Mayıs 2023 seçimleri sonrasında siyasal gündemin en tartışmalı konusu muhalefetin cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun istifa edip etmeyeceği oldu. Seçim öncesinde muhalefetin adayının kim olacağı ve adayın uzun sure açıklanmaması da epey tartışmaya yol açmıştı. Ancak aday açıklandıktan sonra Kılıçdaroğlu’nun etrafında bir birleşme gerçekleşti, hatta liderlik tarzına ve kampanya stiline övgüler ön plana çıktı. Seçim yenilgisinden sonra ise, bu sefer, farklı bir düzeyde tartışma başladı. Kılıçdaroğlu’nun istifa etmeyerek demokratik sürecin önünü tıkadığı ve bir an önce istifa etmezse belediye seçimlerinin de kaybedileceğini düşünenlerle, bunun karşısında istifasının muhalefeti dağıtacağını ve hiç değilse belediye seçimlerine kadar partinin başında kalması gerektiğini savunanlar arasında sert tartışmalar yaşanıyor.
Türkiye’de parti liderlerinin uzun süre partilerinin başında kaldıkları ve kolay kolay koltuklarını bırakmadıkları biliniyor. Bu olgu, otoriter parti yapıları, otoriter kültürle veya parti içi ilişkiler ağıyla açıklanmakta. Ancak, 2023 Türkiye seçimleri sonrası muhalefet liderinin istifanın bu kadar konu olmasının açıklamasını daha güncel iki gelişmede aramak gerekir. Birincisi, Türkiye’deki siyasal rejim değişikliğiyle beraber seçim “yenilgisi/başarısı” tanımı/algısı değişti. 2018’den itibaren uygulamaya giren başkanlık sistemiyle beraber siyaseten en güçlü makam Cumhurbaşkanlığı oldu, Cumhurbaşkanlığı seçimi en önemli seçim haline geldi ve bu seçim çoğunluk kuralıyla gerçekleşiyor. Üstelik bu değişiklik gittikçe otoriterleşen bir iktidar eliyle oldu. İkincisi ise, farklı dinamiklerin sonucu olarak, gelişmiş demokrasiler de dahil olmak üzere, dünyada parti siyasetinde bir “kişiselleşme” trendi gözlemleniyor; parti liderleri seçmenler için (parti örgütünden) daha önemli hale geliyor ve liderlerin seçilmesi veya görevden alınma prosedürlerini değiştirmek partilerde bu trende uyum sağlamanın bir yöntemi haline geliyor. Çoğunlukla seçim yenilgilerinden sonra, partiler liderlerini seçen organları genişletmeyi, parti lideri seçimini “demokratikleştirmeye” yönelik prosedürleri hayata geçiriyorlar. Bu iki gelişmeyi göz önünde bulundurmak hem muhalefet seçmeni nezdinde hem de parti içi muhalefet düzeyinde, Kılıçdaroğlu’nun istifası etrafında dönen tartışmaları anlamayı kolaylaştırıyor. Bu yazıda, Kemal Kılıçdaroğlu’nun istifa etmesinin hem parti örgütünün otoriter yapısında bir değişime ön ayak olacağını hem de yeni Türkiye rejimi şartlarında muhalefetin kazanma şansını arttıracağını savunuyorum.
Türkiye’de parti liderleri ne zaman görevden ayrılıyor?
