Doğancan Özsel yazdı: İktidarın fikrî yoksulluğu

Siyasal sorunlarımızın kaynağını kişilerde, çözümü de yeni isimlerde görüyoruz genelde. Bu perspektiften yapılan analizler, liderlerin kişisel niteliklerini tartışmanın ötesine nadiren geçiyor. Oysa iktidarın içerisinden çıkmakta zorlandığı ataletin yapısal nedenleri olduğunu fark etmek önemli. Zira 19 Mart krizinden beri vites arttıran CHP’ye Erdoğan’ın tatmin edici bir karşılık verememesi ve siyaseti tümüyle bürokratik ve hukuki araçlarla ikame etmek durumunda kalması tercihten öte bir zorunluluk. İktidarı buna mecbur bırakan, kendisi için tasarladığı merkeziyetçi sistemin yol açtığı fikrî yoksulluk iklimi.

İktidarın fikrî yoksulluğu

Burada iktidar kadrolarının niteliğinden bağımsız, daha temel bir sorundan bahsediyoruz. 2018’de uygulanmaya başlayan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin öngörülmemiş bir yan etkisi bu. Tüm iktidarın tek bir noktada toplandığı bu sistemin bir özelliği, halk oyu ile seçilmiş olan cumhurbaşkanı dışında, yürütme organı içerisinde siyasal meşruluk iddiasında bulunabilecek bir makamın olmaması. Bakanlar da dahil olmak üzere diğer tüm isimler, atama ile göreve gelip aynı şekilde görevden alınabiliyorlar. Dolayısıyla cumhurbaşkanının iradesinden bağımsız bir siyasi meşruiyetleri veya ağırlıkları pek yok. Dahası, milletvekili seçimleri de aynı anda yapıldığı için, halk oyuyla seçilen cumhurbaşkanının partisinin de Meclis’in en büyük partisi olması en muhtemel sonuç. Söz konusu olan Türkiye olduğunda bu, cumhurbaşkanının yasama organını da sıkı bir biçimde kontrol altında tutması sonucunu doğuruyor. Peki yargı erkinin bağımsızlığı ne durumda? Orada da durum Meclis’ten pek farklı değil. Yürütme organı kendisinden ibaret olan, yasamayı da sıkı şekilde kontrol eden cumhurbaşkanının, yargı üzerinde de orantısız bir etkisi olması kaçınılmaz. Öyle ki 13 kişilik Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun 4 üyesini doğrudan kendisi atarken, yedi üyeyi ise Meclis üzerinden dolaylı olarak atayabilen bir cumhurbaşkanlığı makamından söz ediyoruz. Dolayısıyla kuvvetler ayrılığı yerine, son derece keskin bir kuvvetler birliği ilkesi üzerine kurulmuş bir sistemi deneyimliyoruz.

İşte bu aşırı merkezileşmiş ve hemen hiç kimsenin özgül siyasi ağırlığının ya da mevkii güvencesinin olmadığı sistem, bürokratik yapıların doğasındaki emir-komuta işleyişini uç noktalara taşıyor. Mesleki ve siyasi kariyerleri tek bir makamın alacağı kararlara tâbi olan kadrolar, mutlak bir iradesizliğe de mahkûm oluyorlar. Böylece karşımıza, yukarıdan gelecek direktiflere ve yönlendirmelere muhtaç, kendi başına inisiyatif alamayan, farklı fikirler ve yaratıcı çözümler üretmek yerine, aksi emredilmedikçe ancak “aynısının daha fazlasını” yapabilen bir bürokratik hantallık çıkıyor. Fikrî yoksulluk ikliminin yapısal sebeplerini işte burada aramak lazım.

“Siyasal ve idari sistem duruyor”

Kuşkusuz her bürokratik yapı için bir nebze geçerli olan bu hantallık, Türkiye’nin içerisine sokulduğu sisteminde son derece uç bir düzeye erişerek kendi karikatürüne dönüşmüş durumda. Oya Baydar’ın T24’teki bir yazısında değindiği üzere, siyaset erbabı sözlerine hep “Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatıyla” diye başlıyor. Mülki amirler en büyük facialara “Cumhurbaşkanımızın talimatıyla” müdahale ediyor. Koca koca bakanlar tek taraflı bir istifa iradesi göstermek yerine cumhurbaşkanından aflarını istemek durumunda kalıyor. Neticede karşımızda, kendi başına istifa dâhi edemeyen insanlardan kurulu, karar alıcı tek gerçek siyasi öznenin en tepedeki cumhurbaşkanı olduğu bir siyasal ve idari sistem durmakta.

