Geçen sene bugünler, 2024 bütçesi için TBMM hararetli görüşmelere hazırlanıyordu.
Yeni sistemle beraber bütçe kabul edilmese de hükümet düşmüyor. Zaten Meclis aritmetiği Cumhur İttifakı’nın istediği her şeyin sorunsuz geçeceğini, istemediği hiçbir şeyin de geçmeyeceğini bize gösteriyordu.
Yine de bütçe görüşmelerinin yapıldığı haftalar, Meclis’in en heyecanlı zamanıdır.
Kafa karışıklığı yaratmasın diye rakamları yuvarlayarak yazacağım. 2,2 trilyon TL tutan 2024 bütçesindeki “vergi harcaması” kalemi, eğitim ve sağlık hizmetlerinin toplamına eşitti.
Vergi harcaması, verginin bir yere harcanması anlamına gelmiyor, “devletin yasal bir şekilde toplamaktan vazgeçtiği vergi” demek.
Yani devlet, çeşitli şirketlerden 2,2 trilyon TL tutarındaki alacağından vazgeçerek onları daha büyük bir kamu yararı üretmeye teşvik ediyor.
Kâğıt üstünde, Ar-Ge yatırımları ile teknolojik dönüşümlere uyumun bu alanın başını çekmesi gerekir.
Oysa, Türkiye’de işler hiç de böyle gitmiyor. Devletin yasal olarak vazgeçtiği o meblağ, arka koridorlardan dolaşarak siyasetin finansmanını sağlıyor.
MTV’nin hukuksuzca iki kez alındığı bir senede, devlet toplaması gereken verginin büyük bölümünü almayacağını ilan etmişti.
Ekonomik krizin faturasını asla zenginlerin ve esas müsebbiplerinin sırtlanmasını istemeyen Mehmet Şimşek, 2025 bütçesi için de üstünde düşünülmesi gereken bazı öngörülerde bulunuyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Tabii bu arada şunu da ilave edeyim; Bütçeyi hazırlayan Hazine ve Maliye Bakanlığı değil, Cumhurbaşkanlığı’ndaki bir ofis. Sadece bu bile bu sistemin bakanları ne ölçüde işlevsiz hale getirdiğini göstermeye yeter bence.
2025’teki acayipliklere bir bakalım. Mesela, hükümetin toplayacağı gelir vergisi, yapılması planlanan vergi harcamasından az olacak.
Devletin kasasına girecek her 1 TL’lik gelir vergisine karşılık 1 küsur TL’lik alacaktan vazgeçilecek.
Nasıl ama?
Serveti, borsayı vergilendirmek, kamuda tasarruf tedbirlerini hayata geçirmek, yolsuzluk ve israfı önleyeceği politikaları kararlılıkla yürürlüğe koymak yerine, faturayı fırıncılara kesen Şimşek, ne hikmetse, bazı konularda asla konuşmuyor.
Şimdiki BDDK Başkanı’nın Merkez Bankası’nın başındayken verdiği kararların yol açtığı hasarı, yardımcısının denetlemesi gereken insanları sıraya sokup takı merasimi yapmasını, “Sen bu operasyonu kime çekiyorsun?” kostaklanmalarını, üç bürokratla sınırlanan kadro sıkıntısını, dolaylı vergilerinin oranını, ederinin onlarca kat altında birilerine peşkeş çekilen madenleri, kaynakların bu şekilde israf edilmesini, maliyetinin katbekat üstüne yapılan altyapı yatırımlarının yarattığı sorunları dert ettiğini hiç görmedim.
Misal, Türkiye’nin FATF’nin gri listesinden çıkmasını “Başardık!” diye kutlarken, o listeye girmemize yol açanlara dair bir tek söz söylemedi.
FATF’nin gri listesine girmemize yol açan kimdi?
CHP miydi?
Kılıçdaroğlu mu, Masonlar mı, MOSSAD mı, CIA mi, küreselciler mi, aşı lobisi mi?
Başka birileri mi?
Sorumlusu kimdi?
Ama görebildiğim kadarıyla, bütün bunlardan daha vahim, vahim olduğu ölçüde de matrak olan bir şey varsa o da vergi cenneti adalarına karşı takındığımız tavır.
“Vergi cenneti” dediğimiz adalara para göndermekte bir beis yok ama bu paranın usulüne uygun şekilde vergilendirilmesi lazım.
Gelgelelim, hükümet, akıl almaz bir siyasi kıvraklıkla bu adalara gönderilen paranın vergilendirilmesini kabul ederken o adaların hangi adalar olduğu listesini hâlâ yayınlamıyor.
Böyle olunca da hangisinin olduğu bilinmediği için, hiçbir ada vergi cenneti sayılmıyor.
Nasıl ama?
Kanun var mı, var; doğru mu, doğru ama uygulanabiliyor mu?
Hayır.
Durdurulduğu söylenen İsrail’le ticaret nasıl güya Filistin üzerinden devam ediyorsa, adaların adları açıklanmadığı için bu vergiden kaçınmanın önünde de hiçbir engel bulunmuyor.
Bu durumda da bütçeyi finanse etmek çalışan kesimin sırtına yükleniyor.
Sadece bu kadarla da kalmıyor.
Geçen gün, gözümüzün önünde, alabildiğine pervasız bir şekilde, bir maden ihalesi yapıldı.
“İhale” dediğime bakmayın, adrese teslim, daha çıkarken kimin alacağı belli olan bir tiyatro.
Eğer şeffaf bir süreç işletilse ve uluslararası rekabete uygun koşullarda yapılsaydı, o maden, bazı uzmanların hesaplamalarına göre otuz kat fazlasına ihale edilecekti.
“Az veren candan, çok veren maldan” fehvasınca ihaleye giren tek şirketi sıkıştırmak istemediler, gönlünden kopanla yetinmeyi bilmenin erdemini hissetmemizi hedeflediler.
Kamuda kimsenin etmediği tasarrufun, sonsuz itibarın, büyük şirketlerle zenginlerin ödemediği verginin, rekabetsiz verilen ihalelerin ve tabii hukuksuzluğun bedelini ödemek hep bize kalacak.
Maliye bürokrasisi ise bunların yerine ekmek satan fırınların fiş kesip kesmediğini denetleyecek.
Hele sıra ayakkabı boyacılarıyla midye tezgâhlarına gelsin, işte o zaman hiçbir sorunumuz kalmayacak.