Kenan Çamurcu yazdı: Filistin endüstrisi -2

“Filistin davası”nın birçok siyasi aktörün elinde bir sömürü aracına dönüştüğünü işlediği “Filistin endüstrisi” yazı dizisinin bu makalesinde Kenan Çamurcu, köktenci siyasal İslamcı örgütlerin Gazze’nin gerçeklerini kendi siyasi hedeflerine göre nasıl çarpıttıklarını anlatıyor.

Filistin endüstrisi: Ortadoğu’da propaganda, ikiyüzlülük ve gerçekler
Kenan Çamurcu yazdı: Filistin endüstrisi – 2

2006 Ramazanının son günlerinde kalp kriziyle acilen alındığım bypass ameliyatından sonra yoğun bakımda gözümü açtığımda hemşireye ilk sorum, karşımdaki akrep-yelkovanlı saatin geceyi mi gündüzü mü gösterdiği ve hangi günde olduğumuzdu. Koordinat belirleme çabası muhtelif işlerde haritaya bakma alışkanlığımla da alakalı olabilir. Ama daha ziyade insanın sabiteleri bulma ihtiyacından kaynaklanıyor. Felsefenin tümeller meselesi yani.

Dücane’nin (Cündioğlu) Ali Nesin’le leziz matematik sohbetinde Nesin, “Güneşin sabit, gezegenlerin yörüngede döndüğünü nereden biliyoruz?” sorusuna Sabancı Üniversitesi’nden astrofizikçi arkadaşı Ali Alpar’ın cevabını aktarmıştı: “Öyle varsayarsan hesaplar çok daha kolay oluyor.”

Sabiteler elbette ki işlevseldir ama önemlidir de.

“Filistin davası” adı verilen endüstrinin bu kadar muhakemesiz, ucu açık, akışkan, değişken, kontrolsüz, ver coşkuyu halinin en önemli sebebi sabitelerinin olmaması. Endüstriden yüksek rant sağlayanların perdeleyici işlere abanması neyse de, muhakemeyi iptal etmiş, aklı tatile çıkarmış, ahlaktan firar etmiş nicesi dolaşımdaki lafları değerlendirecek tümellerden yoksun olduğu için oradan oraya savruluyor, nereye sürüklenirse oraya gidiyor, her sloganın peşine düşüyor, elindeki ve zihnindeki yalan yanlış ezber ve klişeleri kesin inançla savunmayı haysiyet ve şahsiyetine yakıştırabiliyor, farklı ve doğru bilgiyi işitmek istemiyor, farklı ve yanlış bilgiye işaret eden çabaları görmemek ve görülmesini engellemek için gürültü patırtı çıkarıyor, linç yapıyor. Bulduğu hakikati aktarmaya çalışan Peygamber’in Mekke’deki düşmanlarının, onun sözünün işitilmesini engellemek için yaptığı işler. Fussilet suresi 26. ayette tasvir edilen manzara.

Sabitesi olmayan “Filistin davası”

Sabitesi, tümeli bulunmayan “Filistin davası”nın endüstri vasfı, Müslümanlığın ahlaki ilke olmaktan vazgeçip rakip, hasım, düşman gördüğüne nisbetle doğruyu tanımlamasından kaynaklanıyor. Nesnel, bağımsız, özü/zâtı itibariyle doğru yok o evrende. Temel ahlakî ilke olarak savaşta yapılmayacaklardan bahsedildiğinde ve buna aykırı durumlar listelendiğinde meşrulaştırıcı aparat niyetine karşısına yine ahlaktan firar etmiş rakibin davranışlarını çıkarıyor. Ölümlerin rekabetiyle kendini haklılaştıran, o haklılıkla da hiçbir dinî ve ahlakî prensibe uymak zorunda olmadığı sonucuna varan ruh hali.

Burada tartışmak istediğimiz konuyu muhakemesizlik, şuursuzluk ve derin cehalet nedeniyle idrak bile edemeyenlerin, Netanyahu hükümetinin Gazze’de yarattığı feci tabloyu konuşmak yerine bunlardan bahsetmeyi suçlama konusu yapabileceğini sanması onlar adına trajedi kuşkusuz. Tek beklentileri, sürüye katılıp politik beddualar ve lanetlerle İsrail’in düşmanlaştırılması ve bu sayede siyasette, ekonomide, sosyal hayatta vs. kendine alan açmak isteyenlerin kelle sayısı ihtiyacının karşılanması.

Hayır, Filistin endüstrisinin rantiyecileri için kullanışlı hamakatın doruklarındaki kalabalıklara katılmayacağız. Biz konuşulması gerekenleri konuşmaya devam edeceğiz.

Aktardığım bilgiler ve yaptığım değerlendirmeler, zihinleri talan edilmiş olanların duvara toslamasına sebep olsa ne mutlu. Ama olmuyordur. Çünkü o tür zihinler, söylenenlerin doğru olup olmadığı ilkesiyle itiraz etmek yerine, eldeki ezberi korumak için gardı dik tutmayı tercih ediyor. Mantıkta ad hominem prensibi var; bir başka deyişle söze itiraz edemeyince kişiyi karalama. Gerçeklerden kaçış için bulunmuş en çaresiz, en rezil, en bayağı yol. Şıhem (Nablus) doğumlu Hanbeli âlimi Yusuf el-Kermî’nin (ö. 1624) Hazret-i Ali’ye ait olduğunu teyit ettiği (Fevaidu’l-Mevdua, s. 111, madde 113) meşhur ikazdır: “لا تنظر إلى من قال وانظر إلى ما قال”, “Söyleyene değil, söylenene bakın.”