Batı demokrasilerinde seçim başarısızlığından sonra parti liderlerinin görevden gönüllü bir şekilde ayrılması yerleşik bir norm ve olgu. Türkiye’de bunun böyle olduğunu söylemek daha zor. Çok partili seçimlere geçildiğinden beri mecliste sandalye kazanmış partilerin liderlerine bakarak (liderlere gelen yasaklar ve yasaklar kalktıktan sonra “doğal” liderlerin partilerinin başına dönmesi örneklerini çıkardığımızda) Türkiye’de parti liderlerinin değişmesinin temel sebeplerini sıralayabiliriz: vefat (Atatürk, Gümüşpala, Türkeş, Erbakan), Cumhurbaşkanı seçilme (Bayar, Özal, Demirel, Erdoğan 2014), siyaseti bırakma (Erdal İnönü), siyasi skandal (Baykal), cumhurbaşkanı baskısı (Davutoğlu) ve bu yazıda bizi özellikle ilgilendiren, siyasi yenilgi (Yılmaz, Çiller, Ecevit, Bahçeli, Baykal – 1980 öncesinde de Bölükbaşı, Alican, Aybar) ve parti-içi rekabet (Akbulut, İsmet İnönü). Son örneklere baktığımızda, siyasi yenilgi tanımının veya algısının nasıl değiştiğine dair ipuçları bulabiliyoruz. Yakın zamanda geçilen Türk tipi başkanlık rejimine kadar meclisteki sandalye dağılımı en önemli siyasi ölçüydü ve meclis seçimleri yegâne önemli rekabet alanıydı dolayısıyla başarı/yenilgi tanımı/algısında belirleyiciydi. Mecliste temsil edilen bütün parti ve liderler kendilerini siyaseten güçlü bir pozisyonda görüyorlardı: “Kazanmak” mecliste temsil edilmek, “kaybetmek” mecliste temsil edilmemek anlamına geliyordu Bu tarz bir algının/ tanımın oluşmasında, art arda gelen askeri darbeler ve liderlere uygulanan yasakların da etkisi olduğunun da vurgulamak gerekir. Yine de 1946-2017 dönemi boyunca seçim başarısı/seçim yenilgisi tanımında/algısında dönemsel farklılıklar gözlemliyoruz, seçim sisteminde yapılan değişiklikler sebebiyle, bunlardan en belirgin olanı da 1983’ten itibaren uygulanmaya başlanan ülke seçim barajı.
1980 sonrasındaki istifa örneklerine bakarsak, seçim yenilgisin meclise girememek, yani %10 oy alamamak anlamına geldiğini görebiliriz. En çarpıcı örnekler 2002 seçimlerinde partileri baraj altında kalınca Mesut Yılmaz, Tansu Çiller ve Bülent Ecevit’in istifa etmesi. Buna benzer başka örnekler de var: 1987’de Ecevit, 1995’te Baykal, 2002’de Bahçeli, yenilgi sonrası istifa etmişlerdi. Her üçü de partileri baraj altında kaldığında görevlerini bırakmış ama kısa süre sonra geri dönmeye karar vermişlerdi. Ecevit ve Bahçeli döndüklerinde kapılar sonuna kadar açılmışken, Baykal dönmek istediğinde işler biraz daha zor olmuş, parti kongresinde Altan Öymen’le sıkı bir rekabet yaşamıştı.
1980 öncesinde de meclise girmek başarı tanımında asıl kriter gibi görünüyor. Ancak, baraj olmamasından dolayı (1961’de uygulanmaya başlanan nispi temsil sistemiyle beraber) mecliste sandalye kazanabilen küçük partilerin sayısı daha fazlaydı. Büyük partilerle karşılaştırıldığında, küçük partilerin liderleri arasında seçim yenilgisi sonrası (azalan sandalye sayısı sebebiyle) veya parti içi muhalefetin baskısıyla istifa edenler (Osman Bölükbaşı, Ekrem Alican, Mehmet Ali Aybar) daha fazla olmuştur. Fakat yine küçük partiler arasında, başarısızlığa rağmen istifa etmeyenler de (Erbakan, Türkeş, Fevzioğlu) vardı. Büyük partilerde, başta ana-muhalefette, seçim yenilgisinden dolayı (iktidar ya da koalisyon partneri olamamak, sandalye kaybetmek) istifaya daha az rastlanıyor. Büyük partiler arasında lider istifasına önemli bir örnek verebiliriz; 1972’de CHP lideri İsmet İnönü’nün istifası. İsmet İnönü istifa ettiğinde 88 yaşındaydı fakat o dönemde parti genel sekreteri olan Ecevit’in parti başkanlığını talep ediyor olması istifayı bir anlamda tetikledi; bu bakımdan da parti-içi rekabete bir örnek olarak düşünülebilir.
