Z kuşağı radikalleşmesinin temelinde ne var? Eskişehir’deki saldırının Türkiye’deki diğer bölgelerde gençleri tetikleme ihtimali var mı?
Eskişehir’de kafasında kask, belinde balta, yüzünde maske ve üzerinde hücum yeleğiyle çay bahçesinde oturanlara saldıran 18 yaşındaki Arda Küçükyetim’i hatırlıyoruz.
Nazilerin “Kara Güneş” amblemini göğsüne yapıştıran Küçükyetim, Tepebaşı’nda önüne gelene bıçak ve baltayla saldırarak beş kişiyi yaralamıştı.
Ruşen Çakır, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nden Prof. Dr. Özcan Güngör ile Z kuşağının niçin ve nasıl radikalleştiğini konuştu.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Merhaba, iyi günler. Eskişehir’de bir saldırı olmuştu. Arda isimli bir genç, rastgele insanlara bıçakla saldırıp bunları yaralamıştı. Ve sonra gördük ki Arda K. sosyal medya üzerinden birtakım ilginç, küresel anlamdaki görüşlere kendini kaptırmış bir genç. Ne oldu, neden oldu? İşte bütün bunları Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nden Prof. Özcan Güngör’le konuşacağız. Hocam, merhaba.
Özcan Güngör: Merhabalar Ruşen Bey.
Ruşen Çakır: Bu URAD, Uluslararası Radikalizm Gözlemevi’nde bir makaleniz çıktı. Tam ben de o başlığı yayına aldım: “Z Kuşağı niçin ve nasıl radikalleşiyor?” Arda K. örneği dediniz. Şimdi şunu öncelikle sorayım. Ben de radikalizmle gazeteci olarak ilgili birisiyim. Genellikle Türkiye’de bu tür olaylar olduğu zaman kamuoyu önce bir infial yaşıyor, sonra da hemen unutmaya geçiyor. Neden böyle?
Özcan Güngör: Şimdi, Türk toplumunun biraz hâfızasıyla ilgilidir bu. Genel meselelerde de böyleyiz. Bu konu, ben çalışırken gördüm, Ruşen Bey Türkiye’de ilk kez böyle bir konuyu gündeme ben almışım, akademik veya popüler anlamda. Halbuki literatüre baktığımızda gerek Batı’da gerekse özellikle Avrupa’da çok fazla çalışılmış. Demek ki biz açıkçası bu gelen yeni duruma karşı gözlerimizi kapatmışız, sorunu görmek istemiyoruz, duymak istemiyoruz. Maalesef son yıllarda özellikle bu toplumsal meselelerde böyle bir durum gelişti. Yani, bir kısım can yakıcı problemler görülüyor ve geliyor, adım adım geliyor. Fakat ister akademisyenler ister gazeteciler, isterse de siyâsetçiler, bu mesele can yakıcı bir hâle gelinceye kadar herhangi bir şekilde adım atmıyorlar. Dolayısıyla böyle bir durumla karşı karşıyayız. Aslında bunun göstergelerinin bu “Z Kuşağı” dediğimiz neslin, evet, siyâsî eğilimleri, bunların sosyal hayattaki becerileri, dünyaya bakış tarzları bir şekilde geliyor. Bunlar artık genç, koca koca insanlar oldular. 2000 doğumlu insanlar bunlar; evlenenler var. Dolayısıyla bunların farklılıkları çok net. Yani, daha önceki kuşaklarla bu kuşaklar arasında bizim bildiğimiz ezberler çalışmıyor. Ne dinî anlamdaki ezberlerimiz çalışıyor ne siyâsî anlamdaki ezberlerimiz çalışıyor ne kültürel anlamdaki ezberlerimiz çalışıyor.
Ruşen Çakır: Tam burada şunu sormak istiyorum. Sözünüzü kestim. Siz ilâhiyat okudunuz, Diyânet’te uzun süre görev yaptınız ve genel olarak din sosyolojisi çalışan bir isimsiniz. Bu olay, yani Eskişehir’deki olay doğrudan sizin kıta sahanlığınızda değilmiş gibi gözüküyor. Ama biliyorum ki siz özellikle dinî radikalizm üzerine de bayağı kafa yormuş birisiniz. Burada bir süreklilik mi var, yoksa bambaşka bir kopuş, yepyeni bir olay mı söz konusu?