Beşerî kemalin standardı budur. Türkiye’deki Müslümanlığın elitlerinin de avamının da ışık yılı uzağında olduğu vasıf ve seviye yani. Hele de ellerine güç ve servet geçtiğinden beridir sergiledikleri fenalık performansıyla ne kadar cahil, haris, hasis, vicdansız, izansız, kötülük trafosu olduklarını her gün çıta yükselterek kanıtlıyorlar. Ne ülkenin entelektüel ve kültürel ihtiyacına yaptıkları zerre katkı var ne de insanlık birikimine saygı duyulacak bir damla faydaları. Yapabildikleri şey, saygın ve itibarlı geçmişle övünmek, buradan politik üstünlük çıkarmaya çalışmak. Sözgelimi, Harezmi’nin (ö. 847) hiçlik için sıfır takdir etmesindeki dehaya hayran olan Batılılara boş ve kof böbürlenmelerle caka satan Müslümanlar, o günden beri dünyanın bütün dahi matematikçilerini mi çıkarıyor içlerinden? Yerleşik olanı yağma ve talan, mamur ve bayındır olanı tahrip, doğaya, canlı hayata, farklı inançtaki insanlara husumet tek bildikleri yol. İsrail için besledikleri emel mesela, çorak bir çöl arazisini bugünkü Tel Aviv haline getiren yüksek çaba ve emeği talan etme planından ibaret.

Yahudilikten nefret eden Hamas ve Kassam’ın, Gazzeliler lehine Netahyahu’ya baskı yapanlar da dahil tüm Yahudileri hedef alan gayri İslamî ve gayri insanî galiz suçlarını sorgulamak ve yargılamak yerine, aynısının İsrail ordusu ve Yahudi yerleşimcilerce Gazzelilere ve Yahuda-Samarya (Batı Şeria) Araplarına yapıldığını gerekçe kullanmaktan başka bildikleri bir şey yok.

Akılları soğuk savaş döneminin dinamiklerinde kalmış solcuları Hamasçılarla aynı yerde buluşturan da aynı sabitesizlik. Halbuki politik doğruculuğun hiç zamanı olmadığını en iyi solcuların bilmesi gerekir. Mesela “Hamas Filistin halkının temsilcisi” iddiası çatışmalı ortamda moral motivasyon amaçlı slogan olabilir, ama bilgi değeri taşımıyor; hatta hakikatin yakınından bile geçemez. İsrail’e karşı destekledikleri Hamas, Batı Şeria bir yana Gazze’nin dahi temsilcisi değil. 17 senedir Gazzelilerin irade beyanına izin vermemiş, muhalif hiçbir parti, örgüt ve sese hayat hakkı tanımamış, İhvancılığın en zorba şubesi nasıl olur da meşru temsilci ilan edilebilir?

Yahudisiz bir Arap ülkesi olarak Filistin hülyası kuran “nehirden denize (mine’nehr ile’l-bahr)” sloganı solcu FHKC’ye ait. Bu antisemitik mirası Hamas memnuniyetle devraldı. İsrail milliyetçiliğinin aşırı sağcı fraksiyonlarına ait “iki nehir arası (aram naharayim)” sloganı neyse o. FKÖ ve el-Fetih bu sloganı kullanmadı. FHKC’nin Hameneî’nin “direniş ekseni”ne kolayca katılmasını sağlayan işte bu antisemitik hassasiyettir.

Kenan Çamurcu yazdı:
Filistin endüstrisi – 2

“Savaş düşmana benzeyince kaybedilir”

Kassamcı militanlar 9 aylık bebek dahil yaşlı, kadın, silahsız insanları (aralarında Netanyahu’nun Likuduna muhalifler de var) öldürdüğü ve rehin aldığında Müslümanlığın hizip, fraksiyon ve şubeleri Aliya İzzetbegoviç’in sözünü hatırlamalıydı: “Düşman öğretmenimiz değil. Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir.”

Ahlaktan ve İslam’dan firar edince kafa farklı çalışmaya başlar. O kafaya göre Netanyahu bebek katlediyorsa Hamas da katledebilir, kaçırabilir, canlı kalkan yapabilir. Peygamber’in savaş ahlakıyla ilgili uyarılarının zerre değeri yoktur artık. Hamas taraftarlarının şu çarpılmayı coşkuyla alkışladığı fetret asrındayız. Müslümanlıklar büyük fiyasko yaşıyor.

Filistin endüstrisinin bir bileşeni olarak Gazze’deki yıkım

Hamas’ın, İsrail’e Pearl Harbor benzeri baskında yaşlı, genç, çocuk demeden hem öldürüp hem de rehin almasına cevaben Netanyahu’nun Gazze’de yıkıma başlaması karşısında örgütün Katar kadrosundan dolar milyarderi Meşal gayet rahattı: “Özgürlük bedelsiz kazanılmıyor. Sovyetlerin kaybı 30 milyon, Vietnam 3,5 milyon, Cezayir 6 milyon.” Sunucunun, “Hamas sivilleri öldürür ve rehin alırken destek görmeyi nasıl beklersiniz?” sorusuna da “Kassam askerlere odaklanmış durumda. Fakat savaşlarda sivil kurbanlar da olabiliyor. Bunun sorumlusu biz değiliz,” diyordu.