1980 sonrasında parti-içi muhalefetten dolayı liderlikten ayrılan tek örnek olarak ANAP başkanı ve başbakan Yıldırım Akbulut’u verebiliriz. 1991’de kongrede karşısına çıkan Mesut Yılmaz’a yenilmiş ve parti başkanlığı bırakmıştı. Hatırlarsak, Özal TBMM oylamasıyla Cumhurbaşkanı seçilince (zorunlu olarak parti başkanlığını bırakmaya bir örnek), yerini Yıldırım Akbulut’a bırakmıştı. Özal’ın desteğiyle seçilmesine rağmen Akbulut, parti içerisinde sert bir muhalefetle karşı karşıya kalmış ve kongrede Mesut Yılmaz’a kaybetmişti.
Türkiye’nin yeni siyasal rejiminde seçim yenilgisi/ başarısı kriterleri
Kılıçdaroğlu’nun istifası tartışması seçim başarısı kriterinin değiştiğine dair bir gösterge olarak bakılabilir. Bu tartışmayı Türkiye siyasi rejiminin değişen unsurlarını dikkate alarak değerlendirmemiz gerekiyor. Söz konusu siyasal rejim değişikliklerinin başında, 2018’de başkanlık sistemine geçiş yer alıyor. Başkanlık sistemiyle beraber meclis seçimlerinin önemi başkanlık seçiminin gerisine düştü ve siyaseten en önemli ödül başkanlık makamı oldu. Daha demokratik başkanlık rejimleriyle karşılaştırınca, Türkiye başkanlık sistemi tasarımında meclisin denetim ve pazarlık gücü de oldukça zayıf. Halbuki eski rejimde, yürütmenin gücünü de belirleyen meclisteki sandalye dağılımı en önemli siyasi unsurdu. Türkiye’nin çok parçalı seçmen/parti dağılımı sebebiyle güç zaten bölünüyordu, çoğunluğu oluşturmak için partiler arası koalisyonlar gerekiyordu; bu da yine meclisteki göreli küçük partilere güç veriyordu. Başkanlık sistemiyle beraber tek yetkili makam Cumhurbaşkanlığı olunca en anlamlı seçimler de cumhurbaşkanlığı seçimleri oldu. Dolayısıyla artık siyaseten “kazanmak” mecliste temsil edilmekten öte başkanlık için çoğunluğu elde etmek haline geldi. Ama artık çoğunluğu almak seçim sonrası koalisyonlar değil, seçim öncesi ittifaklar gerektiriyor. Baraj düşmüş olmasına (%7’ye), ve ittifak sisteminin sandalye kazanmayı kolaylaştırmasına rağmen, mecliste temsil edilmenin siyaseten anlamı önceki sisteme göre azaldı.
