Türkiye, İsveç’in NATO üyeliğini sonunda onayladı. Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Genel Kurulu’nda yapılan görüşmelerde gruplar adına söz alan milletvekilleri, partileri adına görüş bildirdi, akabinde oylamaya geçildi. Oylamada AKP, CHP, MHP ve DEVA Partisi, İsveç’in üyeliğine “evet” oyu verdi. MM kararı, Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.
Edirne Cezaevi’nde tutuklu bulunan HDP’nin eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın eşi Başak Demirtaş, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) aday olacağı iddialarına ilişkin konuştu. Demirtaş, “İstanbul adaylığı için henüz partimiz DEM Parti’den bize bir öneri gelmedi, ama halk ister, partimiz de uygun görürse, demokrasi ve toplumsal barışın önünü açacağına inanırsak, düşünebiliriz” dedi. DEM Parti, 25-26 Ocak’ta düzenleyeceği MYK’da Başak Demirtaş’ın İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) için adaylığı önerisini gündemine aldı.
Diyarbakır’ın Kulp İlçesi’nde 19 Ocak günü cuma namazında yaşananlar kamuoyuna yansıdı. İddialara göre, Diyarbakır’ın Kulp İlçe Kaymakamı ve kayyumu Burak Akeller, Bahçelievler Camii’nde hutbenin bazı bölümlerini atlayan imam Mahsum Koçağa’yı mikrofonla darp ettiği iddia edildi.
Ruşen Çakır ve Kemal Can Haftaya Bakış’ta değerlendiriyor.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.
Kemal Can: Merhaba Ruşen.
Ruşen Çakır: Öncelikle İstanbul’la başlayalım. İstanbul’da bir hafta içerisinde ne oldu? Buğra Kavuncu İYİ Parti’nin adayı olarak kesinleşti. Saadet Partisi’nin Gelecek Partisi destekli adayı Birol Aydın olacakmış; adaylığı pazar günü resmen açıklanacak. Memleket Partisi bugün açıklama yaptı: CHP’yi politik nedenlerle “ayrı dünyaların partisi” olarak tanımlayıp, İstanbul’dan aday çıkartacaklarını söylediler. Mehmet Sevigen’in aday olması bekleniyor. Muharrem İnce, “Aday adayları arasında Mehmet Sevigen’in de olduğu üç isim var” dedi, ama Mehmet Sevigen aday olacak gibi.
Taylan Yıldız bağımsız aday oldu. DEM Parti’nin ne yapacağı hâlâ belli değil. Bugün, DEM Parti Sözcüsü Ayşegül Doğan bu konudaki görüşmelerin sürdüğünü söyledi. Yeniden Refah Partisi’nin tavrının ne olacağı belli değil. Fatih Erbakan’la Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın görüşmesi bekleniyor. İşçi Partisi son seçimde %4 oy almıştı biliyorsun. Erkan Baş Özgür Özer’le görüştü, ama belli ki bir sonuç çıkmadı; ortak açıklama yapmadılar. Öyle askıda bir durum var.
Tabiî en önemli hususlardan birisi de Başak Demirtaş ismi. Başak Demirtaş, “Parti isterse aday olabilirim” deyince çarşı iyice karıştı. Hem CHP-Ekrem İmamoğlu cephesi açısından karıştı; hem DEM Partisi açısından karıştı. DEM Parti, daha önce böyle bir konu gündeme geldiğinde, “Kendisinin böyle bir başvurusu yok” diyordu. Şimdi Başak Demirtaş tâlip oldu, artık onu da diyemiyorlar. İki arada bir derede kaldılar. DEM Parti aday gösterir mi göstermez mi bilmiyorum, ama artık bu saatten sonra Başak Demirtaş dışında bir aday gösterme şansı sanki çok fazla yok gibi.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Kemal Can: En azından bu açıklamaların üzerine biraz daha zorlaştı.
Ruşen Çakır: Sırrı Süreyya Önder’in adını geçiriyorlar, ama onun sağlık sorunları var. Ondan dolayı olması mümkün değil benim bildiğim kadarıyla. Başak Demirtaş, Selahattin Demirtaş’ı ziyâretinden sonra yaptı açıklamayı. Onun da bilgisi ve desteğiyle yapılan bir şey. Tabiî bunun üzerine, “Demirtaş devletle anlaşıyor” söylentisi çıktı. Bir de hastâneye kaldırılan annesini ziyâret etmesi için Diyarbakır’a götürülmüş olması da var. Halbuki babasının cenâzesine, devlete bir tavır alarak katılmama karârı almıştı.