Kenan Çamurcu yazdı: Filistin endüstrisi – 2

Meşal, Katar’da lüks süitinde hayatını sürdürüyor. İsrailliler, 5 milyar dolar civarında serveti olduğunu iddia ediyor. İtibardan tasarruf etmediği ultra lüks hayatının içinden Gazzelilere ve Batı Şerialılara siparişi şöyle: “Kayıplarımız, insanlarımızın ölümü taktikseldir. Tüm cephelerde cihadın devam etmesini ve hayatların feda edilmesini istiyoruz.”

Savaştan önce için için devam eden isyan yangınında canına tak etmiş Gazzeli kadının haykırışı mühürlü olmayan kalplere ulaşsa keşke: “Hamas yetkililerinin çocukları lüks arabalar kullanıyor ama benim dört oğlum işsiz. İsmail Haniye ve Yahya Sinvar yüzünden Gazze’nin tamamı işsiz. Bunlar yoksul insanların ihtiyaçlarını umursamıyor.”

İhtiyaçları ve canları umursamamanın son noktası, 7 Ekim Aksa Tufanı gününde Taylandlı tarım işçilerinin de Hamas’ın hedefi olmasıydı. 30 masum işçi nihilist şiddete kurban verildi. Hata ile değil, yabancı oldukları bariz belli olan işçileri taammüden çekip vurmuşlar. Kaldıkları işçi odalarını basmışlar, arkalarından kovalamışlar. Bu cinayetin fâili Kassamcılara ve onların çeşitli ülkelerdeki koşulsuz destekçilerine sosyopat tanısı koymak isabetlidir.

Meseleyi Arap-Yahudi savaşı olarak adlandıranların güç ve parayı elde tutma hedefini anlamak fazla zeka gerektirmiyor. Taraftar tribünü de aidiyet duygusunu sarsacak örneklere hissiz. Mesela İsrail yüksek mahkemesinde Arap üye bulunduğu, 7 Ekim saldırısında İsrail’in güneyindeki Bedevi Araplardan 19’unun katledildiği gerçeğine kayıtsızlar. Hamas’ın Çerkes nüfuslu Ebu Guş’da Ahmed Kadirov camisini vurduğunu da görmediler. Yine, Kassamcıların 7 Ekim saldırısı sırasında kaçırdığı İsrail vatandaşı Müslüman Araplardan Aişe ve Bilal’in tutuklu-rehine takası sırasında serbest kaldığı da gözü kapalı Hamasçılık yapanların ilgisini çekmedi. Yani, mevzu Arap-Yahudi ihtilafı da din meselesi de değil.

Sivilsen sivilliğini bileceksin

Gazzelilerin büyük çoğunluğu bütün Yahudilerin öldürülmesini, yahut etnik arındırmayla toprağından sürülmesini arzu ediyor. Böylece İsrail’de inşa edilen zenginlik, uygarlık düzeyi ve üretkenlik talan edilebilecek.

Fakat, unuttukları önemli bir kural var: Bütün Yahudilerin öldürülmesi gerektiğinden bahsedildiğinde sivil olma vasfı ve hakkı kaybedilmiş olur. Çünkü sivil olmak, devletlerin ve savaş makinesinin politika yapmasına karşı olma ilkesiyle tanımlanır. İsraillilerin önemli bir kısmının Netanyahu’nun savaş politikasına karşı çıkması gibi. Fakat Müslümanlıkların neredeyse tamamı, Netanyahu’nun savaş makinesine karşı çıkan ve bu amaçla meydanlarda mücadeleye girişenler de dahil Yahudileri lanetli ve ölmeyi hakeden yaratıklar görüyor. Böyle düşünenler sivil değildir, asker muamelesi görmeyi kabullenmiş demektir. Asker muamelesi gördüklerinde yükselen mızmızlanmanın bu nedenle anlamı ve değeri yoktur.

Ayrıca, Yahudilerin Allah tarafından lanetlendiğine inanan Müslümanlık, bilinç altında Yahudileri kendilerininkinden farklı bir Tanrının yarattığına inanıyor demektir. Yahut bu inanca göre Allah hem yaratıp hem de yarattığına bin pişman olmalı. Ama artık yapacak da bir şeyi yok. Yaptığını geri alamıyor, bunun yerine yarattığı kavmi lanetleyerek var olma hakkının elinden alındığını bildirmekle yetiniyor. Durumdan vazife çıkaran bazı kulları da, bu duyuruyu tebellüğ edip büyük fedakarlıkla Tanrı adına Yahudileri imhaya girişiyor. Antik Yunandaki çok tanrılı evrenin kopyası, fazlasıyla sapkın, tuhaf, tehlikeli bir itikat.

“Lanetli kavim” inancının metafizik soyutlamadan ibaret olmadığını Avrupa’daki mezalimden kaçan göçmen Yahudilerin tarihsel vatanlarına geldiğinde karşılaştıkları şiddetten çıkarabiliyoruz. Gazze, Yahudiye ve Samarya’da mukim Araplaşmış yerli halk, Avrupa’dan gelen Yahudi göçmenleri püskürtmek için her yolu denerken yaptıklarını onların “lanetli kavim” olduğu iddiasıyla meşrulaştırıyordu. Emin el-Hüseynî’nin Hitler’den “Yahudileri yok etmesi ve Filistin’i Araplara vermesi” talebi, hatta “dünyanın Yahudi problemini çözmek üzere” Hitler’e destekle tüm Yahudilerin öldürülmesi için cihat ilan etmesi (Traude Litzka, The Church’s Help for Persecuted Jews in Nazi Vienna, s. 48-49) Müslümanlığın kriminal sicilinin en karanlık ânıdır.

