6 Şubat sabahına deprem haberiyle uyandım. Kahramanmaraş, Adana, Diyarbakır, Hatay… 11 ilden yıkım haberleri alıyordum. Normal bir zamanda Diyarbakır’dan Adana’ya karayoluyla gitmenin en az altı saati bulduğunu düşündüğümüzde depremin şiddeti ortaya çıkıyordu.
Aynı gün bir gazeteci olarak Hatay’a gidecektim.
17 Ağustos 1999 depremini Gölcük’te yaşayan biri olarak nelerle karşılaşacağımı tahmin ediyordum ama aradan 23 yıl geçmişti ve içimde yanılmış olma umudu vardı.
Karayolu kardan kapanmak üzereydi
Hatay’a giderken iktidarın deprem ile ilgili eksikliğini ve plansızlığını öncelikle Ankara-Niğde Otoyolu’nda gördük. Yolun belirli kesimlerinde buzlanmaya karşı çalışma yapılmıyordu. Oysa arama kurtarma faaliyeti için İstanbul ve Ankara gibi büyükşehirlerden yola çıkan iş makineleri ve vatandaşlar bu yolu kullanmak zorundaydı.
Ne yazık ki kar yağışı trafiği zaman zaman durma noktasına getirdi. Kar yağması bir doğa olayıydı fakat birkaç kar küreme aracıyla yolun daha hızlı akması sağlanabilirdi.
Adana-Pozantı’yı geçtikten sonra Akdeniz ikliminin etkileri başlıyordu: Doğa bizden yanaydı, hava açıktı…
Pozantı’daki marketlerde raflar boşalmıştı. Deprem bölgesinde akaryakıt istasyonları çalışmadığı için yol üzerindeki akaryakıt tesislerinde uzun sıralar oluştu.
Yakıt alımında iş makinesi taşıyan TIR’lar ve ambulanslar öncelikliydi.
İskenderun Liman’ında yangın
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
İskenderun’a geldiğimizde limandaki yangınla karşılaştık. Yangın ikinci gününe gelmişti.
Biz ise Antakya’ya gitmeye çalışıyorduk. Henüz Belen’e varmıştık ki yıkılan binalarla karşılaştık. Vatandaşlar ekmek almak için sıraya girmişti. Trafik ağır ilerliyordu.
Antakya’ya yaklaşınca yıkılan bina sayısı artmaya başladı. Kafamızı nereye çevirsek bir enkazla karşılaşıyorduk.
Kentin merkezi yolları enkaz nedeniyle kapalıydı. Atatürk Caddesi boyunca yürümeye başladık.
İlk karşılaştığımız enkazdan iki yurttaşın cansız bedeni çıkarıldı. Ortalıkta ambulans veya başka bir araç olmadığı için çıkarılan cenazeler kaldırıma bırakılıyordu.
Neredeyse her enkazın önünde cenazeler vardı.
“Kimse gelip yardım etmiyor”
Yıkılan binaların önünden geçerken bir yurttaş, gazeteci olduğumuzu anlayarak bizimle konuşmaya başladı. Yaşadıkları apartman ağır hasar almış. Yine de ailesiyle birlikte binadan çıkabilmişler. O da kardeşinin yaşadığı apartmanın önüne gelmiş. Bina enkaza dönmüştü. Yurttaş ise sesini duyurmak istiyordu. Gözyaşlarına engel olamayarak şunları söyledi:
“Kimse gelip yardım etmiyor. Böyle dünya mı olur? Adamı olan gidip kendi binasına yardım getiriyor. Bu durumda da ayrımcılık olur mu? Kardeşim, yeğenim hepsi buradalar. Gelip bir tanesi el atmadı ki çıksınlar. Benim gücüm mü var bu enkazı kaldıracak? Biz bunu hak etmedik. Adamı olan kepçeyi götürüyor.”
Çaresizce yurttaşın yanından ayrılarak ilerliyoruz. Her enkazın başında birkaç kişi ya enkaza sesleniyor ya da enkaz etrafında dolaşarak yakınlarını arıyor.
