Kimse kabullenmek istemiyor ama Erdoğan devri kapanıyor

Gerek iktidara, gerekse muhalefete yakın bazı kesimler, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın seçimleri bir şekilde kaybetmeyeceği, kaybetse dahi iktidarı bırakmayacağı yönünde tezler seslendiriyor.

Peki bu gerçekten böyle mi? Ruşen Çakır aynı kanaatte değil.

Sebeplerini anlattığı videomuzu izleyin.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. Önce bir gerçeği söyleyeyim: Bu yayını bir gün önce, yani 1 Mayıs Pazartesi günü kaydediyorum. 1 Mayıs’ta yayınlanan yayınımı izlediyseniz, “Aradığınız ‘Anadolu irfânı’na şu an ulaşılamıyor” başlıklı yayınımda bahsettiğim ve sözünü verdiğim bir yayın bu. Niye kaydettim? Çünkü ben şu sıralarda, sizin izlediğiniz sıralarda çoktan Londra’ya varmış olacağım ve bir süre sonra da bir organizasyonda bir grup vatandaşımızla, Londra’daki Türklerle Türkiye’deki seçim üzerine muhabbet ediyor olacağım ve orada anlatacağım bâzı şeyleri şimdiden size anlatayım. Aslında bunu ne zamandan beri söylüyorum. Biraz daha derli toplu bir şey yapmak istedim. Başlık gerçekten öyle; Erdoğan çoktan kaybetti, kazanan da artık belli oldu, Kılıçdaroğlu kazanıyor. Ama hâlâ taraflar bunu kabullenmek istemiyor. Neden istemiyor? Bir kere Erdoğan ve yanlıları, destekçileri tabiî ki bu gerçekle yüzleşmek istemiyorlar. 20 yılı aşkın bir devrin kapanışı anlamına gelecek ve birçok imtiyazdan, iktidardan mahrum kalacaklar. Bu kolay kabullenilecek bir şey değil. Ama diğer taraftan muhâlefette olanlar da, “Nasıl olur da olur? Acaba olur mu? Olursa ne olur? Başımıza neler gelir?” vs. diye hâlâ bir tereddütteler. Bu daha çok, aslında altta, tabanda yaşanandan ziyâde daha fazla sesi çıkanlarda görülen bir özellik: Kabullenememe hâli. Yani, “Bir ârıza çıkar, bir şey olur, son anda bir şey olur, hattâ kaybederse de vermezler” şu, bu… Bütün bunlar aslında –dünkü yayında söylediğim bir hususu vurgulamak istiyorum– bir dejavü. Bunları daha önce yaşadık. Nerede yaşadık? Yine Türkiye’de yaşadık. Ve gidelim 1990’lı yıllara. O târihte –yaşı yetmeyenler herhalde büyüklerinden öğrenirler, bir şekilde haberdardırlar– Refah Partisi’nin bir yükselişi vardı ve bu yükselişe karşı iktidardaki kesim kendinden çok emindi. “Bunlar iktidâra gelemezler” dendi. “Çünkü şerîatçıların oranı %7-8” vs. “İsteseler de gelemezler” dendi. Ama bu arada kendileri Türkiye’de toplumu harekete geçirecek, onların ileriye güvenle bakmalarını, var olan sorunlarını çözmeyi vaat edecek programları geliştirmediler. İşi tamâmen ideolojik bir yerde bırakıp, Atatürk, cumhuriyet, laiklik vs. bütün bunlarla halledebileceklerini düşündüler. Buna karşılık Refah Partisi soldan aparma ya da en azından sosyal demokratik siyâsetten aparma birtakım yöntemlerle, vaatlerle tek tek kapıları çalarak, çalışarak insanlara dertlerinden kurtulma mesajları verdi. Hem ekonomik anlamda hem de demokratik anlamda daha fazla özgürlük vaat etti. Hattâ Refah Partisi’nin kapatılmasından sonraki süreçte, Fazilet Partisi ve ardından Adalet ve Kalkınma Partisi Avrupa Birliği’ne tam üyeliği savundu. İleri demokrasiyi savundu ve “vesâyete karşı mücâdele” dedi vs.. Ama bunları yaparken Refah Partililer de, daha sonra Fazilet Partililer de ve kısmen AKP’liler de iktidâra gelemeyeceklerini düşündüler. Yani: “Ne yapsak etsek Türkiye’deki var olan bu iktidar blokunu çatlatamayız” diye düşündüler. Daha da ileri gittiler, “Çatlatsak da izin vermezler” dediler. Nitekim 28 Şubat süreci bunun bir göstergesi oldu. Ama 28 Şubat süreci bu hareketleri, partileri kapatmasına rağmen, yok etmek yerine daha da güçlendirdi ve yıllarca süren AKP’nin iktidârının zeminini hazırladı. Bunu çok bâriz bir şekilde gördük. 28 Şubat, engellemek istediği hareketi iktidâra çok daha güçlü bir şekilde taşıdı. Ve daha sonra, AKP iktidâra geldikten sonra ne oldu? “Bunlar hükûmet oldular, ama iktidar olamayacaklar” dendi. Ve onlar geldiği andan îtibâren darbe söylentileri oldu. Bu konuda çok ciddî iddialar ortaya atıldı ve bayağı gergin dönemler yaşandı. Fakat AKP iktidarda kaldı, bugüne kadar geldi.