Kenan Çamurcu yazdı: Filistin endüstrisi – 2

Emin el-Hüseynî’nin Faşizmle işbirliğini iftihar edilecek tarih görmek, Hitler için kurduğu Nazi tugayına nostalji hissetmek ve o kirli geçmişten ilham alarak bugünü tasarlamaya kalkmak olacak iş değil. O nedenle her şeyi baştan alıp yalan yanlış ezberlerle kurulmuş ideolojik takıntıdan vazgeçmek gerek.

Ezberlerden vazgeçmeye hazır mısınız?

Hatırlayalım, Kassamcılar, İsrail’in Gazze sınırındaki yerleşim yerlerine baskında bir günde 1200 insanı öldürüp aralarında bebeklerin de olduğu 251 İsrailliyi rehine alırken Gazzeliler sokaklarda helvalar dağıtarak, şenlikler düzenleyerek, havaya ateş açarak kitlesel ayin gibi kutladı bu dehşeti. İsrail’de 10 şiddetinde depremselliği tetikleyen bu şok edici saldırının ağır sonuçlar doğuracağı besbelliydi. Nitekim günün sonunda Netanyahu, Gazze’ye ölüm yağdırmaya başladığında kutlamalarda dans edenler bu kez, “Araplar, Müslümanlar neredesiniz?” feryadıyla imdat videoları yayınlamaya koyuldu.

O günlerde Körfez devletlerinden Araplar, karşılık verileceği bile bile İsrail’e dehşet verici bir saldırı yaparken Araplara mı sorduklarını hatırlatan mesajlar yayınlıyordu sosyal medyada. Filistin endüstrisinin çokça tekrarladığı mahrumiyet ve mağduriyet ezberini bozacak bazı bilgileri aktararak. Bir mesaj şöyleydi mesela:

“Aniden 2 milyon insanın yaşadığı Gazze’de 36 hastanenin olduğunu öğrendik. 30 milyon vatandaşı olan ve bu sayıda hastanesi olmayan Arap ülkeleri var. Aniden Gazze’nin İsrail’den bedava su, elektrik, gaz ve yakıt aldığını keşfettik. Elbette su, elektrik, yakıt faturalarını ödemeyen Arap vatandaşı yok. Aniden Gazze’nin yalnızca Katar’dan ayda 30 milyon dolar aldığını keşfettik. Ve UNRWA’dan ayda 120 milyon dolar ve Avrupa Birliği’nden ayda 50 milyon dolar ve Amerika’dan ayda 30 milyon dolar. Borç batağında kalan ve bir milyon dolarla bile kendilerine yardım edecek kimseyi bulamayan Arap ülkeleri var. Aniden Gazze’nin kuşatılmadığını, yabancılar ve yabancı uyruklu insanlar gibi tüm malların buraya girdiğini keşfettik. Sakinleri Mısır’a, oradan da dünyanın geri kalanına seyahat ediyordu. Aniden Gazze’nin birçok Arap ülkesinden daha iyi yaşadığını keşfettik. Aniden aklımızın Müslüman Kardeşler medyası tarafından programlanmış bir yalan tarafından kuşatıldığını keşfettik.”

Filistin endüstrisi bağlamında Suudi Arabistan’ın rolü

Suudi Arabistanlı yazar Revaf el-Sain’in Gazzelilere hitabı da epey ses getirmişti:

“Suudi Arabistan’ın size vermediği hiçbir şey yok. Sizin için bir devlet kurmak buna dahil. Kral Fehd, Başkan Reagan ondan Kontra isyancı gruplarını finanse etmesini istediğinde ona dedi ki: ‘Bir iyilik bir başkasını hakeder. O zaman bana bir Filistin devleti ver.’ Bir Filistin devletinin kurulması üzerinde anlaştılar. Kral Fehd, Filistin devleti kuracaklarına dair Arafat’ı bilgilendirdi. Arafat, Kral Fehd ile buluşmayı kabul etti. Bütün bunlardan sonra 10 yıl boyunca Arafat Filistin devleti kurulmasıyla ilgilenmedi. Hiçbiriniz Filistin devleti istemiyorsunuz. Bu toprak İsrail’e ait. Kur’an’a göre de böyle. Sizse oradan buradan toplanmış halksınız. Moğollar, Türkmenler, Çerkesler, Ermeniler, Çingeneler, her yerden gelmişsiniz. Filistin’de size ait hiçbir şey yok. İsrailoğulları İshak’ın çocukları. Biz Araplar da İsmail’in çocuklarıyız. İshak ve İsmail kardeştiler. Babaları da İbrahim’di. Bu onları bizim kuzenimiz yapar. Peki siz nereden geldiniz? Siz nasıl bunun parçası olabilirsiniz? Bizim aramızda işiniz ne? İsrailliler kendi vatanlarında yaşıyor. Sizin ise bir vatanınız yok. Bizi kandırmaya çalışmayın. Siz Arap değilsiniz. 1970’de Ürdün’de Kara Eylül’e sebep oldunuz. 1991’de Saddam Hüseyin işgal ettiğinde Kuveyt’i yağmaladınız. Adım attığınız her ülkeye kötülük getiriyorsunuz. Bir Yahudiyle gönül rahatlığıyla bir gece geçirebilirim ama bir Filistinliyle asla. Yahudiyi evimde misafir ederim, yedirir içiririm, uyuyacağı yatak veririm, ama bir Filistinliyi evime sokmam.”

