Kemal Can yazdı: “Normalleşme etkisi”

Yine fazla hareketli bir haftayı tamamladık. Hareket dediysek, yeni ve beklenmedik şeylerden bahsetmiyoruz. Tam tersi, senelerdir bildiğimiz her türlü anormalliğin, farklı örneklerle kafalara tekrar vurulması, yüzlere çarpılması seyrediliyor. Hesabı sorulamayan, bedeli ödetilemeyen hatta tam olarak mücadelesi bile verilemeyen haksızlık ve zulüm karşısında, “nasıl olsa mağduru biz değiliz” diye düşünenlerin, sıra kendilerine gelmeden önce de güvende olamayacakları bir süreç bu. Açık haksızlık ve hukuksuzluk, bir sahne gösterisi gibi ulu orta yapılabiliyorsa; her aşamasında herkese, hem tehdit hem de sorumluluk anlamında pay düşer. Başa geldikten sonra yaşananı anlamlandırma ve tepki verme konusundaki tutum ise çok daha fazla vebal potansiyeli taşıyor. 

İntikam hamlesi olarak pişirilmiş ve siyasi linçle sonuçlanmak için kurgulanmış Kobani Davası’nın kararı, aynı güne yerleştirilen 28 Şubat hükümlüsü generallere af ve hatta darbe iddialarına konu edilen emniyet-siyaset-mafya gerilimleriyle yüklü bu haftadan, “normalleşme etkisi” süzmek pek mümkün değil. Ancak senelerdir iktidar fütursuzluğuna paralel olarak geliştirilen “sonuç uydurma” performansı, acayip çıkarımlar yapmakta ısrarlı olacak gibi görünüyor. Yaşananlara “başkaları” adına bahane bulma çabası ise şimdiden devrede. “Normalleşme” lafları, beklenti istismarıyla tedavüle sokulurken, negatif gelişme olasılıklarında kullanılabilecek gerekçeler, zaten yedeklenmişti. 

31 Mart sonrasının ama özellikle son birkaç haftanın gündemi, “normalleşme” hatta “yumuşama”. Kimileri zaten mecburi olduğuna inandığı için, kimileri duyumunu aldığını iddia ederek, yeni bir dönem muştulamıştı. Kimi sahiden inandığı için, kimi “stratejik aklıyla”, kimi de keşke diyerek bu ihtimali destekledi.  “Ne yani insanlar beş yıl daha hapiste mi kalsın istiyorsun?” sözüne muhatap kalmamak için, şüpheyle yaklaşanlar bile ölçülü bir ihtiyata zorlandı. Bu “yalancı bahar” havasının odağına da, “normalleşmenin” (yumuşamanın) en kolay gösterilebileceği “hukuk” garabetleri yerleştirilmişti. Kulis haberleri ve Erdoğan-Özel görüşmesinin açıklanmayan içeriği, bazı sembol davaları işaret ediyordu. 

Osman Kavala’nın davası yeniden görülerek serbest kalması, Kobani Davası’nda daha sembolik cezalarla yetinilmesi, hapishanelerdeki yaşlı ve hasta mahkumların affı gibi ihtimallerin, “yumuşamanın” işaret fişekleri olacağı söylendi. Bu iddiaların hepsi, yargının siyasal bir enstrüman olduğunu açıkça ikrar ediyordu ama ne gam, yeter ki “normalleşme” olsundu. Erdoğan da bizzat, Türkiye’nin “normalleşmeye”, siyasetin yumuşamaya ihtiyacı olduğunu söyledi. Gerçi kendinden bahsediyor gibi değildi ama “öküz altında da buzağı aramamak lazımdı”. Hatta daha ileri gidildi, Bahçeli’nin bazı Erdoğan danışmanlarının yüksek itirazları da, “değişimin” geldiğinin kanıtı olarak sunuldu. Karar verilmişti ama rahatsız olanlar direnmeye çalışıyor hatta atıldıkları oyun için mızıkçılık yapıyordu. 