Telefonlar çalışmıyor
Gazeteci olduğumuzu öğrenen yurttaşlar seslerini duyurabilmek için konuşuyor. Aslında hepsi farklı cümleler kursa da söylemek istedikleri tek bir şey var: “Nerede bu devlet?”
Antakya’da telefonlar çekmiyor. Bu yüzden bir cep telefonu olsa da yurttaşlar kimseyle iletişim kuramıyor. Bize, “Telefonunuz çalışıyorsa akrabamı arayabilir miyim?” diye soruyorlar.
“Çaresizlik“ en yoğun duygu
Yurttaşlar kendi imkânlarıyla yakınlarını çıkarmaya çalışıyor. Genellikle hiçbir alet kullanmadan, insan gücüyle çabalıyorlar. Makinelerle çalışılması gereken enkazlarda ise ne yazık ki “çaresizlik” en yoğun duygu.
İnşaat işçilerinin enkaza müdahalesi
Enkazların üzerinde, etrafında sarı baret ve şantiye montu giymiş kişiler var. Sigara içmek için ara vermiş dört kişiyi otururken gördüm. Baretlerindeki 21 sayısından Diyarbakırlı olduklarını anlıyorum. Yanlarına gidip nereden geldiklerini sordum. Mersin Nükleer Santrali’nde çalıştıklarını ve deprem haberini aldıktan sonra yola çıktıklarını söylediler.
Yorgunlukları yüzlerinden okunuyor. Gece 02.00’de Antakya’ya gelmişler. Otobüsten iner inmez enkazlara yönelerek vatandaşları kurtarma faaliyetine katılmışlar.
Bir kadın yanımıza yaklaştı. İşçilere genç bir erkeğin fotoğrafını göstererek, “Bu kişiyi kurtardınız mı?” diye sordu. Karanlıkta kurtardıkları için kişilerin yüzlerini hatırlayamadığını söyleyen işçiler, yardımcı olamadıkları için üzgündü ve çıkmış olması için dileklerini ilettiler. Kadın başka ekibe sormak üzere yanımızdan uzaklaştı.
Göz gözeyiz ve bir sessizlik var. Ardından bir işçi, iki kişiyi sağ çıkardığını söyledi. Sesi titredi, “Çok zor” diyerek gözlerini toprağa devirdi. O esnada başka bir işçi, “Bunların ekip tembel. Biz sekiz kişiyi sağ çıkardık. Cenazesine ulaştıklarımızı söylemiyorum bile” diyerek söze girdi. Yorgun gözlerinde insan kurtarmanın sevinci okunuyordu. Tüm benlikleriyle oradaydılar ve sanki ne kadar çok kişiyi kurtarırlarsa o kadar nefes alabiliyorlardı.
Biz konuşurken çevredeki vatandaşlar da yanımıza gelip işçilere teşekkür ediyordu.
Kısa süre sonra “çalışmaya devam” diyerek enkazlara doğru yöneldiler.
“Umut” yine işçi tulumu giymişti.
Profesyonel ekipler ve vinçler yetersiz
Depremin üzerinden iki gün geçmesine rağmen profesyonel ekipler ve vinçler yetersizdi.
Sokaklarda gönüllü gruplara denk geliyorduk. Gönüllü ekiplerin çoğunu sosyalist partilerden gelenler oluşturuyordu.
Öncelikleri arama kurtarmaydı. Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) kurduğu koordinasyon merkezi, gazeteciler için de buluşma noktası olmuştu. Jeneratörler sayesinde artık telefonları şarj edebiliyorduk.
Depremin üçüncü günü
Depremin üçüncü günü Samandağ’a gittik. Samandağ’da da enkaz sayısı çok fazlaydı. Binalar yan yatmıştı ve bu nedenle bazı sokaklara girilemiyordu.
Vatandaşlar telefon ve internet çalışmadığı için depremin boyutundan habersizdi. Bir vatandaş yanımıza yaklaşarak bize depremin boyutunu sordu.