İletişim kanalları yukarıdan aşağıya tek yönlü olacak şekilde kurulmuş bu sisteme dışarıdan yeni düşünce ve stratejilerin intibak etmesi ya da içerideki insan kaynağının iktidara yeni yollar açması kolay değil. Zaten bu nedenle hep aynı isimler ve aynı fikirler üzerinde dönüp duruluyor. Örneğin Mehmet Şimşek’in ikinci yılını tamamlayan ve iyi gitmediği ortada olan ekonomik programına karşı iktidar medyasının önerebildiği tek alternatif, ekonomiyi Şimşek’ten de kötü yönetmiş bir ekibi ve o ekibin başarısız fikirlerini geri getirmek. Fikrî yoksulluk o derece keskin ki, dünya bir yapay zekâ ve sentetik biyoloji devriminin ilk adımlarını atarken ve ülkece bu dönüşümü yakalamamız stratejik bir zorunluluk iken, yasama organının başındaki isim yapay zekayı “şeytani bir oyunun parçası olan ‘insansızlaştırma’ sürecinin bir aracı” olarak niteleyen vasat komplo teorilerini en yüksek mevkilerden dillendirebiliyor. Bu iklime bakarak, “Şimşek başarısız ama o giderse yerine kim gelecek?” diye kaygılananlara şaşmamak lazım. Mevcut yapının kendisi dışında dillendirilen politika önerilerini özümseyebilmesi veya daha önce düşünülmemiş, ayakları yere basan bir alternatif ekonomik patikayı kendi içerisinde üretip basiretli şekilde uygulayabilmesi kolay değil.

Öz-manipülasyon aracı

İktidar içinde tekrar edip duran yalnızca ekonomiye ait fikirler ya da isimler değil. Söylemlerinin merkezindeki az sayıda kavram da fikrî bakımdan geliştirilmek yerine yavan bir bağlamda tekrar tekrar kullanıldığı için anlamsızlaşıyor. Yerlilik ve millîlik gibi değerlere, Filistin sorunu gibi hassasiyetlere ve terörist gibi sıfatlara o kadar sık başvuruluyor ki, bu kavramlar etkisini yitiriyor. Bunlarla tıka basa doldurulmuş resmî açıklamalar ve konuşmalar içeriksizleşiyor. Burada dikkat çekici nokta, bu söylemleri üretip yayan mekanizmanın, aynı zamanda buradaki sorunun iktidar tarafından görülebilmesine de engel olması. Şöyle ki iktidarın hem geleneksel hem de sosyal medyadaki propaganda araçları ve trol ordusu, içi boş gündelik tepkilerini sözünü ettiğimiz kavramlarla doldurup tekrar tekrar piyasaya sürdükçe yalnız bu kavramların anlamsızlaşmasına ve etkisizleşmesine neden olmuyorlar. Aynı zamanda bu trol orduları, muhalefetten ziyade iktidarı kör eden bir sis bulutu, iktidar bloğundaki kulakları sağır eden bir yankı odası yaratıyorlar. Bu da iktidar içerisinde karar alabilecek az sayıda aktörün, sorunun farkına varmasını imkansızlaştırıyor. Bir diğer ifadeyle Orwell’in Hakikat Bakanlığı burada yurttaşlardan çok iktidardakiler için, onların konforu ve teskin edilmesi için bir alternatif gerçeklik yaratıyor. Bir öz-manipülasyon aracı haline geliyor. Belki de karşımızda iktidar bloğundaki hemen herkesin yaşadığı bir ikileme verilmiş bir yanıt durmakta. Zira bir yanda artan maddi güç ve sınırsız yetki hissiyle dolup taşan, öte yandan her an konumunu kaybedebileceğini bilen ve hakiki bir iradeden, hukuki güvenceden yoksun bırakılmış olduğunu sezen kadroların yaşadıkları ikilemi çözmek mümkün değil. Durum böyle olunca söz konusu propaganda faaliyetleri de muhalefettekilere sunulan bir zehir olduğu kadar, iktidardakiler için hazırlanan yatıştırıcı bir ilaç niteliğinde.

“Muhalefetin her attığı adım başarılı olmuyor”

İktidar bloğunun bu tablosu karşısında CHP’nin hali tam bir tezat teşkil ediyor. Sahiplendiği kavramları birer birer tüketen ve yeni fikirler oluşturmakta zorlanan iktidar karşısında CHP kavram üreten, fikir yürüten ve politika öneren bir parti konumunda. İktidar geçen yüzyılın parti yapısı, siyasi söylemi ve yaratıcılıktan uzak eylem kalıpları ile hareket ederken, muhalefetin dili de sorun ettiği meseleler de eyleme geçme tarzı ve hızı da zamanın ruhuna, 21. yüzyılın ritmine çok daha uygun. Kuşkusuz muhalefetin her attığı adım başarılı olmuyor, her çabası karşılık bulmuyor. Bir bakıyorsunuz kırmızı kart kampanyası gibi bir yere varmamış işlere de imza atabiliyorlar. Ancak ne olursa olsun karşımızda sürekli bir şeyler deneyen ve duracak gibi görünmeyen bir CHP var.