Ancak, Türkiye’nin gittikçe otoriterleşen siyasal rejimi, partileri, değişen bu yapıya uygun taktiklerle adapte olmayı güçleştirmiş gibi görünüyor. 2023 seçimlerinde muhalefet “bu seçim son seçim”, “birinci turda bitirelim” gibi bir yaklaşımla değişen koşullara uymayı göz ardı etti ve Türkiye siyasal sahnesinin çok parçalı seçmen/parti dağılımına uymayan stratejiler uyguladı. Mesela, cumhurbaşkanlığı seçimi, iki turlu bir seçim olmasına rağmen partiler ilk turda kendi adaylarını çıkarmak yerine, ilk turda tek aday etrafında birleşerek (potansiyel) seçmenlerinin desteğini kaybetti. Yahut, var olan ideolojik eğilimleri göz ardı ederek, son dakikada Oğan ve İnce gibi yeni adayların ortaya çıkmasına imkân verdiler. Benzer argümanlar şimdi de yaklaşan yerel secimler için öne sürülüyor. Yine güçlü otoriter iktidar karşısında birlik olunması gerektiği, lider istifa ederse muhalefetin dağılacağı iddia ediliyor. Türkiye’de partilerinin otoriter yapısı göz önünde bulundurulduğunda parti içinde ciddi muhalefet olmasına rağmen, lider gönüllü olmadığı takdirde liderin değişmesi oldukça zor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Parti liderlerinin seçilmesi ve görevden alınması
Avrupa demokrasilerinde ise, her ne kadar bir muhalefet liderlerinin uzun süre görevde kalması genel bir pratik değilse de bazı çalışmalar seçimleri kazanamadığı halde istifa etmeyen, ya da hiç seçim kazanamayan liderler olduğunun altını çiziyor ve bunun genellikle seçilme prosedürleri ile ilişkilendiriyor. Bahsedilen örneklerde, liderin geniş bir seçici organ tarafından değil, kendisine “sadık” bir seçici kurul tarafından seçilmiş olma olasılığının daha fazla olduğu öne sürülüyor. 80 sonrasından itibaren, özellikle de parti liderlerinin (parti örgütüyle veya seçilmiş üyeleriyle karşılaştırıldığında) artan önemiyle beraber söz konusu seçilme veya lider değiştirme prosedürlerinde yeni düzenlemeler de artmaya başladı. Literatürde seçimlerin “kişiselleşmesi” veya “başkanlaşması” olarak da tanımlanan bu olgu, farklı dinamiklerin sonucu olarak ortaya çıkıyor; başta da partilerin üye sayısının azalması, parti üyeliği işlevinin değişmesi, seçmenlerin parti bağlılığının/aidiyetinin zayıflaması, seçimlere katılımdaki genel düşüş ve tarihsel olarak değişen parti örgüt yapısı gibi.
Ülkelere göre farklılık gösterse de, liderlerin seçilme prosedürleri ile ilgili, partiler, çoğunlukla yaşadıkları seçim yenilgilerinden sonra lideri seçen organların genişlemesine yönelik yeni düzenlemeler kabul ediyorlar. Parlamenter rejimlerdeki partilerde seçici organlar dar seçici kurullardan parti üyelerini kapsayacak şekilde genişletiliyor. Başkanlık rejimlerindeki partilerde ise bütün seçmenleri kapsayacak şekilde açık ön seçim yaygınlaşıyor. Seçilme prosedürlerinin “demokratikleşmesinin” liderlerin partilerin başında kalma süresi üzerindeki etkisini araştıran bazı çalışmalar, bu değişikliklerin lider rotasyonu etkilemediğini öne sürerken, diğerleri liderlerin görev başındaki sürelerini kısalttığını iddia ediyor (ya da en azından lider değişikliğini kolaylaştırdığını). Süreyle ilgili fikir ayrılıkları olsa da seçici organın genişlemesinin partinin seçim başarısı için önemli olduğu, iç çatışmaları önlediği, adayın imajını düzelttiği ve seçim kampanyası bağışlarını arttırdığını, ya da rekabeti daha sıkı hale getirdiği öne sürülüyor.
Seçilme prosedürlerinin dışında, liderin görevden alınmasını düzenleyen prosedürlerle ilgili olarak ise, çalışmalar, bunların özellikle parti içi kavgaları düzenlemekte önemli olduğunu vurguluyor. Bir lidere açıktan karşı çıkmanın çok kolay olmadığının altı çiziliyor; seçmenin gözünde partinin birlikte hareket etmediği fikrinin oluşması ya da partinin genel imajının bozulacağı ve yıpranmanın bir sonucu olarak farklı fraksiyon veya adayların hücumlarına açık hale geleceği iddia ediyor. Partinin somut işlerden uzaklaşmış gibi görüneceği ve bunun da seçmen gözünde bir maliyeti olacağı hatırlatılıyor. Bunlardan yola çıkarak, parti lideri seçilme ve görevden alınma süreçlerinin ayrılmasının işleri kolaylaştıracağı öne sürülüyor; lideri görevden almanın kolay bir şekilde talep edilebilmesi ve bunun oylamasının gizli oyla gerçekleştirmesi öneriler arasında bulunuyor.