Kemal Can: 10 senedir barıştıramadılar Erdoğan’la Kürt siyâsetini.
Ruşen Çakır: Evet. Aslında karışık bir husus; cevapları çok net olan konular değil. Meselâ CHP ile DEM Parti nasıl bir ilişki kuracak İstanbul’da? DEM Parti CHP’ye destek verirse, tabanının hepsi CHP’ye oy verecek mi? Ya da tersine, DEM Parti aday çıkartmasına rağmen, yine herhalde “kazanabilir aday” diye Ekrem İmamoğlu’na oy verenler olacaktır. Böyle bir işbirliği yapılması, hattâ yapılmaması hâlinde de, iktidar ve muhâlefetten bâzı aktörlerin… buna Muharrem İnce de dâhil olmak üzere… Ne demişti Muharrem İnce? “CHP DEM’leniyor” gibi sakil bir söz kullandı.
Kemal Can: Evet, şimdi sırasıyla gidelim. DEM Parti meselesinden başlayayım. Bildiğin gibi partinin ismi değişti. Daha önce koydukları HEDEP (Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi) ismi, kapatılan Halkların Demokrasi Partisi (HADEP) ismini andırdığı gerekçesiyle Yargıtay tarafından kabul edilmemişti. O yüzden değişiklik yaparak partinin ismini DEM Parti yaptılar. İktidar ve muhâlefet aktörleri, açık ya da örtülü bir işbirliğini îmâ eden bu “DEM’lenme” tanımını bütün seçim sürecinde kullanıyorlar ve neredeyse bir blok hâline geldiler. Erdoğan kullanıyor, Bahçeli kullanıyor, Meral Akşener kullanıyor, Muharrem İnce kullanıyor, Zafer Partisi kullanıyor. Eğer aday çıkartırsa, büyük ihtimalle Yeniden Refah da kullanabilir. Belki Saadet Partisi kullanmaz. Ama onun dışında, bu “DEM’lenme” esprisini –“espri” sevimli kaçıyor–, senin dediğin gibi bu sakil benzetmeyi kullananlar bir blok oluşturuyorlar. Bu blokla birlikte, DEM Parti kendi adayını çıkartsa da çıkarmasa da, bu, İmamoğlu’nun kampanyası etrâfında yürüyecek, bunu anlıyoruz.
Senin söylediğin gibi, Demirtaş’ın şahıs olarak, ama özel olarak Başak Demirtaş’ın da bu açıklamayla ortaya koyduğu tablo, CHP’yi sıkıştıran ya da Ekrem İmamoğlu’nun seçilme şansını riske sokan bir şey olmasının yanında, DEM Parti’nin yeni dönemde ismini ve yönetimini değiştirdiği, partinin yeni çizgisinin oluşması sürecinde de bence kritik bir eşik oluşturuyor. Yapılan bâzı araştırmalarda görünüyor ki DEM Parti seçmeninin küçümsenemeyecek büyüklükteki bir kısmı, kendi adaylarıyla seçime girmekten yana. Galiba iki nedenle bunu istiyorlar — zâten araştırmaların ayrıntılarında da bu çıkıyor: birincisi, DEM Parti’nin –ya da daha önce HDP’nin– oy kaybı, ya da politik olarak pek çok pazarlık şansı yakalamasına rağmen “Politik olarak gücünü kaybettiği ve gerilediği” fikrini değiştirecek bir varlık gösterisine tekrar ihtiyâcı var. Defalarca kayyum atandı, o bölgelerde seçimi yeniden aldılar. Ama tekrar kayyum atandı. Sürekli olarak bir politik mevzi kaybı var. Kabaca şöyle düşünebiliriz: Hem siyâsî olarak mevziyi kaybediyorlar, hem çok açık, somut birtakım çıkarları olmuyor gelişmelerden. Birilerine kazandırsalar da, birilerine kaybettirseler de sonuç değişmiyor. Kaybettirme süreci açısından en temel şey, “Seni başkan yaptırmayacağız” çıkışıydı. Bu çok güçlü bir çıkıştı. Bence, muhâlefetin daha sonra birlikte davranarak bu iktidârı değiştirebilme fikrini canlandıran çok önemli fikirdi.
Ruşen Çakır: Ama onun faturasını hâlâ Demirtaş ödüyor.