Sain’in verdiği bilgilerin yalan ve yanlış olduğunu söyleyen çıkmadı. Sadece ona hakaret ettiler, küfrettiler, lanetlediler. Hastanede yatarken yayınladığı fotoğraf karşısında Allah’ın ona ceza verdiğinden emindiler.

Gerçekten de 363 km2’lik 2 milyon nüfuslu Gazze’de 7 Ekim’den önce tüm branşlardan yerli yabancı doktorların görev yaptığı 36 hastanenin ücretsiz sağlık hizmeti sunuyor olması çok şaşırtıcı. 2 milyondan biraz fazla nüfusu ve 3500 km2’lik yüzölçümüyle benim şehrim Kocaeli’de 15 devlet hastanesi var, her branş yok ve tedavi için belli bir miktarda para ödemek zorundayız.

Epeydir güncel veriler yayınlanmamış ama şehrimin sosyo-ekonomisi 25 milyar doların altında. Rakamın tamamı üretimden geliyor. 7 Ekim’den önceki bağışlar, fonlar, BM ve devletlerin yardımları hesaba katıldığında Gazze’ye bu rakamın iki veya daha fazla katı mali destek ulaşıyor. Tek kuruşu bile üretimden gelmiyor, hepsi bağış, yardım, destek. Ama buna rağmen Kocaeli’de yıllardır Gazze’ye yardım toplanıyor. Hameneî’nin “direniş ofisi”nin her yıl 350 milyon dolar yardım gönderdiği Gazze’de yıllık et tüketimi kişi başı 97 kg. iken ekonomik zorluklar içindeki İranlılar ancak 12 kg. et tüketebiliyor.

Antisemitizm Sünniliğin marifetidir. Şiîliğin bu fenalıkla hiç alakası yokken mevcut İran rejimi, tarihsel ve kültürel İran’dan hazzetmediği için antisemit Sünniliğin peşine takılarak hayali Filistin ve Kudüs davasında bayrak sallıyor.

Likudçuların Gazze’deki kıyımını bahane edip üzerine hiç konuşulmayan ezberlerle yola devam da edilebilir, 7 senelik fiili ateşkesi bozan ve yıkıcı savaşa yol açan Hamas’ın her yıl topladığı milyarlarca dolar parayı nasıl harcadığını neden açıklamadığı ve liderlerinin Katar’daki lüks hayatı da sorgulanabilir. Müslümanlıkların antisemitik sapkınlıkla ezberde devam etmeyi seçtiğini biliyoruz. Bunun bir nedeni, derin cehalet içinde hakikati merak etmenin anlamına bile vakıf olmadıkları ise diğer nedeni de, karşılarına çıkacak hakikatle yüzleşmeyi göze alamadıklarıdır.

Politik ezberlerin yanlışlığını gösterebilmek için onları tahkim eden din kültürüne dönüşmüş ideolojik saplantıya derin kazı yapmak gerekir. Çünkü dil, zihinsel haritaya göre oluşuyor. Mesela Şiî Fatımilerin Kudüs’ü Artuklulardan almasına “zaptetme” deniyor. İşgal yani. Sünnî Sultan Selim’in Sünnî Memlüklerden Mısır’ı, Suriye’yi almasına ve nüfusun neredeyse üçte birini kılıçtan geçirerek Gazze’yi ele geçirmesine ise “fetih” yakıştırılıyor. Mezhepçi yalnızlaştırma yüzünden Fatımîlerin Kudüs’ü Haçlılara kaybetmesi dert edilmeyip Selahattin’in “fetih”i kutlanıyor.

Peygamber’in “Kudüs davası” yoktu

Peygamber’in ilgi coğrafyası Şam’a kadar uzanmasına ve hatta Beytu’l-Makdis/Mescid-i Aksa vahyin başlangıcından itibaren 15 yıl kıble olmasına rağmen Peygamber’in ağzından “Kudüs’ün fethi”ne dair bir söz çıkmadı.

Şam’dan Medine’ye yönelen saldırı ve işgal hamlesine önleyici tedbir alıp, Bizans sınırına kadar giden Peygamber, Yeruşalayim’in yanından geçerken Beytu’l-Makdis’i fethedip ele geçirme planı yapmadı, “Kudüs İslam’ın,” da demedi. “Kudüs İslam’ın” sloganı hem anakronik, hem de farklılıkları yoksayan hegemonik bir tasavvur. Bu nedenle, İslamî de insanî de değil. İslam’ın büyük filozofu masum Sühreverdi’yi uydurma suçlamalarla katleden Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs fethinden iftihar edilecek öykü çıkmaz.

Zamane Müslümanlığının Yeruşalayim’i (Medinetu’l-Kuds) fetih saplantısında endüstriyel yan ağırlıklıdır. Yasir Arafat’ın “Filistin ulusu” icadıyla birlikte odaklanılmış türedi davadır. İmparatorluklar çağının kapandığı 20. yüzyılın gündemi ve temel meseleleri listesinde yer almaz.