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Özcan Güngör: Ruşen Bey, dediğiniz gibi, evet, ben daha çok dinî kaynaklı olaylar, radikalizm ve benzeri grupları çalışıyorum. Fakat burada, karşımızda doğrudan dinî radikalizmle ilişkisi olduğu anlaşılmayan –ki değil– doğrudan öyle bir alâkası olmayan bir olay var ve fakat işin garibi, biz dinî radikalizmi, özellikle bu gençlerde dinî radikalizmi çalışırken de benzer bir durumla karşılaşıyoruz. Yani, meselenin özünde doğrudan dinden ilham alan veya dinî motivasyonu temele alan bir kişilik ve kimlik yok karşımızda. Çok karmaşık, çok kompleks ve tek bir tarafa koyamayacağınız bir tablo var. Yani, dinî radikalizmde meselâ adam; “Ben Hanefî’yim” diyor, ama öbürünü kâfir îlân ediyor, kesmeyi kendisine gayet normal görüyor veya “Mâtürîdî’yim” diyor, ama kesinlikle tekfir falan kullanıyor. Şimdi burada da, meselâ bu çocukta, Arda K. örneğinde de, çocuk sözde “Tengrici” bir anlayışa sâhip; ama en büyük Türk düşmanlarını kutsuyor ve aziz kabul ediyor. Dolayısıyla bu yeni nesil veya yeni durum bizi çok daha kompleks ve konular arası, bilimler arası düşünmeye zorluyor. Mevcut Arda K. örneğinde ben baktığımda onu gördüm. Yani, işin bir tarafında çocuğun göçmenlere düşmanlığı var, bir tarafta eski Türk târihine ilişkin yüceltmeler var, bir tarafta Batı’da İslâm ve Türk düşmanlığına karşı öykünme var. Şimdi siz bunu klasik kimlik teorileri açısından –ister sosyal kimlik teorisi ister başka kimlik teorileri–, hiçbir yere oturtamazsınız. Yok, yani böyle bir şey yok. Bu, oldukça kompleks, oldukça karışık ve referans kaynakları birbiriyle çelişen bir yapı arz ediyor. Öyle olunca biz de doğal olarak sâdece bir alandan hareketle bu olayı açıklayalım diyemiyoruz. Çünkü öyle bir şey yok karşımızda.
Ruşen Çakır: Şöyle bir şey söylesem çok mu basitleştirmiş olurum: “Radikalleşiyor, ama radikalizmin temelini sağdan soldan topladığı, kendisine câzip gelen birtakım öğeleri harmanlayarak yapıyor” desem, çok mu basitleştirmiş olurum?
Özcan Güngör: Kesinlikle doğru söylüyorsunuz. Burada bizim esas üzerinde durmamız gereken şey, Olivier Roy’nın “kültürsüzleşme” dediği veya bizim sosyolojide “anomi” dediğimiz bir durumla karşı karşıyayız. Hangi durumlarda? Özellikle bu jenerasyonda anomi durumu artıyor. Normalde bu anomi her zaman olabilir. Fakat bu dönemde ve özellikle bu gençlerin yaşadığı çağın hangi etkileri bu çocukları böylesi akıl almaz işlere yöneltiyor? Şimdi ortada “hibrid kültür” dediğimiz, “hibrid kimlik” dediğimiz bir kimlik var ve bu kimliğin bileşenleri de birbirine zıt şeyler. O zaman bizim sorgulamamız gereken şey şu: Sosyolojik olarak bizim elimizdeki verili kimlik argümanlarının değiştiğini görüyoruz. Nedir sosyolojik olarak verili kimlik argümanları? Birinci sırada âiledir, her zaman öyledir. İkincisi akran gruplarıdır. Üçüncüsü eğitim sistemidir. Dördüncüsü medyadır. Beşincisi din ve dinî kurumlarla ilgili hususlardır. Bunlar doğrudan