da neo-faşist Meloni, yüksek liyakatlı teknokrat beyin takımı görünümündeki önceki hükümeti çöpe attı. Bence en çarpıcısı da Fransa’da Macron’un güncel emeklilik reformuna karşı Martinez’in liderliğinde sendikalar ve Mélenchon’un popülist sol ittifakı kitlesel direnişi örgütlerken, son kamuoyu yoklamalarının, sorunun çözümü hakkında görüş dahi belirtmemiş aşırı sağcı Marine Le Pen’i oturduğu yerden yüzde 46 oranıyla en öne çıkan siyasal lider/muhalefet temsilcisi olarak göstermesi.
Burada da biz korkarım depremin üzerinden henüz 15 gün geçtikten sonra yine yanlış yere, Erdoğan’ın bakmamızı istediği yere bakar olduk. Nişan almak yerine, “doldur-boşalt-emniyete al” havasına geri döndük. Sahne düzeninin kurulmasını yine Erdoğan’a bırakır izlenimi veriyoruz. Demirtaş zaten altı yılı aşkın süredir siyasi rehine. İmamoğlu’nun adaylığının önüne olası mahkûmiyet engeli çıkarıldı. Bu fiillerin öznesi de hedefi de belli. Doğru, eğer filmin sonu –deyim yerindeyse- “karakolda bitecekse”, oyunu zor bozar. Ama senaryosu yazılmış değil, senaryosunu yine bizlerin yazmakta olduğu, bir yandan yazıp bir yandan oynadığı bir Yeşilçam filminin figüranları konumundayız. Filmin final sahnesini de biz yazacağız, yazabilmeliyiz. Ayrıca otoriter tek adam rejiminin sandıkla değişmesiyle biten bir film küresel ölçekte gişe yapacaktır.
Hayal bu ya, madem gelecek altılı toplantı 2 Mart’ta, yarın Kılıçdaroğlu Akşener’i ziyaret etse ve aralarında şöyle bir baş başa görüşme geçse: “Ben eski Kemal değilim, buyurun siz aday olun.” “Ben başbakan olacağım.” “Vazgeçin başbakanlıktan, aday olun destekleyelim.” “Kararlıyım.” “Öyleyse siz benim adaylığıma destek olun.” “Maalesef bu hususta parti örgütümüz kaygılı.” “O zaman siz bir aday önerin.” “Ekrem olmaz mı?” “Tepesinde dava süreci var.” “Mansur?” “Kürtlerden oy almaz. Başa döndük: Beni destekleyin. HDP ile sıkıntılarınız belli. Onları buradan çıkıp görüşmeye gideceğim Buldan ve Sancar ile ben çözeceğim. Siz de partinizi bu görüşmemiz temelinde ikna edin. İki ittifakın birden ortak adayı olayım.” Yahut Akşener diyebilir ki: “Biz yine Ekrem diyelim, yüreği yiyen yasaklasın. Milyonlarla çıkarız yurdun her yerinde sokağa. En önde ikimiz omuz omuza.”
Verili durumda, bu denli dar zamanda, kaldı mı artık başka seçenek? Nitekim Demirtaş da “Yürü Bay Kemal” çağrısıyla “İttifaklar, artık açık ve şeffaf müzakere yürüterek siyasal sürece de müdahale etme cesaretini ortaya koyabilmeliler. Bu konularda da Sayın Kılıçdaroğlu öncülük yapabilir, birleştirici rol oynayabilir” demek istediğini kayda geçiriyor. Özcesi, her iki ittifakıyla bir arada muhalefet, toplumsal itirazı sürekli siyasallaştırmalı. Toplumda biriken hayal kırıklığını ve öfkeyi, çok yaklaşan seçim ufkunda siyaset sahnesine yönlendirmeli, anlamlı kılmalı, kampanyayı bu yönde gerçekleri (*) yüzümüze çarpa çarpa ama gerçekçi çözümler de önererek yürütmeli. Aynı anda her yerde, hem alanda hem salonda, hem cebimizdeki ve evlerimizdeki ekranlarda hem kentlerimizdeki duvarlarda olabilmeli. Artık Erdoğan’ın oyununu oynamak yerine, oyunu kendi kurmalı ve Erdoğan’ın sahasına yıkmalı. Bekleyip tepki vermek yerine, ön alıp hamleleri kendi belirlemeli.
Ortam uygun, ben de mızrabımı gönül tellerine doyasıya vurabilir, yukarıdaki tatsız kuru satırlar yerine gözlerinizi nemlendirebilecek bir yazı kaleme alabilirdim. “Siz ne güzel insanlarınız” veya “Hepimiz küçük filikalarımızda birbirimize siya siya yaklaşırken, aydınlık bir şafağın bülbülleri de zafer şarkıları söylüyor” yollu cümleler kurabilirdim. Yahut orada evi başına yıkılmış, çocuğunu toprağa vermiş yurttaşlarımız moloz tozu içinde soğukta titrerken, masamdan “Yoo, asla iyi olmayacağım, her gün ağlıyorum!” diye haykırabilirdim. Hatta “Değil elimi, bedenimi taşın altına sokmaya hazırım” diye mangalda kül bırakmayarak seçim sonrası kurulacak hükümette belki yeniden bir memuriyet alabilme beklentime göz kırpmak adına muhalefet liderlerini ince işçilikle övebilirdim.
Ama böyle yapmak, seçim gecesi kadehi şişeyi duvara fırlatıp, yine “Adam kazandı” demenin de giriş taksimi olurdu. Dolayısıyla başlığı yineleyerek bitireyim: İyileşeceksek, o uzun ve zorlu yolculuğun ilk adımı önce seçimi kazanmak. Ne siyaset kirli, ne pazarlık ayıp. Sonra, yan yana değil iç içe yaşamayı, toplam değil toplum olmayı öğreniriz. Şimdi, en azından siyasal temsilcilerimiz yan yana gelebilmeli. Kazanacak seçim kampanyasını yürütmek hem güçlü bir mideyi, hem burnu tutmayı gerektiren yorucu, disiplinli, acımasız ve cerrahi kertede rasyonel bir iş. Kampanya dönemiyse çoktan başladı. Erdoğan alelusul “zevahiri (yani görüneni) kurtarmak”, güncel deyimle “algıyı yönetmek” peşinde. Muhalefet de “batıni (yani örtük) olanı görünür kılmayı”, kitlesel enerjiyi açığa hatta sokağa çıkarmayı becerebilmeli.
Depremin enkazının altında halk değil tüm kurumlarıyla devlet kaldı. Bu duruma yalnızca insani ve teknik değil, politik yaklaşmalı. Saptamak yetmez, davranmak zamanı. 2 Mart’ta yapılacak gelecek altılı toplantıdan, yeniden öne çıktığı anlaşılan olası seçim tarihi 14 Mayıs’a yalnızca 75 gün var. Oysa iki ittifakıyla birden muhalefet dayanışmayı çok etkin biçimde başlattı ve yürütüyor ama ortak bir adayın arkasında toplanıp seçim kampanyasına henüz başlayamadı. Biri diğerinin yerine geçmez, ikisi bir arada olmalı.
*Sayın Ord. Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu’nun kendi ailesi de Hataylı depremzede sevgili Edgar Şar’a “Deprem, sultanizm ve seçimler” başlıklı aylık “Siyasetname” yayınında anlattıklarını hepimizin ama özellikle her iki ittifakıyla muhalefetin önde gelen isimlerinin can kulağıyla dinlemesini öneririm.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.