Türkiye örneğinde, liderlerin uzun süre görevde kalmasını veya seçim yenilgisi karşısında istifa etmiyor olmaları Türkiye koşullarında olağan karşılanıyor. Ancak, söz konusu “kişiselleşme” trendini Türkiye özelinde de, yani parti seçmen ilişkilerinde de gözlemliyoruz. Dahası da rejim değişiklikleriyle beraber hem başkanlık hem de otoriterleşme, “kişiselleşmeyi” daha da belirgin hale getirmekte. Buna rağmen henüz partilerde lider seçimi veya görevden alınmalarıyla ilgili prosedürlerde herhangi bir değişim olmadı. Seçilme ve görevden alınma süreçleri hala ayrışmış değil ve tek bir süreç olarak işlemekte. Mevcut yapıda bu süreçler bütün partiler uymaları gereken bir şekilde kanunla düzenlenmekte. Geçerlilikteki kanuna göre, parti başkanları her 2-3 yılda bir gerçekleştirilen büyük parti kongrelerinde (1961 parti kanununda 2 yıldı), parti delegelerinden oluşan bir seçici organ tarafından seçiliyor ya da görevinden alınıyor. Olağan dışında olağanüstü kongreler de ya liderin ya idari konsey ya da delegelerin 1/5’inin talebi üzerine olağanüstü kongre düzenlenebiliyor. Örneğin parti içi muhalefet liderin gitmesini istiyorsa, olağanüstü kongre talep edip hem lideri yerinden edebiliyor hem de yenisini seçebiliyor. Periyodik kongreler sırasında da parti liderinin karşısına adaylar çıkabiliyor, ancak, liderlerin delegeler üzerindeki gücü göz önünde bulundurulduğunda, bir liderin değişmesi çok nadir olarak gerçekleşebiliyor.
Sonuç
Kemal Kılıçdaroğlu’nun destekçileri liderlerinin partinin başında kalması gerektiğine, en azından belediye seçimlerine kadar “kaptanın gemiyi terk etmediği” imajını koruması gerektiğine inanıyorlar. Diğer tarafta ise, “değişimin önü açılmalı” görüşünü savunanlar var. Elbette ki partilerin içerisinde farklı liderlik tarzlarını tercih edenlerin olması veya lidere bağlı çıkar gruplarının olması olağan. Ancak demokratik prensipler gereği, seçim yenilgisinden sonra lider istifa etmeli. Bu olmuyorsa parti içi muhalefetin önünü açacak düzenlemeler getirilmeli ki partinin imajını bozulmasın, partiyi bölünmeye kadar götürmeyecek şekilde parti içi muhalefet ortaya çıksın. Parti liderinin kazanabilecek bir lider, partilerin kazanabilecek partiler haline gelmesi için bu pratikler ve kurallar önemli. Liderliğin artan önemi ve rejimin değişen yapısıyla beraber seçim yenilgisinin tanımının da değiştiğinin farkında olmak gerekir. Her ne kadar rejimin otoriter yapısı bu tanımı muğlaklaştırıyor ve demokratik işleyişle ilgili taktiksel sorunlara yol açıyorsa da Türkiye’de halen seçimler yapılıyor ve iktidar-muhalefet seçmen dağılımı da çoğunlukçu bir seçim sisteminde rekabet etmeye değecek kadar yakın. Türkiye’de seçim ve partiler tarihi bize gösteriyor ki, otoriter liderlik yapılarına rağmen partiler liderlerinden sonra da yaşamaya devam ediyor; asıl üst üste kazanamadıklarında yok oluyorlar. Özetle Kemal Kılıçdaroğlu’nun istifa etmesi sadece demokrasinin bir gereği değil aynı zamanda muhalefetin iktidar karşısında kazanma ihtimalinin artması için de gerekli.