Şimdi, yıllar sonra tersini yaşıyoruz. Muhâlefet için “Bunlar gelemezler” diyor iktidar yanlıları. Dünkü örnekte anlattığım, Kayseri’de konuştuğum İslâmcılar, “Mümkün değil” diyorlar, “Anadolu irfânı buna izin vermez” diyorlar. Nasıl dün, “Atatürk Türkiyesi buna izin vermez” dendiyse, şimdi de “Anadolu irfânı buna izin vermez” deniyor. Ama oluyor, değişiyor. “Olamaz” deniyor, “Mümkün değil” deniyor; ama bir taraftan da, nasıl dün “Bunlar iktidâra gelemez” diyenler aynı zamanda Refah Partisi’nin ya da sonra Fazilet’in ya da AKP’nin iktidâra doğru yürüdüğünü görüp bundan ürküyorlarsa, bugün de aynı şekilde, “Kılıçdaroğlu keşke aday olsa. Çok kolay rakip” vs. diyenler, şu anda Kılıçdaroğlu’nun adım adım cumhurbaşkanlığına yürüdüğünü görüyorlar. Olacağını kabul etmeseler de bunun farkındalar. 

Aynı olayın bir diğer versiyonu da nasıl yaşanıyor? Kılıçdaroğlu’na destek verenler, Millet İttifâkı’na destek verenler hâlâ çok emin değiller. “Bakalım Erdoğan’ın şapkasından hangi tavşanlar çıkacak? Nasıl engelleyecek? Oylar çalınacak” vs. ya da “Çalınmasa bile iktidârı teslim etmeyecekler. Engel, ârıza çıkartacaklar, şu olacak, bu olacak… Ülke karışacak” gibi teoriler ya da ondan sonrası için, aynı geçmişte olduğu gibi, “Tamam, ama iktidâra gelse bile bürokrasideki AKP varlığı, güçlü Erdoğan varlığı, yeni iktidâra izin vermeyecek, engel çıkartacak. Belki altlarını oymaya yönelik faaliyetler yapacaklar” vs. Bütün bunlar da birebir şekilde olmasa bile benzer şekilde tezâhür ediyor. Söylemler birazcık farklı; ama ifâde edilen şeyler aynı, aktörler farklı. Tabiî bu arada, dün Erdoğan düşmanı olup, bugün de Erdoğan’ın gemisine binmişler yok değil. Tabiî şimdi onlar da bu gemiden nasıl atlayabileceklerinin hesâbını yapıyorlar. Onu bir kenara koyalım.

