Geçen yazıda “Güç siyaseten makbuldür. Daha çok güç daha makbuldür” kabulünü çitilemiş, kendi kendine çelme takan ülkelerden bahsetmiştik. İzin verirseniz, bu sefer de kendine çelme takma halini biraz açmak istiyorum. Odaklanmayı planladığım alan kamu diplomasisi ya da başka bir deyişle bir ülkenin kendi haklı dertlerini anlatma ve dünyadaki kabulünü artırma becerisi.
Türkiye örneğinde kamu diplomasisi alanındaki kapasitemizin eksikliğini, yetersizliğini yaygın olarak hissettiğimiz başlıklardan önde geleni 1915 meselesi. Diğer konular dünyada sözü dinlenenler arasındaki Öcalan sempatisi; FETÖ konusundaki merak ve anlayış eksikliği ve herhalde Kıbrıs başlığı. Ben hasbelkader bu konulara biraz mesai ayırdım. Bir zamanlar Sabah gazetesi bile bizlerden bu konularda yazı isterdi. Birçok kişinin dikkatine gelmemiş olabilecek mekaniklerden, nerelerde kendimize nasıl çelme taktığımızdan bahsetmek isterim.
1915 meselesinden başlayalım. Türkiye resmi olarak kötü olmayan bir duruş sergiliyor. “Biz arşivlerimizi herkese açmaya ve uluslararası bir tarihçi heyetine katkı vermeye hazırız” diyoruz. Boston’daki Taşnak arşivinin Türkiye’den araştırmacılara açılması gibi haklı, makul beklentilerimiz var. Lakin uluslararası camiada oluşmuş bir kalıp yargı var: “Türkler Ermeniler’e soykırım uyguladı”. Bu kalıp yargının güncel ve önemli bir örneği Obama yönetiminde etkin rol oynamış Samantha Power ve onun “Problem from Hell” kitabı. Bu kitapta Naziler’in Yahudi soykırımı ve Türkler’in Ermeni soykırımına geniş yer veriliyor. Bir solukta okuduğunuz bu son cümleye geri dönüp bir sorun görüp görmediğinizi yoklar mısınız? İlk örnekte soykırım yaptığı iddia edilen özne bir siyasi parti, ikincisinde ise bir ulus. Bunda devasa bir tuhaflık yok mu? Hiçbir açıklamaya gerek duymadan, bir örnekte artık yasaklı olan bir siyasi partiyi, ikincisinde ise bir milleti suçluyorsunuz. Üstelik bu mantık Erivan’daki ve Marsilya’daki soykırım anıtlarında da geçerli. İki anıtta da 1915’te Anadolu’da yaşananlarla 1988 ve 1990’da Bakü ve Sumgait’te yaşananlar aynı potaya konuyor. Çatısını V. Dadrian’ın çattığı “Türkler öldürür çünkü Türktürler ve Müslümandırlar” tezi (bu tezin İngiliz devlet adamı William Gladstone’a dayanan kökleri çok önemli ama başka bir yazının konusu) hiçbir ciddi sınamayla karşılaşmadan tekrar tekrar yeniden üretiliyor. 2023 yılında dünyada bu kadar ırkçı, bu kadar az sınanan, bu kadar kolayca yeniden üretilebilen başka bir tez bulmak mümkün değil.
Peki, bu kadar ayıplı bir tezi Türkiye niçin daha yaygın şekilde ayıplatamıyor? Öncelikle, bu konuyu sadece Türkiye içinde konuşmanın bir yararı yok, belki bir zararı var. Bunları Türkiye içinde konuşup dışarıda bu kadar beceriksiz olunca bu ülkenin dünyaya küsmesine, kendisini çaresiz ve yalnız hissetmesine neden oluyorsunuz. Türkiye’nin duyarlılıklarına, tezlerine kulak veren insanlar tabii ki var. Bunlardan bir tanesi yirmi yıldan fazla zaman önce İstanbul’da New York Times gazetesi muhabirliği yapmış; çalışma masasındaki tek fotoğrafta sadece Türk arkadaşları olan bir kişi… Onun hikayesi sorunumuza ışık tutabilir. Bu kişi İstanbul’dan sonra New York Times’da araştırmacı gazetecilik bölümünü yönetti, daha sonra Los Angeles Times gazetesinin genel yayın yönetmeni oldu. Bu gazetede Ermeni bir gazetecinin Türkiye konusundaki yazısını fazla sübjektif bulup yayınlamadığı için okur baskısı sonucu – Los Angeles bölgesi Amerika’da Ermeniler’in en yoğun yaşadığı bölge – istifa etmek zorunda kaldı. Daha sonra Amerikan Senatosu’nun güçlü Dış İlişkiler Komitesi’nde önemli görevler yaptı. Biz bu kişinin Los Angeles’ta uğradığı mahalle baskısını haberleştirmedik, önemsemedik. Bir de Türkiye meselelerinde en güvendiği, resmini masasında bulundurduğu arkadaşını olağanüstü hukuksuzlukta bir yargılamayla Silivri’ye attık.