Kemal Can: Onun faturasını ödediler, evet. Bu yüzden HDP, muhâlefetin biraz mahcupça, “meşrû muhatap” diyerek, selâm göndererek, ama yine de açık, normal bir siyâsî ilişkiden kaçınarak yürüttüğü siyâsette, muhalefet cephesinde gerçekten önemli bir aktör muamelesi görmedi, hattâ ittifaklara sokulmadı, anayasa görüşmelerinin muhâtabı bile yapılmadı. Hadi diyelim ki seçim ittifâkına almadınız, ama anayasa paketi hazırlıyorsunuz, hiç olmazsa orada görüşlerini alabilirdiniz. Bunların hiçbiri yapılmadı. Bu kaybettirme mâliyetini, iktidar çok sert biçimde ödetti. Neredeyse partinin kadrolarının yarısından fazlasını soruşturmalar ve gözaltılarla, hapislerle cezâlandırdı. Selahattin Demirtaş da senelerdir hapiste.
Oradan sonra geldik kazandırma kısmına: 2019’da “kazandıran aktör” oldular. Ama sonuçta ne tabanlarına ne seçmenlerine ne teşkîlâtlarına, “Biz bunu kazandırdık da bundan da şunu sağladık. Bize bunu getirdi. Politik olarak bunu getirdi ya da imkân olarak bunu getirdi” diyebilecek bir şey olmadı. Burada en temel mesele, bu seçim sürecine girerken de çoğu ismin dile getirdiği biçimde asıl sorun, açık ve şeffaf bir ilişkinin kabul edilmesi. Şimdi hâlâ, “İlerleyen birtakım görüşmeler var, iyi giden görüşmeler var. Bir anlaşma noktasına yakınız” lâfları, iki taraftan da geliyor. Tamam, görüşmeler bir arka kapı diplomasisi değil, ön kapıdan giriyorlar artık, ama sonuçta konuşulan şeyin ne olduğunu kimse bilmiyor; spekülasyonlara açık bir şey olarak kalıyor. O yüzden de “Faturaları PKK’lılar getirecek” lâfının yeni versiyonları çıkıyor. Bu sefer de “Bunlar neyin anlaşmasını yapıyorlar?” lâfları dönüyor ortalıkta. Hatırlarsan, daha çok kısa bir süre önce, Yalova’da Erdoğan çıktı ve üstelik Can Atalay meselesinde de MHP ile ayrı olmadığını gayet net gösterip, “Teröristi hapishâneden çıkartmak istiyorlar. Yetmiyor, diğerlerini de çıkartmanın pazarlığını yapıyorlar” diyerek yeni versiyonunu sâhaya sürdü. Bu, 2019’da Soylu’nun, “Şu kadar adam belediyede görevli oldu” iddiasının yeni versiyonu. Dolayısıyla, bu spekülasyona açık hâli ortadan kaldırmak ve açık ve şeffaf bir ilişki yürütmek zorunda. Ama bunun birtakım komplikasyonları var: Demin söylediğim gibi, “DEM’lenme bloku”yla karşı karşıya kalma riski.
Başak Demirtaş, kendisini bir tür aday olarak akıllara sokan bir çıkış yapınca, DEM Parti’nin, kendi tabanını iknâ etmek için, “Biz de bundan birtakım faydalar sağlayacağız” demesiyle daha zorlu bir anlaşmaya döndü. Artık Başak Demirtaş’ı aday göstermemeye gerekçe olarak, çok daha yüksek bir politik nokta işâret etmek gerekiyor. Ama bu sefer de bunun karşı tarafı var. Bu işbirliği, çok açık ve yüksek bir imkân sağlarsa, bu sefer de o “DEM’lenme bloku”nun taarruzu için açık bir cephe hâline gelecek.
Ruşen Çakır: O zaman, haftaya biraz daha netleşmesini bekleyelim.
Kemal Can: Diğer iki noktaya dâir de bir iki küçük şey söyleyeyim: Buğra Kavuncu ve Turhan Çömez aslında berâber açıkladılar ve berâber bir anlamı var. İYİ Parti, Zafer Partisi’ne oy kaptırmamak, CHP’ye oy kaptırmamak ve MHP’ye oy kaptırmamak gibi bir hatta sıkıştırmış durumda kendisini. Çizdiği hat, Meral Akşener’in sürüklediği hat, biraz milliyetçilik yarıştırmak. O “gıcıklık” politikasını bu “DEM’lenme” hikâyeleri üzerine kurarak gidiyor. Ama buna karşılık büyükşehirlerde önemli bir riskle karşı karşıya. Daha önceki “merkez parti olma” iddiası üzerinden, CHP ile çok yakın olduğu, onun önemli bir kısmını kaybettiğini biliyoruz; ama daha da fazla kaybetme riskine karşı, orayı da biraz sağlam tutmak istiyor. Buğra Kavuncu ve Turhan Çömez de bunun adayları. Milliyetçilik yarışını Meral Akşener sürdürecek, yerelde de onlar daha ılımlı.