Bir başka değişen husus da şu: Zâten Erdoğan’ın ve iktidârın kaybetmekte olduğunun en büyük göstergelerinden birisi artık gündemi belirleyemiyor olması. Erdoğan belirleyemiyor ve şaşırtıcı bir şekilde Kılıçdaroğlu belirliyor. Kılıçdaroğlu’nun o kısa videolarının ardından iktidar sözcüleri –başta Erdoğan olmak üzere– hemen bir yalanlama, etkisini kırma, oradan sıkıştırmaya çalışma çabalarını görüyoruz. Meselâ “Alevîlik” videosunun etkisini hâlâ bertaraf edebilmiş değiller. Erdoğan yine söyledi, sürekli söylüyor; “Biz sana sorduk mu Alevî olup olmadığını. Alevîlerin başımızın üzerinde yeri var, ama biz hepimiz Müslümanız vs.” diyerek sürekli lâf yetiştirmeye çalışıyor. Kimisi daha ileri gidiyor; Kılıçdaroğlu’nun mezhep kışkırtıcılığı yaptığını söylüyor. Ülkeyi Ortadoğu bataklığına çevirmek istediğini söyleyenler de var vs. Ama burada ne görüyoruz? Gündemi Kılıçdaroğlu belirliyor. 3 dakikalık bir video yapıyor ve saatlerce o videonun etkisi kırılmaya çalışılıyor. Ya da Atatürk Havalimanı’na uzay üssü yapacağını söyleyen Kılıçdaroğlu’na lâf yetiştirmeye çalışan, CIA ile işbirliğinden dem vuranlar, şu, bu… Değişik iktidar sözcüleri –hattâ Muharrem İnce de dâhil oldu bu furyaya, biliyorsunuz– Kılıçdaroğlu’nun belirlediği gündeme kapılıp ona lâf yetiştirmeye çalışıyorlar. Burada da rollerin değiştiğini görüyoruz. Yıllarca tam tersi olmadı mı? Yıllarca Erdoğan bir şey söyledi ve muhâlefet ona lâf yetiştirmeye çalıştı. Onun olamayacağını, nasıl Erdoğan’ın kendini ele verdiğini, nasıl Erdoğan’ın gizli hesapları olduğunu vs. anlatmaya çalıştılar Erdoğan’ın söylediklerinden hareketle. Ama bunu yaptıkça Erdoğan’ı güçlendirdiler. Şimdi Erdoğan bunu kendisi yapıyor. Erdoğan gibi deneyimli bir siyâsetçinin bu stratejinin, yani cevap yetiştirmeye çalışma, reaktif olma stratejisinin kendisine kazandırmayacağını; tam tersine kaybettireceğini ve rakibini güçlendireceğini bilmiyor olması düşünülemez. Ama belli ki bir yerden sonra artık çok ciddî bir şekilde çâresiz kalmış durumda ki ancak bunu yapabiliyor. Ne oluyor? Kılıçdaroğlu doğrudan topluma sesleniyor, toplumun belli kesimlerine sesleniyor. Erdoğan’a arada sırada birtakım lâflar var; ama esas olarak topluma sesleniyor. Ama iktidar sözcüleri –Devlet Bahçeli de böyle, diğerleri de böyle, Süleyman Soylu da böyle– Kılıçdaroğlu’na lâf yetiştirmeye, onun lâflarını, söylediklerini etkisiz kılmaya çalışıyorlar. Böyle bir olay var ve olay tamâmen tersine dönmüş durumda. Bu tek başına aslında kimin kazanmakta olduğunu gösteriyor.