Sınırlı sayıdaki profesyonel ekip, ses gelen yerlerde arama kurtarma çalışması yapıyordu.
Bağımsız Maden-İş üyesi madenciler de yoğun çaba göstererek enkazlarda kurtarma faaliyeti yürütüyordu.
Harabeye dönmüş Samandağ sokaklarında yürürken Umut-Sen’den Betül Celep ile karşılaştık. Enkaz altındakileri kurtarmaya gidiyorlardı. Bir sokağın sonunu işaret ederek, “Burası tehlikeli, binalar her an çökebilir” dedi. Daha sonra ise başka bir sokağa doğru yol aldı.
Samandağlılar misafirperverliğini terk etmedi
Evleri yıkılmayan vatandaşlar, geceyi geçirmek için kendi imkânlarıyla buldukları brandalarla kalacak yerler yapmışlardı. Konuştuğumuz Samandağlı yurttaşlar bizi çay içmeye, yemek yemeye davet ettiler. Samandağ halkı felaket günlerinde bile misafirperverliğini terk etmemişti. Biz teşekkür ederek, tekrar gelmek üzere sözleşip yanlarından ayrıldık.
Samandağ’dan tekrar Antakya merkeze gitmek üzere yola çıktık.
İşçi sendikaları da arama kurtarma çalışmalarında
Antakya-Armutlu Mahallesi’nde işçi sendikalarına da denk geldim. DİSK/Dev Yapı-İş, DİSK/Limter-İş, İnşaat-İş üyeleri, enkazların başındaydı. Tüm imkânlarını zorlayarak getirebildikleri aletler arasında, demir makası ve balyozlar vardı.
“Sokaklar bombalanmış gibi”
Önce İnşaat-İş yöneticilerine rastladık. Yanlarında getirdikleri tüp sayesinde yaptıkları sıcak kahveden bize de ikram ettiler. İnşaat -İş üyesi Deniz Gider, yıkımın büyük olduğu ve kendilerinin arama kurtarma çalışması yürüttüğü sokağı bize gösterdi, bu sokağa bakınca 2. Dünya Savaşı fotoğraflarını hatırladığını söyledi.
İşçilerin hak arama eylemlerinde karşılaştığım insanlarla, bu sefer can kurtarmak için geldikleri Hatay’da karşılaşıyordum.
“Umudu büyütmeye geldik”
Dev Yapı-İş Yöneticisi Osman Üney şunları anlattı:
“Burada, devlet kurumlarının işlemediği, çalışmadığı, halkın kendi gücüyle, kendi imkanlarıyla koşturduğu bir tabloyla karşılaştık. İki gündür gönüllü olarak alanda çalışma yürütüyoruz. Arama kurtarma çalışmalarına katılıyoruz. Halk kendi imkânlarıyla işte bir kürekle, bir çekiçle bir yaşama umut olmaya çalışıyor. Biz de bu umudu büyütmeye geldik buraya. Sahada AFAD’ın profesyonel ekiplerine değil, gönüllü ekiplerine denk geldik. Onlar da ekipman sorunu yaşıyor. Enkazlarda hâlâ insanlar var. Ama bunların ne kadarının hayatta olduğunu bilemiyoruz. Artık gittiğimiz birçok enkazdan ses gelmiyor. Çünkü dün gece çok soğuktu. Ondan önceki gece de yağmur vardı ve soğuktu. İnsanlar artık soğuktan, açlıktan, susuzluktan yaşamını yitirmeye başlamışlar.”
“Dayanışmayla yaralarımızı sarabiliriz”
DİSK/Limter-İş Sendikası üyeleriyle de sokakta karşılaştık. Konuştuğumuz Limter-İş Sendikası Genel Başkanı Kamber Saygılı, şunları söyledi: “Antakya ve çevresi şu anda yıkılmış durumda. Devlet yok, belediye yok. Halkımız acısıyla, cenazeleriyle, yaralılarıyla baş başa kalmış durumda. Biz de sendika olarak dostlarımızla birlikte buraya dayanışma için geldik. Gün dayanışma günü. Ancak dayanışmayla yaralarımızı sarabiliriz.”