Ama daha kritik bir nokta var. İYİ Parti’nin bu seçimdeki önemli rakibi Zafer Partisi. Özellikle İstanbul seçimi özelinde söyleyebiliriz bunu. Zafer Partisi’nde de çok kritik başka bir mesele var. Biliyorsun, Ümit Özdağ, daha önce doğrudan Buğra Kavuncu’yu hedef göstermiş ve ağır bir suçlamayla gündeme gelmişti. Dolayısıyla orada çok net başka bir çatışma var.
Ruşen Çakır: Azmi Karamahmutoğlu’nun öyle bir şey yapacağını çok düşünmüyorum.
Kemal Can: Tamam, yapmayacak, ama sonuçta Zafer Partisi’nin ve Ümit Özdağ’ın konumlanışında böyle bir problem var. Orada hakîkaten sert bir rekabet söz konusu.
Ruşen Çakır: Tabiî burada şöyle bir şey de var. MHP İstanbul’da aday göstermiyor. AKP’nin alacağı oyların içerisinde “Bunun yüzde bilmem kaçı benim” diyebilir. Ama diğerlerinin oylarını göreceğiz.
Kemal Can: Kabaca baktığımızda şöyle bir şey var: 2023 seçimleri îtibâriyle bakarsak: Yüzde 8 küsur civârında İYİ Parti’nin oyu var. Zafer Partisi’nin de yüzde 3 civârında. Yani ikisinin toplam oyu 11-12 aralığında oya tekabül ediyor.
Ruşen Çakır: Zafer Parti 2,8 ya da 3,8.
Kemal Can: Muharrem İnce’yi de kat.
Ruşen Çakır: Muharrem İnce, yüzde 1.
Kemal Can: Sonuç olarak, muhâlefetteki “DEM’ciler grubu” yüzde 12 gibi bir oya sâhip.
Ruşen Çakır: Evet, öyle bir şey.
Kemal Can: DEM Parti de yüzde 12.
Ruşen Çakır: TİP’i de katarsan…
Kemal Can: Yani iki tâne, yüzde 25’lik blok var.
Ruşen Çakır: Yüzde 12 bir tarafta, yüzde 12 diğer tarafta.
Kemal Can: Evet.Bu milliyetçi bloktan, MHP’nin AK Parti’ye ya da Murat Kurum’a biraz daha oy taşıması mümkün olabilir. Ama karşı taraftan iktidar blokuna gidecek bir şey yok. Sâdece karşı bloktan, “İmamoğlu’na gitmeyecek oy” meselesi denklemi etkiliyor. Burada çok kritik olan şu: “Her kesimden oy alabiliyor. Herkesten oy alabiliyor” sorusunun cevâbı, “Herkes oyunu getirip kapısına bıraktığında” mı realize olacak? Yoksa kendi varlıklarını sürdüren yapılardan oy alabilme kabiliyeti olup olmadığı” konusu mu test edilecek? Bir yandan da böyle bir şey var. Dolayısıyla bütün aktörlerin, kazanıp kazanmamaktan başka, aldıkları sonuçla politik geleceklerini tâyin edecekleri bir sınır var ve bu çok önemli.
Ruşen Çakır: İşte orada İYİ Parti ile Zafer Partisi’nin oylarını kıyaslayacağız. Bir diğer husus: Diyelim ki İstanbul seçimini Murat Kurum kazandı. “Şu kadar farkla kazandı. İYİ Parti sâyesinde kazandı. İmamoğlu da İYİ Parti yüzünden kaybetti” olacak. Bugün yaptığım değerlendirmede de onu söyledim. Kimileri İYİ Parti’ye, “İmamoğlu sizin yüzünüzden kaybetti” diyecek. Kimileri de, “Sizin sâyenizde Murat Kurum kazandı” diyecek. Sonuç olarak, Murat Kurum ve Ekrem İmamoğlu’nun dışındaki partilerin hepsi, kime kaybettirip kime kazandırdıkları ile ölçecekler güçlerini.
