2006’larda Kürt sorunu hakkında fazla bilgi sahibi olmamakla birlikte, mahalleli bir STK olma anlayışıyla “Musul Vilayeti” ve “Türkiye’nin Büyük Çatısı” adları altında, 2006-2012 döneminde bir “ekopolitik” düşünce kuruluşu olarak etkinlikler ve projeler başlatmıştık. Malum, klasik-statüko tezi bugünkü kafa karışıklığı dahil Kürt sorunu diye bir sorunun olmadığının sadece dış güçler ve yerli kılıç artıklarının yarattığı PKK terör sorunu olduğuna dairdi. Biz de o zamanki konjonktürün önümüzü açtığı kadarıyla çalışmalar ve çalıştaylarımızda her türlü yol kazasına tedbir amacıyla “Mezkur Meçhul Mesele” başlığını koymayı uygun görmüştük. O zamanlardan kulaklarımda çınlayan iki kadim dostumdan birisinin Kürt sorunu hakkında söylediği “Kürtler yaşadıklarını, Ermeniler ise öldüklerini ispat etmeye çalışıyor” diğeri ise mahallemizin sivil filozofu dostumun konuya ilişkin söylediği “Sorun Türklerin kaygısını izale etme, Kürtlerin ise onurlarını kazandırma sorunudur” sözleriydi.
Bugün, bir insan ömrü açısından değerlendirildiğinde o günlerden bu yana uzun yıllar geçti. Ülke siyaseti, Kürt sorunu hafızası açısından önemli birikimler sağladı ancak demokratik güven açısından ciddi bir gerileme yaşandı. İmparatorluktan bize intikal eden sorunlar ve her türlü miras, özellikle cumhuriyetimizin ilk yıllarında, borçlar hariç, reddedilerek yeni bir ulus inşası için çözülmeye çalışıldı. Ancak imparatorluğun enkazı yalnızca bize değil, bölgeye de ağır bedellerle Kürt sorununu miras olarak bıraktı. Günümüzde Ortadoğu’nun yeni haritası, bölgenin 11 Eylül’ü olarak adlandırılabilecek 7 Ekim’deki Hamas saldırısıyla başlayan süreçle yeniden şekilleniyor. Kürtlerin sorunu artık bölgede kadim devletlerin acil çözüm üretmesi gereken bir mesele olarak karşımızda ve içimizde duruyor.
Otoriter çözüm mümkün mü?
Bu gelişmeler ışığında, ülkede aydınlar ve mağdurların kafasındaki temel soru şu: Suriye ve Gezi olaylarının ardından, liberal olmayan otoriter bir sandık demokrasisi ve güvenlik odaklı bir yaklaşımla yönetilen devletimiz, bu bilinen ancak karmaşık meseleyi bir iç/dış PKK sorunu olarak görüp pazarlıklarla mı yönetecek, yoksa anayasal demokrasiyi güçlendirerek ve genel bir siyasi afla sorunu çözerek bölgede model bir ülke mi olacak?
Bu tartışmaların yoğunlaştığı şu günlerde, dün Barış Vakfı’nın her zamanki kararlılığı ile sürdürdüğü çabalarla gerçekleştirdiği “Geçmişin tecrübesi ile geleceğe odaklanmak” çalıştayına katıldım. Orada serdedilen mezkur ama artık pek meçhullüğü kalmayan mesele hakkında tartışılan konulara ilişkin bazı görüşlerimi burada da paylaşmak istiyorum.
AK Parti ve Sayın Erdoğan yönetiminin AB rüzgarlarını da arkasına alarak statüko yapısının da en azından bekle gör siyaseti ile müsaade ettiği açılım ve çözüm süreçleri önemliydi. Ancak kafalar net değil, bir yol haritası ve yolun sonu resmi mevcut değildi. Bunu çalıştayda dinlediğim eski PKK’lı, Habur süreciyle ülkeye geri dönen Yüksel Genç Hanım’ın paylaştığı o döneme ilişkin anılarından da anlamış olduk. Yüksel Hanım o döneme ilişkin analizinde “PKK o dönemde kendine devleti temsilen bir muhatap bulmakta zorlanıyordu” yorumunu yaptı. Bu durum bugün de adeta derin devlet var mı, devleti hangi irade kurum temsil ediyor sorularıyla bulanıklaşıyor. Bu süreçlerin bitirilmesi ve güvenlik rejimine geçilmesi konusunda PKK’nın sorunlu tavrı dışında Suriye’deki gelişmeler kadar Gezi olaylarını yarattığı devlete, mahalleli kitlesine tehdit algısı ve kaygısının önemli rolü olduğunu düşünüyorum.
“Terörün otoriter yaklaşım ve pratikle çözümü”
Osmanlı’nın dağılma ve beka kaygısını taşıyan İttihatçı zihniyet, bugün tavır olarak güvenlik bürokrasisine sindiği gibi popülist bir beka ideolojisi olarak yönetim tarafından da benimsenmiş gözüküyor. İttihatçılar eylem ve kısa vadeli çözüm odaklıydılar. Bir İngiliz devlet aklı gibi hiçbir zaman müzakere, uzlaşma, kazan-kazan veya dönüştürebilme yeteneklerini kazanamadılar. Bugün karşı karşıya kaldığımız iç/dış mezkur ama meçhul olmayan sorun neo ittihatçı zihniyet veya fantezilerle çözülemez. Buna olsa olsa “terörün otoriter yaklaşım ve pratikle çözümü” denilebilir. Etnik taleplere ilişkin terörün tarihsel ve toplumsal yapısal bir mirası vardır. Bu da ancak anlamaya ve çözmeye dayalı sivil bir alan yaratılarak süreç oluşturulmasına bağlı.
Toplantıda zikredilen bir araştırma da güven endeksine en çok sahip olan kurum hâlâ TSK, en sonda ise dini cemaatler. Aslında uluslararası çatışma çözüm deneyimlerinde din adamlarının prestiji ve rolleri büyük. Bizde ise bu kesimin son yıllardaki durumu endişe vermekten öte düşündürücü.
Bahçeli’nin çıkışı…
Toplantıda umutla dile getirilen önemli husus, Bahçeli’nin 1 Ekim çıkışının artık söz konusu sorunun cinini şişeden çıkardığı şeklindeydi. Kişisel olarak pek de öyle düşünmüyorum. Bu ülkede kimin iktidar olacağını belirleyen bir mahalle gerçeği mevcut. Mahalle, yetiştiriliş tarzı ve -birçok yazımda belirttiğim üzere- kendi büyük grup kimliğinin gereklerine uygun olarak devlet veya cemaat otoritesine güvenir. Peşinden gider. Bu otoritelerin ne dediği değil, neyi istediği önemlidir. Bu açıdan Öcalan’ın serbest kalması veya hücrede devam etmesi bu belirleyici kitle için özde önem arz etmez.
Bir başka konu da çözüm süreçlerinde yetki devri ve üçüncü göz konusu. Doğru veya yanlış, bizde mahalleli kamuoyu ve devlet bürokrasisi kendi çözüm üretemese de yabancı bir aklın veya yasal bir fonun bu işin içinde olmasına sıcak bakmaz. Bu konuda çalışan sivil toplumun bu dengeleri yönetmesi gerekir.
2013’lerde iç dinamiklerin sebep olduğu demokratik çözüm arayışlarının başarısızlığı, bizi 2024’lerin dış dinamiklerinin zorladığı otoriter çözümün başarısına yöneticilerimiz ikna edebilir. Bunun iç ve dış güvenlik maliyetinin 2013 sonuçlarını katlayacağını görmemiz gerekiyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.