veya dolaylı şekilde çocukların veya gençlerin kimliğini oluşturur. Şimdi burada, özellikle yeni nesil çalışmalarda da bu görülüyor, normalde bizim beşinci sıraya koyduğumuz medya –ki adına biz artık “dijital medya” diyoruz– hemen hemen birinci sıraya çıkmış durumda. Ve âilenin etkisini, kimi zaman özellikle kopuk âilelerde, boşanmış âilelerde veya ebeveynleri farklı şehirlerde ikamet eden âilelerde, ailenin etkisini çok ama çok azaltmış bir vaziyette. Akran grubu dediğinizde, bu çocuklar akranlarını kendi bölgelerinden, kendi mahallelerinden seçmiyorlar. Yani, okul gruplarındaki akranlarıyla bir sosyalleşmeyi Z kuşağı büyük oranda gerçekleştirmiyor. Bilgisayarın başına oturduğu andan îtibâren, işte bu çocukta olduğu gibi meselâ, Orta Avrupa’daki bir şehirden bir çocuk var karşısında, diğer taraftan Ukrayna’dan birisi var, başka bir yerde Afrika’dan birisi de çıkabilir. Onlarla, kendilerince oluşturdukları bir İngilizceyle bir kimlik oluşturma yoluna gidiyorlar. İşte burada bir serseri mayın gibi karşısına çıkacak o güçlü söylem aktörü kimse dijital ortamda, o daha başat bir etki oluşturuyor. Fakat o da çok uzun süreli ve çok derin ideolojik bir kimliğe işâret etmiyor. Fakat çocuk bunlardan etkileniyor. Dolayısıyla seçiyor. Bu gerek caps’lerde, gerek videolarda veya gerek kendince oyun alanlarında bulduğu tiplemelerden hareketle birtakım unsurları seçiyor, kısa sürede bunu tüketiyor ve en kötüsü, bana göre en kötüsü, bu kuşak, dijitalleşmesi sebebiyle sanal ile gerçeği ayırt etmekte zorlanıyorlar. Özellikle o problemli olanları kastediyorum; yani âile problemi olan, geçimsizlik problemi olan, gelecek kaygısı olanları söylüyorum — ayırt edemiyorlar. Yani, sanal âlemde yaptıkları şeylerin gerçek âlemde çok ama çok daha farklı olabileceğini, oradaki muhâtapların farklı olabileceğini çok net ayırt edemiyorlar — ki bu Arda K. örneği bunu çok tipik bir şekilde gösteriyor ve bunların sayısı az değil Ruşen Bey.
Ruşen Çakır: Peki şunu sorabilir miyim? Şimdi bu Eskişehir olayında gördüğümüz olay, birtakım terör saldırılarına da benziyor. Meselâ Avrupa’da özellikle tek kişinin yaptığı, IŞİD benzeri hareketlere sempati duyan insanların böyle pazar yerine girip insanları bıçakladıkları ya da kurşunladıkları görülüyor. Ama ilk gördüğümde, benim aklıma daha çok Amerika Birleşik Devletleri’nde olan –hani meşhur okul saldırıları vardır ya– öğrenci gelir, okula saldırır falan, ilk başta sanki onları düşündürttü. Sonra diğerleri aklıma geldi. Şimdi, Türkiye’de bunlar pek olmuyordu. Ama bir yerlerde, Amerika Birleşik Devletleri’nde vs. bu olaylar ilk olduğunda büyük bir infial yaratıyor; ama sonra bir tür kopya olaylar oluyor. Şimdi sizce bu olayın, Eskişehir’deki olayın başka gençleri, başka kişileri tetikleme ihtimâli var mı? Yani, biz şeyi çok seviyoruz biliyorsunuz, “münferit” deyip kapatıyoruz, kapatmak istiyoruz daha doğrusu. Siz bunun kötü bir örnek olabileceğini düşünüyor musunuz?