Kemal Can: Tabiî. Sâdece İstanbul seçimi ölçeğinde, İmamoğlu’nun politik geleceği, CHP’nin politik geleceği, İYİ Parti’nin politik geleceği, Meral Akşener’in politik geleceği, Buğra Kavuncu’nun politik geleceği, Zafer Partisi’nin politik geleceği, DEM Parti’nin politik geleceği…
Ruşen Çakır: Yeniden Refah Partisi’ni de say.
Kemal Can: Demirtaş’ın geleceği, Türkiye ölçeğindeki çok sayıda kritik aktörün ve Türkiye siyâsetinde belirleyici olabilecek partilerin kaderlerinde, sâdece kazanıp kazanmadıkları değil, nasıl kazandıkları ya da nasıl kaybettikleri önemli olacak.
Ruşen Çakır: Şunların hepsini peş peşe sayınca zâten çok fazla. Biraz da İsveç’ten bahsedelim. Aslında bahsedecek çok bir şey yok, çünkü “Transatlantik” yayınımızı izleyen bütün izleyicilerimiz zâten bunu biliyor, Daha ilk günden Gönül (Tol) ve Ömer’in (Taşpınar’ın) de söyledikleri de buydu: Nasıl olsa Türkiye İsveç’in NATO üyeliğine “Evet” diyecek, ne alabileceğine bakacak. F-16’lar meselesi, Kongre’ye yazılan mektup, şu bu… Sonuçta bitti.
Tabiî burada ilginç olan, bugün Muharrem İnce CHP’yi suçlarken, İsveç’in NATO üyeliğine “Evet” demiş diye eleştirdi. Meral Akşener de, “Biz NATO’nun genişlemesine karşı değiliz, ama Meclis’te bizi iknâ etmek zorundasınız” minvâlinde konuşuyor.
Kemal Can: Akşener’in orada söylediği, “Biz bu pazarlığı iyi yaptık/yapamadık” meselesi. “İsveç girsin, ama biz bundan ne aldık? Benim ne menfaatim var?” hikâyesi.
Ruşen Çakır: Sonuçta şaşırtıcı bir şey değildi. F-16 meselesi hâlâ yüzde yüz garanti değil. Biden bayağı bir şey yapıyor, ama onun derdi başından aşkın. İçeride çok ciddî sorunları var, seçim yaklaşıyor. Ama bir kere daha gördük ki, Erdoğan’ın başladığı ile vardığı yer arasında yine çok büyük fark var. Bahadır Türk’le bir yayın yaptım. Bu arada, onun AKP-101 kitabı çok güzel; bir kere daha tavsiye etmiş olayım. Yayında da onu söyledi Bahadır Türk: “Erdoğan yine 180 derece dönmüş, o târihte onu söylemiş, bu târihte başka şey söylemiş, mühim değil. Portföyünde hepsi var. Yapabiliyor olması yetiyor”. Fâiz hikâyesi de öyle. “Ben ekonomistim. Nasta fâiz yok” diyor. Sonra fâizler yükseliyor. Dün yüzde 45 oldu, değil mi?
Kemal Can: Evet. Baskıyla ve politik kararla yüzde 9’a kadar indirildi, şimdi yüzde 45’e, yani 5 katına çıktı tekrar.
Ruşen Çakır: Ama “Burada duruyoruz” dediler. Tamam, yüzde 45’te durduk. Ama yarın, “Ben ekonomistim. Bu nassa aykırıdır” diyerek yine kademe kademe inebilir. İsveç hikâyesi de bunun bir başka versiyonu oldu. Aslında iç politikada çok kullanışlı bir malzeme değildi. İnsanların çok fazla bildiği bir ülke değil İsveç. Kur’an yakmalar birazcık bilindik yaptı. Onlar da durdu zâten. Şimdi F-16’lar gelmezse, hiç kimse, “Hani F-16 alıyordunuz? Alamadınız” demeyecek.
Kemal Can: Tıpkı ekonomide olduğu gibi, bu dış politika meseleleri de öyle. Şimdi sen de söyledin: Yapabilmesi önemli. Öyle de yapıyor, böyle de yapıyor. Öyle yaptığını da çok ciddî bir millî mesele olarak sunabiliyor, böyle yaptığını da öyle sunabiliyor. Fâiz lobilerine karşı olduğu için onu yapıyor, uluslararası ekonominin gereği olarak bunu yaptığında da “millî bir duruş” sergilemiş oluyor.
Ruşen Çakır: Hani Nebati döneminde yapılan ekonomik programın ismi neydi? Dünyaya örnek bir sistemimiz vardı?