Eskiden beri tanıdığım bir AKP’liyle muhabbet ederken bana ne olacağını, ne düşündüğümü sordu. Artık zâten nereye gitsek herkes aynı şeyi soruyor. Ben de bir devrin artık kapandığını ve kendisini hazırlaması gerektiğini söylediğimde, bana hemen Atatürk Havalimanı’nı söyledi. Ben de ona dedim ki: “İşte bak, sen de kabul ediyorsun”. “Neyi kabul ediyormuşum?” dedi. “Şunu kabul ediyorsun: Kılıçdaroğlu kazanıyor”. Yani şimdi bir devrin kapandığını söyleyen birisine verilecek olan cevap Atatürk Havalimanı’nın şuna, buna peşkeş çekilmekte olduğu mudur; yoksa tam tersine, “Hayır, bir devir kapanmıyor. Bu devir kapanmaz, çünkü bizim şu projelerimiz var. Biz şunu şuraya getirdik, bundan sonra şuraya götüreceğiz” diye doğrudan topluma vereceği birtakım mesajlar olması gerekir. Ama bu mesajlar yok. Çünkü bir vizyon kalmadı. Anlatacak bir hikâye yok. Erdoğan’ın başvurabildiği yegâne çâre: Seçim ekonomisi. Onu da çok yapamıyor, çünkü ekonomi çok kötü durumda. Bunu Kayseri’de muhabbet ettiğimiz İslâmcılara söyledim. Erdoğan birçok seçimin öncesinde –hatırlayanlar olacaktır–  kendinden o kadar emindi ki, şunu söylerdi: “Ben seçim ekonomisi filan yapmam. Seçimde 1-2 puan fazla oy alacağım diye ülkenin ekonomik dengelerini bozmam” diyen bir Erdoğan’dan, şimdi elindeki bütün imkânlarla asla yanaşmayacağını defalarca söylemiş olduğu “emeklilikte yaşa takılanlar” husûsu, ayrıca emeklilere ikrâmiyeler, asgarî ücreti beklentilerin üzerinde artırmalar vs. bir yığın şeyle elindeki imkânları sonuna kadar kullanarak bir seçim ekonomisi yaptığını görüyoruz. Bu da Erdoğan’ın nasıl artık kendi gücüne güvenemediğini gösteriyor.

Burada baktığımızda aktörlerin değiştiğini, ama sistemin aynı kaldığını görüyoruz. Sistemin aynı kalmasından kastım ne? Birileri iktidâra geliyor ve birilerini de kendileriyle berâber o merkeze taşıyor ve oranın tek sâhibinin kendileri olduğunu, olması gerektiğini, çünkü Türkiye’nin bu olduğunu söylüyorlar. Dün bunu söyleyenler, “Atatürk Türkiyesi” diye söylüyordu, bugün bunu söyleyenler, “Anadolu irfânı, halkının bilmem ne kadarı Müslüman olan Türkiye” vs. diye söylüyorlar ve kimse buraya kendilerinin istemediği kişileri katmaya yanaşmıyor. İşte burada, Millet İttifâkı’nın –dün biraz anlatmaya çalıştığım husus– farkı burada çıkıyor. Şöyle ki; bunun içerisinde sâdece Kemalistler ya da solcular ya da sosyal demokratlar yok, Kılıçdaroğlu aday oluyor ve muhtemelen seçilecek. Sâdece Alevîler yok, ama aynı zamanda İslâmcı hareketten gelen birden fazla parti de var, aynı zamanda Türk milliyetçiliğinden gelen bir parti var vs. ve bütün bunlar birlikte iktidârı paylaşma, ülkeyi birlikte yönetme iddiasıyla geldiklerine göre merkezde bir tekelleşme olamayacağını görüyoruz. Diyelim ki birileri sâdece belli bir kesimi devletin içerisine yerleştirip sâdece belli kesimlere ayrıcalıklar tanımaya kalktığında diğerleri buna müdâhil olacak ve orada belki de ilk defa Türkiye Cumhuriyeti târihinde ender görünen bir olayı yaşama ihtimâlini yakalayabilir Türkiye. O da çoğulcu bir merkez. Bu ne derece olur açıkçası emin değilim. Temennî ederim, ama hiç de o kadar kolay bir şey olmadığını bilecek kadar gerçekçiyim. Ama burada gerçekten farklı bir vizyon var; adı böyle konulmasa da, bu ülkenin nîmetlerinden ve külfetlerinden ortaklaşa eşit bir şekilde pay alma perspektifinin işâretleri var. Buna bir de HDP’nin de dışarıdan, hattâ Sosyalist Sol’un da dışarıdan destek verdiğini düşünürsek –en azından Kılıçdaroğlu’na–, böyle bir mesele var.