Özcan Güngör: Maalesef ve üzülerek ifâde edeyim ki, evet, düşünüyorum. Çünkü sosyoloji bize bir şey öğretiyor. “Kırık cam teorisi” diye bir teori var, biliyorsunuz. O teoride normal bir mahallede bir aracı koyuyorlar. Kimse bir şey yapmadığı zaman herkes yanından geçiyor. İyi bir mahallede bile olsa, camının biri kırıldığında, kırık olduğunu gören başkaları da gelip bir tekme vuruyor ve onlar da camı kırıyor. Bu psikolojik bir şey. Türkiye’de, evet, bu dediğiniz gibi kendi içinde radikalleşmiş tipler vardı ve fakat bunlar böylesi bir eylemi şimdiye kadar hiç yapmamışlardı. Dikkat ederseniz, bu Arda K. olayından önce ve sonra peş peşe beş olay yaşandı, yani benzer şekillerde. Çünkü çok ideolojik veya çok şahsî olduğu anlaşılmayan, ama bir serseri tip veya literatürdeki adıyla “yalnız kurt” şeklinde ifâde edebileceğiniz, kendi kendine bir şekilde radikalleşmiş tipler sokağa çıktı ve insanlara zarar verdi. Dolayısıyla bunun bir defa olmuş olması veya birkaç defa peş peşe olup ve bâzen de daha fazla dikkat çekiyor oluşu korkarım ki bu türden eylemleri artıracaktır. Ben burada özellikle şimdi bir yazı yazıyorum. Okullar açılacak haftaya ve Türkiye’de okullarda radikalleşme hiç çalışılmamış bir konu. Şimdi bu son olay sonrası, okullardaki çocuklar bir şekilde –mecbûren telefonlarını falan bırakıyorlar çünkü– etkileşime geçip bunun daha fazla ve farklı sonuçları olmasından endîşe ediyor ve olacağını tahmin ediyorum. Çünkü Türkiye’deki zemine baktığınızda, evet, kabul edelim bir ekonomik sıkıntı yaşıyoruz. Bu ekonomik sıkıntıyı besleyen göçmenler ve benzeri problemler var. Bunun da daha kötüsü, geleceğe ilişkin gençlerin kendilerince net ve rasyonel bir plan kuramıyor olmaları, kuramamaları söz konusu. Şimdi başka bir sürü şey sayabilirim. Bu şartlar devam ettiği müddetçe, bütün dünyada olduğu gibi… Şimdi yenice bir yazı okudum. Meselâ Amerika’da Kamala Harris ile Trump’ı karşılaştırmışlar; Trump’ın son düzlemde Z kuşağı arasında daha öne çıktığı tartışılıyor. Sebebi şu: Adam kendince kesin, net, basit çözümler öneriyor. “Şöyle yapacağız, böyle yapacağız” falan filan. Batı’da da benzer şeyler oldu: Aşırı sağın yükselmesi. Bu ne ile ilgili? Birazcık o toplumsal olayları çözme kabiliyetiniz düştüğü andan îtibâren, vücuttaki, o toplumsal bünyedeki normal gözüken unsurlar çabucak harekete geçebiliyor. ŞimdiTürkiye’de toplumsal anlamda bu uzlaşı dilinin veya siyâsal anlamda halledilmesi gereken birlikte yaşama tecrübesinin güçlendirilmesi gereken noktaları var. Ama en önemlisi de ekonomik sıkıntılar var. Yani büyük oranda işsizlik var. Artık belki göçmenlere ilişkin biraz abartılsa da…
Ruşen Çakır: Tam onu soracaktım. Bu göçmen meselesine yazıda bir paragraf ayırmışsınız. O çok kritik bir şey; çünkü bu Eskişehir’deki Arda’nın metinlerine baktığınız zaman da birçok şeyin arasında özellikle göçmen meselesi var. Bu türden radikalleşmede çok tetikleyici bir unsur ve hedef de… yani göçmen karşıtlığı radikalizmi tetikliyor; bir de aynı zamanda göçmenler ya da sığınmacılar çok kolay hedef olabilecek durumdalar. Artık toplumun her yerinde, hayâtın her alanında kolaylıkla ulaşılabilecek yerler.