Kemal Can: Evet, evet, örnek almışlardır belki. İşin böyle bir tarafı var. AK Parti iktidârının “becerdiği” diyeceğimiz şeylerden biri ya da ona bir “politik dehâ” muamelesi yapılmasını gerektiren ikinci bir tarafı daha var: Sürdürülemez şeyleri sürdürebiliyor olmak. Ekonomide de bunun örneklerini defalarca gördük. Neredeyse 6-7 senedir, ciddîye alınacak pek çok uzman, çok da doğru argümanlarla, meselenin geldiği noktanın sürdürülemez olduğunu anlattılar bize. Biz de iknâ olduk. Hattâ politik aktörler de buna iknâ oldular. “Sürdürülemediğine göre bunlar gidecek” fikri böyle doğdu. Bunlar yanlış öngörüler değildi. Ama öngörülemeyen şuydu. Bu sürdürülemezliği yüzdürmek gibi bir becerisi var ve sürdürülemez olanı sürdürdüğü zaman, bunu bir güç olarak tekrar satma imkânına sâhip oluyor; kendi ürettiği krizden nemâlanabilen bir şey elde ediyor. Bu aslında bir yetenek değil. Bir özel siyâsî beceri de değil. Bu, basit kurnazlık.
Dış politikada yaptığı da bunun aynısı. Dış politikada, sürekli kriz çıkartan, sanki büyük bir kozu varmış gibi pazarlık masasına oturduğu iddiasında. Sonra orada bir şey almadan da bitirse bile, “Amerika ile ipleri kopartıyor” gibi gösterdiğinde de, bunu “büyük dünya lideri” diye sunabiliyor. Tersini yapıp Amerika’da masaya oturduğunda, fotoğraf çektirdiğinde de, “asrın ittifâkı” diye yine dünya lideri oluyor.
Ruşen Çakır: Söylediklerini dinlerken Rahip Brunson olayı geldi aklıma. Trump’ın Erdoğan’a yazdığı o korkunç mektup. Biliyorsun, Trump o mektubu kendi oteline ya da müze gibi bir yere koymuş, bayağı da övünüyor. Tabiî o mektup cevapsız kaldı.
Kemal Can: F-16 meselesi diyorsun ya, peki S-400 işi ne oldu?
Ruşen Çakır: O bitti zâten.
Kemal Can: İşte söylediğim de o. Dış politika uzmanlarının çoğu, bunun sürdürülemez olduğunu, bundan büyük kriz çıkacağını söylüyorlardı. Ne oldu? Türkiye açısından bitti. Türkiye açısından, Erdoğan öyle dönüyor, böyle dönüyor, onu da kabul ettiriyor, bunu da kabul ettiriyor da, karşısındaki muhâtaplar da aynı pozisyonda. Şu anda Türkiye’nin S-400 almasından doğan bir diplomatik krizle yüz yüze olduğunu söyleyebilir miyiz? Söyleyemeyiz.
Ruşen Çakır: Ama S-400’lerin hiçbir şekilde kullanılmadığını unutmamak lâzım.
Kemal Can: Tamam, önemli değil, ama onu satın alırken kullandığı ve onu iç politikada çevirebildiği şeyle, İsveç krizinde bir şey almadan… Yani sonuçta S-400 için Rusya’ya ödediğimiz para var.
Ruşen Çakır: Evet, bizim paramız.
Kemal Can: E tabiî, bizim paramız. Buradaki asıl kritik dönüşlerden biri de, MHP’nin yaptığı ilginç dönüş. Çünkü çok kısa bir süre önce –Erdoğan biraz daha önce çark etmeye başlamıştı– Bahçeli, yakın bir zamanda, çok daha sert bir baraj koymuştu. Bunu şunun için hatırlatmak istiyorum. Başka konularda da Bahçeli’nin bâzen çok sert çıkışlarını, iktidardaki bir çatlağa vehmetme konusundaki bir heveskârlığa cevâben söylüyorum. Bu kadar aceleci olmayın bu konularda.
Ruşen Çakır: Bahçeli, “Cumhurbaşkanının fikrine uygun olarak ‘Evet’ diyeceğiz” diye yazılı açıklama yaptı.
Kemal Can: Dolayısıyla o kadar heveskâr olmayın. Tamâmen kurgusal olduğunu söylemiyorum. Elbette ki pozisyon ve yaklaşım farkları ve aralarında birtakım gerilimler var. Ama açıktan birtakım şeylerin ortaya çıkıyor olmasının iki taraf için de kullanışlı tarafları var.
