Berrin Osmanoğlu yazdı: Seçimlerde çoğunluk esası ve çok partili sistem

Türkiye siyasi partileri, 2024 yerel seçimler öncesinde aldıkları ve almadıkları ittifak kararlarıyla, stratejik seçim hesaplarının önemli bir kısmını seçmene bıraktılar. Seçmen, 31 Mart günü, birinci tercihi olan parti ve adaylara oyunu vererek, samimi oy kullanabilir. Birinci tercihi olan parti/ aday yerine, kazanabilecek partiye/adaya oyunu vererek stratejik oy kullanabilir. Ya da partisine duyduğu memnuniyetsizliği ifade etmek için, kazanma ihtimali olmayan partilere oyunu vererek, protesto oyu kullanabilir. Yerel seçimler olduğu için birden fazla oy kullanacak olan seçmen, oyunu bölerek de kullanabilir; belediye başkanlıkları ve belediye meclisleri için farklı farklı partilere oy verebilir. Son olarak ise hiç sandığa gitmeyebilir; siyasete ilgisizlikten ya da siyasal durumu protesto etmek adına.

Demokratik işleyiş kurallarında uzun süredir var olan kısıtlardan dolayı (yüksek seçim barajı, yasaklı parti ve adaylar gibi) Türkiye seçmeni bu tarz hesaplar yapmaya alışkın. Ancak önümüzdeki yerel seçimlerle ilgili, özellikle de muhalefet seçmeninde, stratejik hesap zorunluluğundan, partilere veya adaylara mecbur bırakılmaktan ileri gelen bir yılgınlık var. Bu yılgınlık, tabii ki 2023 seçimlerindeki başarısızlıkla açıklanabilir. Ama esas olarak bugünkü haliyle Türkiye parti-seçmen yapısı çoğunluk üretmekte zorlanıyor. Çok partili sisteme meyilli, seçmenin polarize olsa da hareketli olduğu, particiliğin de canlı olduğu bir yapı var. Dahası da, Cumhurbaşkanlığı sistemi değişiklikleriyle beraber, bir yandan çoğunluk esası parti ve seçim alanlarını iki blok olarak şekillendirirken, öte yandan, ittifak sistemi küçük partilerin güçlenmesinin önünü açtı, yeni partilerin oluşmasını teşvik etti. 

Mutlak çoğunluk kuralı (%50+1), Türkiye seçim sistemine 2014’te Cumhurbaşkanının halk oyuyla seçilmeye başlanmasıyla girdi. 2014 seçimlerinde AKP’nin Cumhurbaşkanı adayı, iki turlu olan sistemde, birinci turda mutlak çoğunluğu elde ederek seçildi. Ancak, sonraki seçimlerde, Erdoğan AKP dışındaki partilerin desteği olmadan mutlak çoğunluğu toplayamaz duruma geldi. Bu sebeple de iktidar partisi, pozisyonunu korumak amacıyla, seçim ittifaklarını gündeme getirdi. Milletvekili seçim kanununda 2017’de yapılan değişikliklerle önce ittifaklar kanunla düzenlendi, sonrasında da ülke seçim barajı düşürüldü. İktidar bloğu Cumhur ittifakını oluştururken, muhalefet bloğu Millet ittifakını kurdu. Partiler arasında kurulan bu ikili yapı bütün seviyelerde (Meclis, Cumhurbaşkanlığı, Yerel) art arda birkaç seçimi kapsayacak şekilde devam etti. 

Ancak, her ne kadar 2017 referandumuyla kabul edilen Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle, Cumhurbaşkanlığı en güçlü siyasal makam haline getirilmiş ve meclis güçsüzleştirilmişse de milletvekili seçim sistemin daha adil bir temsil sağlaması, küçük partilerin önünü açtı, partilerin çoğalmasını teşvik etmiş oldu. Önce ittifak blokları arttı (milliyetçiler ve sosyalistler), sonra da oluşmuş ittifaklar dağılmaya başladı. Örneğin, önümüzdeki yerel seçimler için iktidar bloğunda kısmı bir işbirliği söz konusu, ancak muhalif blokta yok denecek kadar az. Yine de muhalif seçmen kendi bloğunda ittifak yapılmadığı halde iktidar bloğundaki ittifakı göz önünde bulundurarak karar vermek durumunda kalacak. Ya da mesela AKP seçmeni, iktidara olan memnuniyetsizliğini ifade etmek için protesto oyu kullanmayı düşünürken (Yeniden Refah’a oy vererek mesela), muhalif blok seçmenlerinin birleşerek çoğunluğu elde etme ihtimalini hesaba katacak. Çoğunluk kuralı bir yandan ikili bir yapıyı şekillendiriyor ama öte yandan Türkiye’nin parti-seçmen yapısıyla çatışıyor. 