Oysa CHP’nin son derece bürokratik ve belki de diğer tüm partilerden daha hantal bir iç yapısı olduğunu biliyoruz. Buna rağmen son dönemde iktidar bloğundan ayrışan dinamik bir görüntü sergileyebilmesinin bir dizi nedeni var. Öncelikle CHP iktidarda değil ve partinin kontrol ettiği ekonomik ve idari kaynaklar nispeten kısıtlı. Bu durum parti için bir olumsuzluk gibi görünse de aynı zamanda iktidar olmanın uzun vadede yarattığı bir ataletten de koruyor. Zira iktidar bloğundaki hemen herkes bir unvan sahibi. Herkes belirli ekonomik ya da idari alanları çevrelemiş durumda. Dolayısıyla kaybedecek çok daha fazla şeyleri olduğundan, yeni maceralara girmekte çekimser davranıyorlar. CHP ise böyle bir doğal statükoculuktan şimdilik mahfuz görünüyor.

İkinci nokta iktidarın CHP’ye uygulamaya başladığı baskının zamanlaması ile ilgili. Ana muhalefet partisinin iç yapısı ve bürokratik kültürü yerli yerinde duruyor. Ancak parti 19 Mart ve sonrasındaki gelişmelere yol açan iktidar baskısına, tam da Özgür Özel’in genel başkan olarak ipleri eline almaya çabaladığı bir geçiş döneminde yakalandı. İlk anda şanssızlık olarak değerlendirilebilecek bu zamanlama bir şans oldu. Bir yanda Kılıçdaroğlu döneminde öne çıkan bürokratik hassasiyetleri yüksek isimlerin yıpranmışlığı, diğer yanda parti içerisinde fikir ve düşünce üretimi anlamında etkili olabilecek pek çok ismin gözaltı ve tutuklamalar ile baskı altına alınması, CHP’nin içeriden ve dışarıdan gelen yeni fikir ve eylem önerilerine çok daha açık olması sonucunu doğurdu. Kuşkusuz ana muhalefetteki bürokratik siyasi kültür tümüyle ortadan kalkmış değil. Örneğin partide siyasi kariyer yapmaya çabalayan gençler, uzun yıllar süren gerontokrasinin de etkisiyle, muhtemelen başarının yolunu halen daha yaşlılar gibi olmakta, onlar gibi giyinip onlar gibi siyaset yapmakta buluyorlar. Ancak bu bürokratik miras reddedilmese de, CHP liderliğinin buna büyük bir önem atfettiğini ve CHP seçmenlerinin de bu yapıya güvendiğini söylemek zor. Durağanlık yaratan bu kültür artık CHP için sahiplenilip kutlanan bir şey değil. CHP’nin geçiş döneminde kendisini karşı karşıya bulduğu siyasal mücadele, Özel’in bu konuda kendisine bir manevra alanı açmasına da imkân sağladı. Özel de bu imkândan yararlanarak partiyi çok daha dinamik bir kimliğe dönüştürmeye başladı.

Özel’in gösterdiği liderlik performansı

CHP’nin sergilediği dinamizmin üçüncü nedeni ise muhalefetin toplumsal kanalları ile çok daha derin ve çift yönlü bir ilişki kurmayı başarmış olmasında saklı. Bu noktada da Özel’in gösterdiği liderlik performansı dikkat çekici. Boykot kampanyaları gibi örneklerde tabandan gelişen tepkileri görmezden gelmek ya da bu hareketlere temellük etmek yerine onları destekleyip yaygınlaştıran eşitlikçi tavrı karşılık buldu ve geleceğe dönük daha büyük bir potansiyele işaret ederek ana muhalefete öz güven kattı. Bu potansiyel iktidarın da gözünü korkutuyor olsa gerek ki, CHP içerisinde bu konuda önemli roller üstlenebilecek isimler de son operasyonlara dahil edildi. Ne var ki CHP’nin toplumsal muhalefetle kurduğu bu yapıcı ve derinlikli ilişkiyi kişiler üzerinden akamete uğratmak kolay değil. Buna karşılık sivil toplumla benzer bir ittifakın AKP tarafından kurulması da artık imkansıza yakın. Oysa Erdoğan’ın partisi ilk kurulduğu dönemde bunu kolaylıkla başarmış, buradan önemli miktarda enerji, yaratıcı fikirler ve vizyon devşirebilmişti. Bugün CHP karşısında neyi eksik yaptıklarını görmeleri için geçmişte neyi doğru yaptıklarına dönüp bir bakmaları yeterli.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.