Osmanlı devletinin toprak kaybı hızlandığı sırada İslamcılığın önde gelen isimlerinde “Filistin davası”na ilişkin hassasiyet belirten bir değini yoktur. Avrupa’daki gettolardan ve saldırganlaşmış antisemitizmden kaçan Yahudilerin Filistin’e göç etmesi karşısında endişe belirten bir tek Müslüman aydın, âlim, önder gösterilemez. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’nin yönetimine giren Filistin için ağıt yakan da yoktur. “Filistin davası”, ihtilaf ve çatışmadan endüstri çıktığı anda zuhur etti.

Binlerce yıllık adıyla Yeruşalayim’e kim “Kudüs” (tam adıyla “Medinetu’l-Kuds”, kutsal kent) adını verdi? Emeviler. Kur’an’da, Süleyman Mabedi’nin kastedildiği Mescid-i Aksa’yı oraya cami kondurarak cami adı yapan kim? Emeviler. Muhafazakâr siyaset esnafının ve Sünnilerin Emevi mirasını yaşatma mücadelesi onlardan beklenebilecek tercih. Fakat Emevilerin zulüm ve tahrifatına karşı olanların o miras için mücadele etmesine ne denir?

Bu düşünce koordinatlarına sadakat gösterenler “yer adlarının İbranileştirilmesi”ni büyük ifşa sayılacak komplo olarak takdim ediyor. Oradaki tüm yer adlarının aslen İbrani olduğunu, Romalılar ve onların haleflerinin kendi dillerine ve Arapçaya dönüştürdüğünü bilmiyor olabilirler mi? Bu çapta cehalete ihtimal verebiliriz elbette ama galiba bunu bilerek böyle kampanyalar yapıyorlar.

Müslümanlar, o topraklara “Filistin” adını veren Romalıların tahakküm ve despotizmini yaşatmaya adanmakta beis görmüyor. Çünkü ideolojik genetiğin mimarı İhvan’ın kurucusu Hasan el-Benna, solcu Vefd partisinin güçlenmesini önlemek için ABD’nin Kahire sefiri Philip Irland ile birlikte çalışıyordu. (Abdurrahim Ali, el-İhvânu’l-Muslimûn Kırâ’e fî’l-Meleffâti’s-Sırrıyye, s. 19). Onun yetiştirdiği İhvan gençleri, ABD ve Saray adına komünistlerin içine sızıp muhbirlik yapıyor ve bu iş için aylık 5 Sterlin maaş alıyorlardı. (Mahmûd Assâf, Meʻa’l-İmâmi’ş-Şehîd-i Hasane’l-Bennâ, s. 22). Richard Michel, hükümetin, İhvan’ın güçlü istihbaratını solcuları yakalamakta etkin biçimde kullandığını belirtiyor. (Richard Michell, The Society of the Muslim Brothers, s. 167). İslamcıların Filistin endüstrisine intibakta zorluk çekmemesinin ardında bu genetik miras var.

Orada bir mescit var uzakta

Kendini İslam’a nispet edenlerin ezber listesi hayli uzun. Yeruşalayim (Medinetu’l-Kuds/Kutsal Kent) ve Mescid-i Aksa (uzaktaki mescit) hakkında olanlar ilk sırada yer alıyor. Bu konudaki popüler anlatılar, sloganlar ve ateşli retorik, Peygamber’in vefatından sadece 2 veya 3 sene önce Medine’ye gelmiş, adı bile bilinmeyen “Ebu Hureyre” lakaplı meçhul kişiden rivayet edilmiş yüzlerce uydurma menkıbe, öykü, fantastik hikayeler gibi. Yeruşalayim’i fethe odaklı bir zihinsel bükülme var. Ama kendi paradigmaları içindeki çelişkiyi bile farketmiyor ve kendilerine sormuyorlar: Neden Emevi halifesi Mervan’ın (ö. 705) yaptırıp adını “Mescidu’l-Aksa” koyduğu arkadaki küçük camiyi değil de öndeki Kubbetu’s-Sahra’yı, yani Ömer Camisini “Kudüs’ün simgesi” kabul ediyorlar?

Ömer’in Kubbetu’s-Sahrası, yanından ayırmadığı eski Yahudi Ka’bu’l-Ahbar’ın yer göstermesiyle Yahudilerin Ka’besi Davud-Süleyman Mabedi’nin kalıntıları üstüne kondurulmuş camidir. Üstelik, Yahudilerin “kutsalın kutsalı” kabul ettiği kayanın yerini sorarak tam o noktaya yaptırmış camiyi. (İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, 8/416). Zaten caminin adı da (kubbetu’s-sahra/taş kubbesi) oradan geliyor. Hukuken de ahlaken de tam bir kondu.

Peygamber’le ilgili tüm tuhaf hikayelerin tek râvisi olan Aişe’nin anlattığı Miraç öyküsünde sözkonusu “kaya”ya (sahre) Peygamber’in göğe yükselmeye buradan başladığı vasfı yakıştırıldı. Senaryonun “kaya”yı Yahudiler için “kutsalın kutsalı” olma kimliğinden çıkarıp İslamileştirmeyi amaçladığı gayet net anlaşılıyor.