Yarışmacı seçimlerin yapılmaya başlandığı 1946 yılından itibaren partiler alanında birçok değişiklik oldu (partiler darbelerle veya yasaklarla kapatıldı, yenileri açıldı; seçim sistemleri ve parti sistemleri değişti). Buna rağmen, uzunca bir süre, Türkiye partileri muhafazakâr-laik ya da sağ-sol ekseninde tek bir ana bölünme etrafında sıralandı. Ancak 1990’lardan itibaren milliyetçilik (Türk ve Kürt) ayrı bir bölünme hattı olarak yerleşmeye başladı. Türk milliyetçiliğini ve Kürt milliyetçiliğini temsil eden partiler aldıkları seçmen desteğiyle bu siyasal kimliklerin kökleşmesine katkıda bulundu. Seçim ittifaklarına girdiklerinde ortaklıklar yerine farklılıkları işlemeye devam ettiler. Küçük ve yeni partileri destekleyen son yasal değişiklikler de bu partilerin işini kolaylaştırdı. Türk milliyetçisi partilerden MHP, iktidar bloğunun içinde kısmen erimiş gibi görünse de İYİP ve Zafer Partisi ayrı bir yol açtı. Kürt partileri ise Millet ittifakına ancak örtük destek verebildi. Ya da son yasal değişikliklerle görünürlükleri artan Sosyalistlerle ayrı bir blok oluşturdular, ama o da sorunlu oldu. Aldıkları oy oranlarında oynamalar olsa da Kürt ve Türk milliyetçi partilerinin artık kalıcı sayılabilecek seçmen destekleriyle, Türkiye parti sisteminin çoklu yapısını yerleşik hale getirmiş gibi görünüyorlar.

Türkiye’de bu çoklu yapıyı destekleyen önemli bir faktör de partiler arası oy geçişlerinin uzun süredir kutuplaşmış olması. Tarihsel olarak seçmenlerin parti değiştirme tercihlerine baktığımızda, partiler iki blokta toplanıyor. Seçmen oynaklığına baktığımızda ise, bloklar arası geçişler düşük (kutuplaşma), ancak blok içi hareketlilik yüksek. Yani Türkiye’nin kutuplaşmış yapısında, seçmene hareket alanı sağlayan blok-içi geçişler ya da parti-içi bölünmeler oluyor. Diğer bir deyişle, seçmen memnuniyetsizliğini ifade etmek için karşı bloktaki partilere geçmiyor, blok içindeki diğer partilere kayıyor, onları güçlendiriyor, ya da yeni partiler oluşmasını teşvik ediyor. AKP’den MHP’ye ya da Yeniden Refah partisine kayan oylar gibi. Bu tarz kaymalar 80’lerde ve 90’larda da oluyordu; ANAP’tan DYP’ye, ya da CHP-DSP arasında.  

Çok partili yapıyı destekleyen bir diğer faktör de particiliğin Türkiye siyasetinde çok yerleşik bir pratik olması. Sebebi ister ekonomik rant sağlama olsun ister kişisel hırsları tatmin etme ister ideolojik motivasyon ister kamusal iyi için mücadele; particilik bir örgütlenme faaliyeti olarak canlılığını kaybetmiyor. Darbeler ve yasaklarla çokça sekteye uğramış olsa da Türkiye’de partiler ve seçimler alanı uzun süre düzenli denebilecek şekilde işledi. İşleyişlerindeki sorunlara rağmen partiler örgütleniyor, seçmen oy veriyor, sonuçlar da (çok büyük ölçüde) kabul ediliyor ve siyasal hayatı düzenliyor. Hatta otoriterleşmeyle beraber siyasetin geniş anlamda alanı daralırken (sivil toplum gibi), partiler alanı tek “meşru alan” olarak kaldı. Dahası, yukarıda söz edilen kutuplaşmadan dolayı, ya da partilerin otoriter işleyişlerinden kaynaklanan sorunlardan, parti bölünmeleri de sık bir şekilde meydana geliyor. Örneğin, MHP’den ayrılanların İYİ Partiyi ve Zafer Partisini kurması gibi. Ya da AKP’den ayrılanların DEVA, Gelecek ve Yeniden Refah Partisi’ni kurması gibi. Ya da TİP ve TKP’nin CHP’den oy almaya çalışması gibi. 

31 Mart yerel seçimlerinde, partilerin belediye başkanlıklarını kazanmaları için mutlak çoğunluk değil, basit çoğunluk elde etmeleri gerekiyor (%50+1 değil, adaylar arasında en yüksek oyu almak). Ancak, Büyükşehirlerde muhalefet partilerin seçim ittifakı yapmamışken AKP ve MHP’nin yapmış olması, muhalif bir adayın yarışta birinci gelmesini seçmenin stratejik oylarına bırakıyor. Muhalif seçmen yılgın, ama her kaybedilen seçim muhalefetin daha da güçsüzleşmesi anlamına geliyor. Seçmenin oyunu kullanırken bunları göz önünde bulundurması gerekiyor. Samimi veya protesto oylarını ifade etmek için nisbi temsil kuralının geçerli olduğu belediye meclisleri seçimlerinin de olanak tanıdığını da hatırlatmak gerekir.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.