Ambulans sesi “umut” oluyor
Kent iyice karanlığa gömüldüğünde yoğun ambulans sesleri hissedilmeye başlandı. Arama kurtarma ekipleri, vinçler ve ambulanslar kente ancak gelebilmişlerdi.
Ambulans sesi alışık olduğumuz bir ses değildir, insana ürperti verir fakat o gece her geçen ambulans bir kişinin daha sağ çıktığını düşündürüyordu ve herkese umut oluyordu.
Her sokakta bir acı
Depremin dördüncü günü, kentte su ve yemek sorunu çözülmüştü. Belediyeler, sivil toplum kuruluşları mobil mutfaklar kurarak yemek dağıtımına başlamışlardı. TIR’larla gelen içme suları da kentin birçok yerine bırakılmıştı.
Antakya sokaklarında dolaşmaya başladık. Sokaklar acı doluydu. Yurttaşlar, yakınlarını enkazdan çıkarabilecek bir yetkili bulmak için çabalıyordu.
Artık enkaz dinleme cihazları gelmişti ve ses gelen bazı yerlerde ekipler çalışma yürütüyordu. Türkiye Taş Kömürü’nde çalışan madenciler enkaz başlarında, kendilerine has yöntemleriyle (domuz damı, direk vurma vb.) arama kurtarma faaliyeti sürdürüyorlardı.
Enkaz altından sağ çıkanlar
Bir cadde üzerinde kurtarma ekiplerine denk geldik. Enkaz altından ses aldıklarını söylediler. Saat 14.00 gibi başlayan çalışmalar sabaha karşı 05.00’te bitti. 15 yaşındaki Luna, enkazdan sağ çıkarıldı.
Depremin beşinci günü Hatay’ın Kırıkhan ilçesindeydik. Kırıkhan da depremden ağır darbe alan ilçelerden biriydi. Buradaki vatandaşlar da devletin iki gün sonra gelmesinden şikayetçiydi.
Çadır kentte hijyen sorunu
Depremin altıncı günü, Yeni Hatay Stadyumu çevresinde AFAD koordinasyonunda kurulan çadır kente gittim. Çadır kente yerleşen ve yakınlarını depremde kaybeden bir vatandaş, “Sürünüyoruz. Ev gibi olur mu? Yarın hastalık olur, mikrop olur. İyi değiliz” dedi.
Elektrik olmadığı için AFAD tarafından verilen elektrikli sobaları kullanamayan vatandaşlar, kendi odun sobalarıyla ısınma ihtiyaçlarını gideriyordu.
“En azından mezarı olsun“
Depremin yedinci günü Hatay’da arama kurtarma çalışmaları devam ediyordu. Ancak umutlar azalmıştı, kimi vatandaşlar artık yakınlarının bir mezarı olsun diye enkaz başında bekliyordu.
Hatay hayalet şehir olmaya doğru gidiyor
Deprem bölgesinden iki günlüğüne ayrıldım. İki günün ardından tekrar Antakya’ya gittiğimde beni farklı bir tablo karşıladı. Sokaklar boşalmıştı. Resmi görevliler dışında insan görmek zordu.
Hatay, hayalet şehir olmaya doğru gidiyordu.
Mahalle aralarında çadırlara denk gelmek mümkündü. Konuştuğumuz bir vatandaş “Devlet ilk üç gün bizi enkazlarla baş başa bıraktı. Şimdi de kaderimize terk ediyor” dedi.
Kentte, ikinci haftada da arama kurtarma çalışmaları devam etti. İlk bir hafta yakınlarına sağ kavuşmak için bekleyenler, günler geçtikçe “En azından mezarı olsun” diyerek beklemeye başlamıştı.
İskenderun’da birçok vatandaş hasarlı binalardan eşyalarını tahliye etmeye çalışıyordu.
Hatay’da enkaz kaldırma çalışmaları sürüyor. Birçok insan kayıp.