İsra suresinin ilk ayetinde geçen “Mescid-i Aksa” (uzak mescit) ise İbrahim’in Mekke’de yaptığı Ka’be’nin muadili, Yeruşalayim’de Süleyman’ın, inşaatını babası Davud’dan devralıp tamamladığı mabet. Bazı görüşlere göre iki mabedi de ilk olarak İbrahim yaptı.

Filistin endüstrisinde Kudüs ve Mescid-i Aksa’nın, içinde bu gerçeklerin yer almadığı bir paket olduğunu biliyoruz. “Mescid-i Aksa’nın özgürlüğüne kavuşturulması” davası, o mekanların Yahudilerin elinden alınması ve bahsi geçen mıntıkanın Yahudilerden arındırılması anlamında kullanılıyor, ama aslında özgürleştirilmek istenen yer Yahudilerin kıblesi, kutsalı, Peygamber’in ilk kıblesi Süleyman Mabedi (mescidi). İslamcılar, nümayişlerde öfkeli haykırışların konusu yaptıkları Mescid-i Aksa’yı mescit, cami zannediyor ve Yahudilerin elinden kurtarmaya yeminler ediyor.

Müslümanların arasından hakikat karşısında boyun bükecek bir tek empat kişi çıkmıyor, çıkamaz. Çünkü bu dinsel kimlik sosyal içicilik gibi bir şey. İbrahim’in bir başına ümmet olmasına (Nahl 120) benzer şekilde bireysel olarak başarılabilecek dinî inanç, haysiyet, şahsiyet, hüviyet değil. Bu yüzden zihinlerinde herhangi bir etkiye yol açmayacağını bilerek sırf çelişkiyi kayıt düşmüş olmak için kıyaslayalım: Herhangi bir dinin mensupları, tarihte Mekke’yi fethedip Ka’be’nin kalıntıları üzerine bir mabet yapsaydı ve bugün o yapıya dokundurtmama mücadelesi verseydi Müslümanlar ne hissedecektiyse Yahudiler de kendi kıbleleri üzerine kondurulmuş Mervan ve Ömer camileri nedeniyle aynı şeyi hissediyor şu anda. Bu nesnel gerçek karşısında insan ya meseleyi idrak eder ve namusun gerektirdiği fikir, tavır ve tercihi seçer (yahut sadece sükut eder) ya da seçilmiş kavim kompleksiyle yanlış da olsa yaptığı her şeyi kendine hak görür. Müslümanların gözü ikincisinden başkasını görmüyor.

Yahudilerin Ka’besi Süleyman Mabedi’nin yeniden inşa edilmesine kıyameti koparan Müslümanlık, aynı durum Ka’be için konu olsa bu kez Ka’be’nin yeniden inşa hakkını ve üzerindeki mabedin yıkılması gerektiğini savunur. Çünkü antisemitiktir ve kategorik olarak Yahudilere hak vermez.

İslamcılar ve Müslümanlıkların tüm fraksiyonlarının nesnel gerçeği umursamadıklarını biliyoruz. Çünkü Müslümanlar sadece istila ve ele geçirmeyle ilgili. Fetih, işgal, istilayı ilahi hak görüyorlar. Bu yüzden Endülüs toprağının asli sahiplerine kaybedilmesine ağıtlar yakıyorlar mesela, o derece. Kurtuba’da el konulup camiye dönüştürülmüş merkezi yapı olan katedralin sadece bir bölümünde kilise ihya edilmesine rağmen Müslümanlar buna bile tahammül edemiyor. Orada ezan okunamadığından, büyük zulüm yaşandığından müştekiler.

The Spanish Princess dizisinde İspanyol prenses İngiltere’ye gelin gittiğinde hamam görmeyince şaşırmış ve Endülüs’ten miras gündelik hayatın kalitesine ilişkin örnekler vermişti. İspanyollar, dildeki izler dahil, Müslüman Arap geçmişi kendi kültür miraslarının vazgeçilmez parçası yapmışken Müslümanlar arasında başka kültürlerin katkısına en küçük bir atıf yok. Bu medeniyet tasavvuruna vesile olacak nitelik, vasıf, eğitim, cesaret ve özgüvenden yoksunlar.

Doğu Hıristiyanlığının simgesel yapısı Ayasofya’yı camiye dönüştürmeyi kutluyorlar, fakat asli sahiplerine kaybedilen topraklarda kiliseyken camiye döndürülmüş yapıların aslına iadesine feryat ediyorlar. Hıristiyan işgaline uğramış Müslüman beldelerde simgesel, merkezi dini yapı olan bir caminin kiliseye çevrildiğine örnek var mı? Yeruşalayim Haçlıların eline geçtiğinde Mervan ve Ömer camilerine dokunmadılar değil mi? Eklentilerdeki bir iki bölmenin lojistik amaçlı kullanılması dışında. Ama Müslümanların istila sonrasında ilk yaptıkları iş, merkezi simgesel ibadethaneyi külliyen değiştirip cami haline getirmek oluyor. Ona da “fethin simgesi” diyorlar.

“Uzaktaki mescid”in gerçek hikayesi

Sosyal medyada önüme düşen videoda Mustafa İslamoğlu, Ka’be (Mescidu’l-Haram) Abdullah b. Zübeyir tarafından ele geçirildiğinde (683) “Mescid-i Aksa” adı verilmiş caminin Emevi halifesi tarafından Ka’be’ye alternatif mekan ve mabet olarak inşa edildiğini anlatıyordu. Bu sahih tarih okumasının, köpürtülmüş edebiyatıyla yerleşik bâtıl inancı kökünden sarsacağını umabilirdik, rantı bol ve yıkılması zor Filistin endüstrisi olmasaydı.