Ruşen Çakır: O zaman sen Diyarbakır Kulp’taki kaymakam-imam gerginliği olayından dolayı MHP ile AKP’nin arasının açıldığına da inanmıyorsun.
Kemal Can: İnanmıyorum. Evet doğru.
Ruşen Çakır: Ama buradayine birileri kontrpiyede kalıyor. AK Parti yanlısı memur konfederasyonu ile MHP yanlısı memur konfederasyonu bu olay üzerinden sosyal medyada kapıştılar. “Devlette kadrolar çatışıyor” dendi. Sonra ne oldu? Vâliler, kaymakamlar, sosyal medyada kaymakama destek mesajları attılar, tartışmaya girdiler, pozisyonlar alındı. Sonra ne oldu? AK Parti yanlısı Memur-Sen’in yaptığı en son açıklama, “Bunun kanunlar çerçevesinde çözülmesi gerekiyor” oldu.
Kemal Can: Orada boşa düşen, en son nokta da o oldu zâten. Memur-Sen boşa düştü, ayağını boş zemine bastı. Aslında tıpkı iktidarda büyük çatlak bekleyenler gibi, o da iktidardan destek bekledi, ama öyle olmadı. Tıpkı anayasa krizinde, Erdoğan’ın Yalova’dan verdiği cevapta olduğu gibi, bu sefer de Memur-Sen’in çıkışına AK Parti’den bir destek çıkmadı. Çok açık biçimde, Kulp’taki hâdisenin sonrasında Memur-Sen bir çıkış yaptı. Memur-Sen’in AK Parti ile organik ilişkisi dolayısıyla, olay tamâmen AK Parti’nin yaptığı bir şey gibi kurgulandı. AK Parti başından îtibâren sâhiplenmedi hâdiseyi; hiçbir seviyede sâhiplenmedi. Hattâ İçişleri Bakanı kaymakama yakın bir açıklama yaptı ve AK Partili hiçbir isim de çok ciddî topa girmedi. Girenler de sâdece hafif zemin yoklaması yaptı. Öbür tarafta, MHP’li isimler açıkça kendi isimleriyle topa girdiler. Ama asıl büyük blok, Zafer Partisi ve İYİ Parti civârından, muhâlefetin tarafında olduğu iddiasındaki milliyetçilerden çok daha yüksek bir destek geldi.
Ruşen Çakır: Meral Akşener grup toplantısında destek verdi.
Kemal Can: Tabiî, tabiî. Sosyal medya hareketliliği de öyleydi. Çünkü tam da bu nedenle, AK Parti’nin dindarlaştırma operasyonuyla, milliyetçilerin ağırlığı meselesi üzerinden, bir zayıflık gördükleri için o tarafa yüklendiler. Dolayısıyla hâdise daha birinci andan îtibâren AK Parti-MHP meselesi olarak konumlanmadı; başka bir blokun etrafında konumlandı. Kürt meselesi ekseninde hat çizildi ve orada oluştu.
Pek çok meselede de, yargı krizinde de ve bu olayda da görüyoruz ki, iktidar içerisindeki bu tür gerilimler sâhici gerilimler. Bayağı tekme tokat, çelme her türlü şeyin döndüğü sertlik var. Ama bunun, iktidar blokunun bütününü çatlatan, onu bir arada tutan asıl çimentoyu çözen bir içerik kazandığını söylememiz mümkün değil. İsveç hâdisesinde, Kulp hâdisesinde, Anayasa Mahkemesi hâdisesinde gördüğümüz gibi, bu gerilimler, tıpkı diğer sürdürülemez meseleleri yüzdürme biçiminde olduğu gibi, kullanışlı hâle çevriliyor.
Peki ne işe yarıyor bu? Meselâ, Kulp hâdisesi ve Memur-Sen’in çıkışı sâyesinde, hâlâ AK Parti’nin civârında dolaşan pek çok Kürt siyâsetçi için, “Bu MHP olmasa, AK Parti, Erdoğan, bu konulara başka türlü bakıyor aslında” demeye vesîle oluyor. Bunların alenîleşmesi, Erdoğan’ın neredeyse hiçbir şey yapmadan Erdoğan için birtakım beklentilerin canlı kalmasını sağlıyor. Öbür tarafa geçiyoruz: Bu tür konuların alenîleşmesi MHP’nin ne işine yarıyor? Pek çok MHP seçmeni açısından çok açık biçimde: “Biz olmasak neler yapılır! Hepsini biz durduruyoruz. Bu iktidârın çizgilerini biz çiziyoruz” olarak düşünülüyor.