Geçtiğimiz haftanın ortasında patlayan -aslında aylardır (senelerdir) devam eden- Ayhan Bora Kaplan Çetesi hadisesi bile, hem iktidar ittifakında çatlak iddialarını tazeledi hem de “normalleşme” iddialarıyla da irtibatlandı. Mesele, -üstelik iktidar içi açık bir tartışma olarak- darbe iddialarına kadar ilerletildi. Açıklamalardan, sosyal medya paylaşımlarından imalar ayıklanmaya çalışıldı. Yargıtay krizinin, AYM kararını tanımayan ve üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunan bir başsavcı atamasıyla sonuçlanması bile “yumuşama” beklentilerini yatıştıramadı. Kavala Davası heyetinin değiştirilmesi, “işte geliyor gelmekte olan” diye ilan edildi. Fakat “açık işaretler”, yazdırıldığı söylenen kulisler yine doğru çıkmadı. Yeni heyet, Kavala için eskisinden farklı bir şey yapmadı. Sonra da Kobani Kararı açıklandı. 

Kobani davası, bu karar çıktığında değil daha dava tanzim edildiğinde bir siyasi intikam operasyonuydu. DEM sözcüleri -muhtemelen haklı olarak- “bu davanın kararı MHP Genel Merkezi’nde yazıldı” diyorlar ama davanın konusu olan intikam, başından itibaren bizzat Erdoğan’ın kişisel meselesiydi aslında. Tıpkı Osman Kavala konusundaki iştah ve ihtirasta olduğu gibi. Erdoğan’ın senelerce meydanlarda kullandığı “Yasin Börü” suçlaması, kendi mahkemesi tarafından bile sürdürülemedi. Bu isnattan herkes beraat etti. Ancak Selahattin Demirtaş, doğrudan -çoğu yaptığı konuşmalarla- “siyaset yapma” suçuyla görülmemiş bir cezaya çarptırıldı. Bu vesileyle, kısa bir süre önce Başak Demirtaş üzerinden pazarlık iması yapanların, kıyıda köşede biraz utanması kalmış mıdır acaba? 

Erdoğan, Kobani Davası kararının mürekkebi kurumadan, 28 Şubat Davası hükümlüsü generalleri afetti. “Normalleşme” işaretleri arasında sayılan bu talebin Erdoğan-Özel müzakerelerindeki tavassut başlıklarından biri olduğu biliniyordu. “Normalleşmenin” kimleri içerdiği, muhataplarının kimler olduğu, kimin normalleşmesinin/yumuşamasının beklendiği, kimlerin kapsam dışında kalacağı ve en önemlisi bu beklentiyle ilişkide nasıl alt gruplar teşekkül etmesinin umulduğu, biraz daha netlik kazandı. Bunu “zekice bir oyun” diye nitelemek, sadece yapanlara hak edilmemiş bir övgü olmaz, izleyen herkesin aklına da büyük hakaret olur. Bu ve yıllardır benzerleri yaşanan müstehcen oyunlar, gücünü incelik ve zekadan almıyor. Tam tersi, hiç saklanma gereği duyulmadan göze sokulan, çok kaba saba bir kurnazlık söz konusu.  

Başka şeyler bekleyenlerin hüsranı ve defalarca aynı şeyi deneyimleyenlerin ezikliği sindirmesi zaman alacak. Ancak iddiaların aksine gelişmeler için hazırlanmış -ve çoğu siyaset dışı- bahanelerin bu sefer hızlı kullanılma girdiğini görüyoruz. Senelerdir her gelişmeyi açıklamak için kullanılan “iktidar içi çatışma” şablonu, bu konuda zengin kaynak. “Erdoğan, yapacağına Bahçeli’den izin çıkmadığı veya direnç fazla gürültülü olduğu için frene basıldı.” “Aslında normalleşme süreci işliyor ama Erdoğan kontrolü elinde tutmak için,  MHP’ye yatıştırıcı tavizler veriyor.” “Kapışmada netice tam oluşmadı, herkes hamlelerini oynamaya devam edecek”. Daha karmaşık komplo teorileri veya çok naif iyimserlikler içeren cümleler eklemek mümkün. Fakat ortak nokta, farklılıkların (çatışmaların) ayrı rotaları zorunlu kıldığı iddiası.