Özcan Güngör: Evet, dünyanın her tarafında bu böyle Ruşen Bey, mâlûm olduğu üzere. Yani göçmenlerle toplumsal anlamda sıkıntı yaşandığında, içerideki topluluklar kendi ulusal değerlerini daha abartma eğilimine girerler, kendi varlıklarını tehdit eder gördüğü en küçük bir meselede aşırı tepki verirler. Bu sosyolojik bir gerçektir. Dolayısıyla Türkiye’de de bu, tabiî ki birtakım siyâsî partiler tarafından hem kaşınıyor, birtakım medya organları bunu biraz da abartarak toplumsal tehdit hâline dönüştürüyor. Ama bir yönüyle de dünyadaki eğilim de böyle. Yani sâdece bizde değil, İngiltere’de de bu böyle. İngiltere’de akla hayale gelmeyecek şeyler oluyor — göçmenlik karşıtlığı anlamında söylüyorum. Dolayısıyla Türkiye’de bu göçmenlerin aşırı düşmanlaştırılması, eşitsizliklerin sebebi görüldüğü için… Ama Türkiye’de eşitsizliklerden ziyâde aslında toplumsal adâletsizlikler daha can yakıcı bir durumda. Yoksa sosyal eşitsizlikler her zaman oluyor, olmaya da devam edecek. Ama mevcut algı ve aktörlerin, bu meselenin aktörlerinin birinci sırada göçmenleri, ikinci sırada siyâsal iktidârın bu anlamda onları bilerek isteyerek ulus-devleti yok etmeye dönük bir argümantasyona dönüştürdüğü iddiaları gençlerde karşılık buluyor. Sâdece bizde değil, Batı’da da buluyor.Böyle olunca bu aşırı radikalleşme diyebileceğimiz küçük unsurların tehdit hâline dönüştürülmesi; çünkü kendi kimliğini tehdit altında görüyor, ekonomik geleceğini tehdit altında görüyor, eşitsizliklerin normalleştirildiğini düşünüyor gençler. Böyle olunca burada bir tepki veresi geliyor. Bunu elbette en az hissedenler kimler? Daha böyle aklı başında, belki âile olarak veya düzen olarak iyi olanlar bunu atlatıyor. Fakat Türkiye’de son yıllardaki ekonomik eşitsizlik ve dengesizliğin orta sınıf ve alt sınıfların aleyhine daha da büyüdüğünü biz görüyoruz. Şimdi bu çok net bir şey; yani bu gençlerin bu kadar büyümüş bir eşitsizlik ortamında bir şiddete düşme riskleri var. Bu göçmenlerle ilgili mesele de, meselâ şimdi biz diyoruz ki: “Provokasyon yapıldı Kayseri’de” falan, doğru, bir kısım mühendislikler var, onu görüyoruz veya Ankara Altındağ’da da benzer şeyler oldu, o da doğru. Ama bunları nereden buluyorlar insanlar? Toplumsal zemin buna müsâit olmayınca, siz parayla yapsanız karşılık bulamazsınız. Tamam, 4 tâne adam orada bir iş yapıyor, arkasından mahalleli mahalleyi yakıyor. Şimdi demek ki toplumsal zeminde bizim atladığımız bâzı gerçeklikler var. Bu gerçeklikleri doğru atlamadığınızda… Bizim neslimiz biraz korkardı; “Karakola düşeriz, geleceğimiz tehdit altına girer, ne olur ne olmaz, başımız belâya girer” diye falan filan. Bir önceki neslin üzerinden zâten dozerler geçti — ideolojik anlamda söylüyorum. Fakat şimdiki Z kuşağı neslinin böyle bir endîşesi yok. Onu bir şey gibi düşünüyorlar: “Ne olur ki yani? Girer çıkarız. Zâten devlet memuru olacak da değiliz”.
Ruşen Çakır: Sözünüzü keseceğim, kusura bakmayın. Yazınızın içerisindeki tek güzel yer; genç kadınların bunlara çok fazla rağbet etmemiş olması. Yani onun dışında hep kötü şeylerden bahsediyorsunuz. Diyorsunuz ki: Bu hareketleri esas olarak genç erkekler destekliyor; buna karşılık genç kadınlar daha özgürlükçü hareketleri destekliyorlar.
Özcan Güngör: Kesinlikle öyle.
Ruşen Çakır: Bunu açar mısınız biraz?