Ruşen Çakır: …ki öyle.
Kemal Can: Öyle olmasa bile, bu alenîleşme sâyesinde, bu daha meşrû hâle geldi. Hatırlarsan bundan 5-6 sene önce herkes MHP’nin nasıl koltuk değneği olduğunu, nasıl anahtarı teslim ettiğini, nasıl hiçbir şeye ses çıkartmadığını konuşuyordu. Şimdi ne konuşuluyor? “MHP her şeyi belirliyor.” Bunu sağlayan şey, bu tür çatışmaların alenîleşmesi.
Ruşen Çakır: Ben Kulp olayı ile ilgili yaptığım yayında da söyledim: Kulp meselesinde, bir imamla kaymakam, diyelim ki Marmaris’te tartışmış olsaydı olay beş dakikada kapanacak bir meseleydi.
Kemal Can: Tabiî, çok açık, meseleyi Kürt ekseni üzerine yerleştiriyorlar.
Ruşen Çakır: Evet, tamâmen öyle.Sonuçta MHP’liler, “Bizim derdimiz imamla değil” diyorlar. Bu, bir milliyetçilik-muhâfazakârlık kapışması değil, başka bir şey. Kaymakam imama “Hutbeyi niye tamamlamıyorsun? Örgütten mi korkuyorsun?” demiş. Anlatabiliyor muyum? Yani imam olduğu için değil, “Örgütten korkan” imamı öne çıkartıyor.
Kemal Can: Daha önce Türkiye’de birkaç kez, merkezî hutbe meselesinde buna benzer şeyler yaşandı. Merkezî hutbe meselesi kendi başına problemli bir şey, onu ayrı koyalım. Ama şunu hatırlayalım: Merkezî hutbede olmasına rağmen bahsedilmeyen Atatürk tartışmalarını hatırla. Hiçbiri böyle sonuç doğurmadı. Hattâ, buna yapılan îtirazlar konusunda, “Tamam, îtiraz yapılsın, ama soruşturma açılsın” denildi. Ama mesele Kürt meselesine geldiğinde imamın dövülmesinin de meşrû olduğuna varılabiliyor.
Ruşen Çakır: Her ne kadar dövdüğünü kabul etmese de…
Kemal Can: Şunu pek çok paylaşımda görüyoruz: “Evet, dövdüğü iddiası yalan.” Ama dövseydi farklı tavır takınır mıydı, ondan çok emin değiliz. Dolayısıyla burada, hiçbir zaman devlet kurumları arasındaki bir gerilim meselesi olarak oluşmadı bu. Devletin herhangi bir kurumunda benzer çatışmalar yaşanabilir, benzer farklılıklar olabilir. Demokratik ülkelerde bunun yöntemleri var. Toplumsal olarak kınamanın da yöntemleri var. İdârî soruşturmalar var, yargı süreci var. Sonuçta bu mesele, başka bir hattın tarafında oluştu. Atatürk meselesi ya da laiklikle ilgili başka meseleler ya da kız çocuklarıyla ilgili, hutbede bâzı parçaların okunmaması değil sâdece, bâzı şeylerin eklenmesi hâdiselerine de tanık olduk. Şu anda resmî olarak devletin görevlisi olan birtakım imamların çok acayip vaazları sosyal medyada geziyor. Bu bir imam-kaymakam meselesi değil, Kürt meselesi.
Ruşen Çakır: Sonuç olarak, gerçekten dövüp dövmediği tartışmalı; ama siyâsî bilançoyu çıkartacak olursak: “Kaymakam imamı dövdü”.
Kemal Can: Evet. Çünkü daha kalabalık bir blok oluştu. Orada iş, iktidar içi bir çatlaktan çıktı. İş bâzı muhâlefet aktörlerinin de dâhil olduğu olaya dönüştü. Benzer bir şey daha önce Şeyh Said hâdisesinde olmuştu. Dersim olayı araya gitti. Orada da öyle bir şey olmak üzereydi.
Ruşen Çakır: Bu arada, Muharrem İnce, “Bizim Dersim diye bir ilimiz yok!” demiş. Neyse. Evet. “Haftaya Bakış”ı burada noktalayalım. Kapatmadan önce, Medyascope’a, Patreon ya da YouTube üzerinden destek vermenizi ricâ edelim. İyi günler.
Kemal Can: İyi günler.