İktidar ittifakının çok sert gerilimler içeren kalabalık bir ortaklık olduğu sır değil. İktidarın yapısal ve dönemsel sıkıntıları, bu gerilimleri kontrolsüz bilek güreşlerine dönüştürüyor. Ancak karmaşık güç ittifaklarını mümkün ve başarılı kılan, iç gerilimlerini “ilerleme” dinamiğine veya “korunma kalkanına” çevirebilmesi. Bazen çatışma perdesinin arkasında başka bir bağlamda işleyen “uyum”, bazen de ayrışma dinamiklerinin alenileşmesi, beklenmeyen sonuçlar üretebiliyor. Muhalefet ittifakının dağılırken CHP çatısı altında daha güçlü bir ittifak üretmesi iyi bir örnek. İktidar ittifakının gerilimli doğası da öyle işliyor. İktidar sorumluluğu almadan iktidar imkanı kullanan MHP, Erdoğan’ın yaptıklarının bazılarının,  yapamadığı her şeyin müsebbibi sayılıyor. Bu durum, Bahçeli için epey zahmetsiz elde edilen güç iddiası, Erdoğan için ise şımartıcı bir konfor. Yani ister ittifaklarda ister partilerin içinde şahin ve güvercinlerin varlığı ve çekişmesi illa kayıp hanesine yazılmıyor. 

“Tek adam” diye rejim ismine dönüştürülen Erdoğan, -ister sertleşme ister yumuşama için- “yaparsa o yapar” muktedirliğiyle kuşatma altındaki “biçare” sayılmak arasında serbest salınım hakkını kullanıyor. Yapınca o yapmış kabul ediliyor, yapamayınca başkası sebep sayılıyor. Böyle söylemek fazla zayıf gösterirse, “oyun kurucu” kerametine başvuruluyor. Bir dönem gücünü yaymak için yol verdiği odaklar kontrol dışına çıkıp tepişmeye başlayınca, hedefteki adam yine o oluyor. Kobani kararı, 28 Şubat hükümlülerine af ve hatta polis-mafya-siyaset üçgenindeki tepişmelerde taraf olmaktan azade ama geleceğe dönük esas karar vericilik unvanına hala sahip. Üstelik karar verse de vermese de veya ne karar verirse versin, pozisyonu sağlam. Peki, “çatışmalı, çatlaklı” iktidar ittifakının ve bunun maksatlı ifşasının, bu konfora katkısını sormak fazla şüphecilik sayılır mı? 

Her şeyin birbiriyle ilgisi olabilir elbette ama tek bir dinamikle her şeyi açıklamaya çalışmak; ilgili, ilgisiz her gelişmeyi vagon gibi aynı lokomotifin arkasına bağlamak çok isabetli değil. Doğru ve önemli olan saptamalar, her şeyi açıklayan maymuncuk gibi kullanılmaya kalkılınca, daha kuvvetli olmuyor, aksine zorlama ilişkilendirmelerle saçmalaşıyor. Ayrıca yüzlerce örneği olan hukuksuzluklar için de, her seferinde milat icat etmek çok saçma. Bu nasıl bir demokrasi veya adalet tabutu ki, hep “son çivi” çakılıyor ama her sefer son çivi için tekrar yer açılıyor? Nasıl bir “yolun sonuna” gidiş ki, hep gaza basıldığında bir türlü uçuruma varılmıyor ve hep tekrar gazlayacak bir mesafe kalıyor? Geçtiğimiz haftanın olay kalabalığında, yenilgi travmasının mecburiyetleri veya “normalleşme etkisinden” ziyade, iktidarın inisiyatifi geri alma gayretleri çok daha belirleyiciydi. Bu gayretin karşılığı olup olmayacağı ise muhatap aktörlerin tavrına bağlı. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.