Özcan Güngör: Tabiî. Hattâ bugün Amerika’daki yazıda da vardı; Amerika’da da kadınların bundan çok etkilenmediği, erkeklerin daha çok etkilendiği düşünülüyor. Türkiye’de inanılmaz derecede kadınların mobilitesi pozitif yönde değişiyor, bu çok sevindirici. Bakın, bizim hani “endîşeli muhâfazakârlar” dediğimiz insanlara bakın; kızları veya kadınlarıyla ilgili çok endîşe ediyorlar. Çünkü kadınlar çok yaratıcılar, toplumsal alanda inanılmaz mobiliteleri var. Genç kızlarımıza, kadınlarımıza baktığınızda, daha sosyal niteliklerini kendi aralarında gerçekleştiriyorlar. Dışarıya daha açıklar, eğitime daha açıklar. O eşitsizlikleri bir hınç veya kin hâline dönüştürmekten ziyâde, uzun süreli ve dayanıklılık örneği olarak kendilerini geleceğe hazırlıyorlar. Yakın zamanda benim girdiğim eğitim sınavları komisyonlarında, işte bilirsiniz, asistan alımında 10 kişi alacaksınız, müracaat edenlerin 10’u da kadın. Daha doğrusu sıralamaya girenlerin 10’u da kadın. 40 kişi müracaat etmiş, ilk 10’unun tamâmı kadın. Geri kalanlarda erkekler var; ama sıralamaya giremiyorlar, yani yarışamıyorlar. Şimdi o Z kuşağı neslinin erkeklerinde bir “erkeklik bitikliği sendromu” var. Sosyolojik olarak biz bunu konuşuyoruz. “Erkekliğin bitikliği” diye bir sendromla karşı karşıyayız. Ama nihâyetinde erkek, fizyolojik olarak bir kini, hıncı, gücü barındıran bir varlık. İşte en kötüsü de o. Yani bu içindeki enerjiyi normal yollarla sosyalleşmeye, spor, kültür, siyâsal atmosfere daha aktif katılım şeklinde yapmak yerine; oturuyor bilgisayarın başında, oradan kafasında bir ondan bir bundan, bir sürü kimlik ediniyor. Dolayısıyla o enerjiyi, eğer doğru kanalize ederse –“doğru” derken, burada kötü anlamda söylüyorum “doğru”yu– kendi lehine sonuca dönüştürebiliyor. Nitekim, işte bizimkinin tâ Slovenya’dan bir yerden onu teşvik eden muhâtabı çıkıyor veya başkaları çıkıyor. Fakat kadınlarımız, genç kızlarımız bu konuda gerçekten… eğer bir Türk rönesansı olacaksa, ki ben buna yürekten inanıyorum; Z Kuşağı diye bir kitap yazdık, oradaki Z kuşağını da ben “Zafer kuşağı” olarak adlandırdım. Ama erkeklerin çok ama çok geride olduklarını; kızların, genç kızların inanılmaz derecede enerjik, dayanıklı ve süreklilik hâlinde olduklarını görüyoruz. Ve o kültür aktarımında da daha iyiler erkeklere göre. Yani dengeli bir kültürleri var; hem dışarıya açıklar, ama bir taraftan da kendi kültürlerine de öyle yabancı değiller. Ben bâzen sosyal ortamda görüyorum, hani bizim çevremiz açısından çok da mâkul olmayan tipte giyinen çocuklarla konuştuğunuzda, aslında kafasında ve kimliğinde öyle hiç endîşe edecek bir şey yok. Bu çocuklar şu anda bir arayış içerisindeler ve kimlikleri oturuyor. Dolayısıyla kadınların, gerçekten Türkiye’nin geleceği açısından, bu kadın voleybol takımında da olduğu gibi, ben çok ciddî etkileri olacağını düşünüyorum ve bizim küresel anlamda rekabette onlarla bu yarışı kazanacağımız ümîdini beslememe sebep oluyor.
Ruşen Çakır: Son olarak, çok karmaşık bir olay var; çok zor bir konu, başlı başına programlar yapmayı gerektirecek bir konu belki ama, “Deradikalizasyon” denen ve dünyada denenen birtakım programlar var. Yani radikalleşmiş kişileri, özellikle gençleri bir anlamda “tedâvi etmek” diyelim. “Tedâvi” lâfı tam buna denk gelir mi bilmiyorum ama… Benim bildiğim, dünyanın değişik yerlerinde bu tür programlar var ve devletler bunu finanse ediyor; ama bunlar sanki çok başarılı olamıyor. Siz daha fazla bu konuyu biliyor olabilirsiniz. İnsanların radikalleşmesinin önüne geçmek bir mesele; radikalleşmiş insanı geri kazanmak –öyle diyelim– o apayrı bir mesele. Bunlarda henüz daha çok zorlanıyor değil mi ülkeler, devletler, sivil toplum?