İşte burada yeni bir şey var. Film aynı film gibi gözüküyor, bir dejavü hâli var, “Biz bunu daha önce yaşamıştık” hâli var; ama bundan sonrasının farklı olabilme ihtimâli var. Erdoğan ve AKP iktidâra geldikten sonra, özellikle ilk yıllarında başkalarını da katma yolunda birtakım çabalara girdiler. Bâzı Alevîleri de kattılar, Kürtleri de kattılar, “Çözüm süreci” dediler, “Alevî açılımı” vs. dediler; ama bütün bunların hepsi yarıda kaldı ve olay Erdoğan ve çevresine indirgendi. Şu anda Erdoğan’ın çevresinde yine Alevî var, yine Kürt var, yine başkaları da var; ama bunların hepsi Erdoğan’la, kendi temsil ettikleri grubun çıkarlarını savunmak üzerinden değil, kendi kişisel çıkarlarını savunmak üzerinden anlaşma yapıyorlar. Yani bireysel anlaşma yapıyorlar. Orada var olan, diyelim ki bir Ermeni, diyelim ki bir Alevî, diyelim ki bir Roman vatandaş, diyelim ki bir Kürt ya da Süryânî ya da bir başkası; oraya bir grubun çıkarlarını, taleplerini iktidâra yansıtmak için değil, o gruba âidiyetini kendisine sermâye edip kendi dünyalığını yapmak için yerleşiyor. Dolayısıyla şu hâliyle bakıldığı zaman, Erdoğan’ın çevresinde meselâ bir Feyzioğlu var, Mehmet Ali Çelebi var, şimdi oraya Hulki Cevizoğlu da eklendi, başkaları da eklendi; ama yani bu isimlere baktığınız zaman şunu söyleyebilir misiniz? “Erdoğan toplumun kendinden olmayan belli kesimlerini de kattı” diyemiyoruz. Ne diyoruz? “Erdoğan o kesimlerden birilerini devşirdi”. Tam anlamıyla devşirmedir bunlar. Ama AKP’nin sanki kendisinden olmayan toplum kesimlerinin sorunlarını da çözüyormuş gibi yaptığı dönemler oldu. Çözemedi, çözmedi, o ayrı.

Şimdi işte farklı kesimlerin sözcüleri, temsilcileri birlikte bir mâcerâya atılıyorlar. Kemal Kılıçdaroğlu onların –bir şekilde zor oldu ama– ortak cumhurbaşkanı adayı oldu ve bana göre kazanacak. Ama hâlâ Türkiye’de değişmekte olanın, halktan, aşağıdan gelen talebin bu değişim olduğunu, Türkiye’de merkezin çoğulcu bir şekilde, demokratik usûllerle, hukuk devleti temelinde yeniden inşâsı olduğunu görmeyenler, görmek istemeyenler hâlâ eskinin alışkanlıklarıyla, klişeleriyle önümüze bakmaya çalışıyorlar. Bunlar beyhûde hususlar. Bir devir kapanıyor. Önemli olan o devrin kapandığını tarafların bir şekilde görüp, sindirip, yepyeni bir Türkiye’nin inşâsı için birtakım planlar, projeler gerçekleştirmeleri.

Evet, tekrâr söylüyorum; bunu pazartesi günü kaydettim. Birazdan çıkacağım. Fırsat bulursam saçlarımı, sakallarımı da kestireceğim. Yani siz bunu izlediğiniz zaman belki ben bu imajla da olmayacağım, ama olsun. Çok teşekkür ediyorum beni yıllardır sabırla dinleyenlere. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.