Benzer bir örneği Öcalan meselesinde de göreceğiz. Saygın uluslararası insan hakları örgütleri Öcalan’ı 150’si öğretmen en az 950 sivilin ölümünden sorumlu tuttu ve insanlığa karşı suçlardan yargılanmasını istedi. Mesela 1998’de Human Rights Watch (İnsan Hakları İzleme Örgütü) zamanın İtalya Başbakanı D’Alema’ya mektup yazarak “Böyle bir kişiye mülteci statüsü veremezsiniz” dedi. Buna karşın yakın zamanda vefat edene kadar dünyanın en saygın aydınlarından olan Desmond Tutu düzenli olarak Free Öcalan / Öcalan’a Özgürlük bildirgelerini imzaladı ve kendisiyle görüşmek isteyen Türk büyükelçilerine de randevu vermedi. Böyle bir durumda atılması gereken adım haklılığınızı, haklılığınızı teslim eden uluslararası aktörleri yaygınlaştırmaktır, değil mi? Bu yolda Türkiye’nin elinde imkanları vardı. Fransa’nın Mülkiyesi sayılabilecek SciencesPo’da dekanlık yapmış, Türkiye’ye ilgi, sempati besleyen, burada dostları olan saygın bir Fransız aydını, Avrupa Parlamentosu’na yönelik “Öcalan’a destek veren Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nden nasıl hesap sormazsınız?” taleplerinin altına bir zamanlar imza atıyordu. Ama biz onun da Türkiye’deki yakın dostlarını, güvendiği kişileri Silivri’de tutuyoruz. O da artık Türkiye’nin dış temsilciliklerinden gelen davetleri reddediyor.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. FETÖ konusundaki işbirliği eksikliğinden şikayet eden bir bakana Alman muhatabı “Bizi Gülenciler konusunda ilk uyaran insanları niçin hapse atıyorsunuz?” diye sorduğunda cevap alamıyor. Ya da “Kıbrıs sorunu 1974’te başlamadı. 1963’ten itibaren yaptıklarıyla Rumlar Türkler’i yönetme hakkını kaybetti” tespitini ülkesinin en çok okunan mecrasında yapan Alman aydın da Türkiye’deki dostları hapiste olduğu için artık Türkiye ile yan yana olmak istemiyor.
Kendisini ilkesel nedenlerle destekleyen dostlarını böyle uzaklaştıran bir Türkiye’de daha sonra trajikomik şeyler oluyor: İsrail’e pek sempati beslemeyen Yeni Şafak gazetesi, İsrail lobisinin kilit isimlerinden Brenda Schaffer Türkiye’ye dair olumlu bir cümle kurdu diye kendisine birinci sayfada yer açıyor. Yeni Şafak’taki dostlar Brenda Schaffer’in eşinin Filistinliler’e yapılanların işkence değil, sadece insanlık dışı muamele olduğunu kanıtlamakla uğraştığını herhalde bilmiyorlardı. Kendi kendine çelme takmak tam böyle bir şey. Çok yazık. Çok da ayıp.
Daha evvel de buradaki yazılarda bu noktaya çok geldik: Sorun da biziz, çözüm de. Ve bu bir şans. Hiçbir ülke Türkiye’ye Türkiye’nin kendisine verdiğinden daha büyük bir zarar veremez. Kaderimize biz hakimiz. Bu büyük bir ayrıcalık. Bizden önce gelen ve başkalarının bize zarar verme kapasitesini asgariye indiren nesillere şükran borçluyuz. Bir de çok kan, ter, gözyaşına mal olan bu ayrıcalığı akıllıca kullanma sorumluluğu borçluyuz. Geçen sefer sorduğum soruyu tekrarlıyorum: Kendi kendimize çelme takmaya daha ne kadar devam edeceğiz?
e-mail: haltinay@globalcivics.net
Mektup adresi:
Ali Hakan Altınay
Silivri Ceza İnfaz Kurumları Kampüsü
Semizkumlar Mah. Çanta Cad. No: 162
Silivri Kapalı Cezaevi (9 no’lu Cezaevi), Koğuş: A47
İstanbul
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.