Özcan Güngör: Vallahi Ruşen Bey, çok açık konuşmak gerekirse şu anda tam onu çalışıyorum. Kurumlar olarak bizim gerek Âile Bakanlığı’mızın gerek Gençlik ve Spor Bakanlığı’mızın gerek Diyânet İşleri Başkanlığı’mızın gerek Millî Eğitim Bakanlığı’mızın bu konuda çok ama çok giriş seviyesinde ellerinde veri ve beceriler var. Daha doğrusu bunu ana gündem hiç yapmamışlar, ben öyle anlıyorum. Birkaç tâne okul müdürüyle ve ilgili bürokratlarla konuştuğumda, evet, böyle kendilerince palyatif bir şeyler düşünüyorlar; ama somut ve kurumsal mânâda ne yapılabileceğine ve ne yapılması gerektiğine dâir hiçbir veri yok. Ben yenice bir okul müdürüne sordum: “Meselâ bir çocuğu görseniz ki etnik radikal terör, dinî terör veya sapkınlık, birtakım bağımlılık gibi bir şey görseniz, ne yaparsınız hocam?” dedim. “Anne babasını çağırırım, konuşurum” dedi. “Onlar da kabul etmezler büyük oranda” dedi. “Sonra ne yaparsınız?” dedim. “Rehberlikçileri çağırırım, aman yapma oğlum, kızım etmeyelim” falan filan dedi. Ben süreci anlamaya çalışıyorum. “Sonra ne yaparsınız hocam?” dedim. “Yapacak bir şey yok” dedi. “Bunu siz ilçe Millî Eğitim’e, il Millî Eğitim’e, Âile Bakanlığı’na gönderirseniz…” dedim. “Hocam, eğer fiilî bir suç, tâciz ve benzeri bir şey yoksa, bizim bu anlamda bir mekanizmamız yok. Hattâ başka bir ilçe Millî Eğitim’e veya il Millî Eğitim’e gönderirsek, ‘Niye gönderdiniz ki? Bu sizin probleminiz’ derler” dedi. Benzer bir soruyu başka bir bürokrata sordum, Âile Bakanlığı’nda. “Hocam, bize suç unsuru bir olay teşkil edip müracaat edilmediği müddetçe bizim böyle bir programımız yok” dedi. Tamam, şimdi Batı’ya baktığımızda bunun ileri derecede kurumlarının oluşturulduğunu, yetişkin elemanlarının yetiştirildiğini ve bunu profesyonel mânâda yapmaya çalıştıklarını görüyoruz. Bu şu demek değil; yani biz çok geç kaldık, aman battık, bittik değil. Ama şu kesin: Ülkemizin bu farklı sosyokültürel, gerek siyâsal anlayışları gerek din anlayışı gerek ekonomik eşitsizlikler gerek bölgesel farklılıklar ve gerek eğitimdeki istenilen düzeyde sosyalleştirilememe sonuçları bu tür problemleri artıracak. Biz buna hazırlıklı olmak zorundayız ve durumundayız. Şu aşamada bizde böyle profesyonel bir kurum da yok zâten. Yani bir radikalleşme her ne türde olursa olsun, “Bunu nasıl topluma kazandırırız?” anlamında bizim profesyonel bir kurumumuz olmadığı gibi, kurumların da buna ilişkin net bir hazırlığının olmadığını üzülerek ifâde etmeliyim.
Ruşen Çakır: Hocam, çok sağ olun. Bayağı bir şey konuştuk, çok aydınlatıcı oldu. İleride umarım konuşmamızı gerektirecek olaylar yaşamayız; ama anlaşılan ben sizin kapınızı daha çalmaya devam edeceğim maalesef, öyle gözüküyor. Çok teşekkürler. Evet, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nden Prof. Özcan Güngör ile Eskişehir’de yaşanan Arda K. örneğinden hareketle, Z Kuşağı’nın niçin ve nasıl radikalleştiğini konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.