Emevi halifesi Mervan, Ömer’den miras caminin “Mescidu’l-Aksa” olarak bilinmesini teşvik etmekle Kur’an ayetini politik çıkarı için tahrif etti kuşkusuz. Fakat o tahrifatı sürdüren de İslamcılığın Sünni, Şii, Selefi tüm fraksiyonları.

“Uzak mescit” (Mescid-i Aksa), inşaatına Davud’un başladığı ve oğlu Süleyman’ın tamamladığı (Allame Tabatabaî, el-Mizan, 13/6) Beytu’l-Mukaddes’tir. (Tabersî, Mecmeu’l-Beyan, 6/412). Tarihçi Makrizî de bu yapının, Mescidu’l-Haram’a (Ka’be) uzaklığı nedeniyle “uzak mescit” olarak adlandırılan Beytu’l-Mukaddes, yani Davud-Süleyman Mabedi olduğunu belirtiyor. (İmtau’l-Esma, 8/196).

Oniki İmamcı Şiîlikten bu değerlendirmeye karşı çıkan âlimler var. Bazı rivayetlere dayanarak Mescidu’l-Aksa’nın Beytu’l-Mukaddes olmadığını, göklerin dördüncü tabakasındaki Beytu’l-Ma’mur’un Mescidu’l-Aksa olduğunu savunuyorlar. Yani yeryüzünde Mescidu’l-Aksa diye bir yapı yok. Bu iddiaya göre İmam Sadık İsra suresi 1. ayet için şöyle demiş: “(Miraç gecesi) Cebrail, Peygamber’i, Beytu’l-Ma’mur’un, yani Mescidu’l-Aksa’nın bulunduğu dördüncü göğe çıkardı.” (Allame Meclisî, Biharu’l-Envar, 18/394).

Popüler din kültürünün ezberinin aksine, Davud ve Süleyman’ın yaptığı mabet/mescit, ikinci halife Ömer b. Hattab’ın, 637’de ele geçirdiğinde yıkıntıları üzerine mescit inşa ettirdiği yapıdır. (Taberî, Tarihu’l-Ümem, 3/611). Yahudiler için en kutsal nokta olan Süleyman Mabedi’nin temellerinin orada olduğunu Ömer’e eski Yahudi Ka’b el-Ahbar söyledi. (Ebu’l-Fida, el-Muhtasar, Institut für Orientalistik, 1935, s. 40).

Alternatif siyer yazımının öncülerinden Allame Cafer Murtaza Amuli, Ömer, Beytu’l-Mukaddes’e girdiğinde Aksa Mescidi adında bir mescit bulunmaması bir yana, orada hiçbir mescit olmadığını yazıyor. (es-Sahih min Sireti’n-Nebiyyi’l-A’zam, 3/137). Ömer’in yaptığı ve Emevilerin geliştirdiği mescidin zaman içinde “Mescid-i Aksa” adıyla kabul görüp yaygınlaştığı bellidir. İbn Haldun, bu karışıklığa açıklık getirmek için olsa gerek, “Mescid-i Aksa” adı verilen yapının “Ömer mescidi” olduğunu özellikle belirtir. (Kitabu’l-İber, 1/433).

Bu işin nereye varacağını basiretle tespit eden Hazret-i Ali de Ka’be yerine (veya onunla birlikte) “Mescid-i Aksa”ya ziyaretler başlayınca insanları bundan sakındırmış ve bu davranışı kesinlikle menetmiş. Hatta Kûfe mescidinin o mescitten çok daha üstün olduğunu söylemiş. (Hürr el-Âmulî, Vesailu’ş-Şia, 5/261, rivayet: 6495). Ali’nin Kûfe mescidi ile Ömer’in mescidini mukayese etmesinde gereksiz ve yersiz kutsallaştırmaya sert tepki görülebiliyor. Günümüzde Hameneî hizbinden Şiîlerin bile sahte Aksa Mescidine abartılı ilgisi, Hazret-i Ali’nin uyarısındaki öngörüyü teyit ediyor.

Tarih kayıtlarından, Emevi halifelerinin Ömer camisinin “Mescid-i Aksa” olarak bilinip yaygınlaşması için özel çaba harcadığı anlaşılıyor. Uydurulmuş çok sayıda rivayet/hadis de bunun kanıtı. Şiî kaynaklarında İmam Cafer Sadık’ın bu yalan ve uydurmalarla mücadelesine örnekler veriliyor. Bunlardan birinde İmam Sadık şöyle diyor: “Her kim Ömer’in Aksa mescidinin fazilete sahip olduğunu iddia ederse yalancıdır.” (Kuleynî, el-Kafî, 3/491).

Filistin endüstrisinin din kültüründe bir de tarihin sonu ve kıyamet savaşı senaryosu var. Tarihin sonunda Müslümanların bütün Yahudileri öldüreceği umudu ve müjdesiyle ilgili “Garkad ağacı” öyküsü bu senaryonun ekseninde yer alıyor. Filistin endüstrisi serisinin üçüncü ve son yazısında bu konuyu da inceleyip mevzuyu bağlayacağız.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.