Volkan Yolcu yazdı: Alim cehaleti

git yeni bir hayat doku
git her şeyi baştan oku

Yogi Kazım vefat etti geçtiğimiz gün. Bilhassa memleketi Adana’da bu günlerde hemen hemen herkes Yogi Kazım’dan bahsediyor. Kendisini değilse de yakınlarını ve yakından tanıyanları tanıyan biri olarak ve medyadan gördüğüm kadarıyla kadim Yoga kültürünü ve tekniklerini öğrenmek için Tibet’e gitmiş, beyin / düşünce destekli şifa konusunda çok ses getiren olaylara imza atmış birisi. Adı etrafında spekülatif tartışmalar sürmekle birlikte en azından emek verdiği, tedaviye (şifaya) yönelik bir “müfredat” ile yol aldığı ortada. Kamuoyunda hurafelere karşı mesafeleri ile bilinen insanlar dahil birçok tanınan sima da rahmetli ile anılarını ve bazı ağrılarını nasıl iyileştirdiğini, su altında akıl almaz süreler boyunca nasıl nefessiz kaldığını anlatıyor.

Yogi Kazım
Yogi Kazım. Volkan Yolcu yazdı: Alim cehaleti

Alanın bir uzmanı olmadığım için binlerce yıllık kadim Hint ve Yoga kültürüne cahilce saldıracak değilim. Ya da beklentilerin çok altında kalsa da doğru / doğal nefes alma tekniklerinin sağlığa, zinde hissetmeye faydalarını da inkâr etmek biraz radikal bir tavır bence. Kendisini ve amaç hasıl olsun ya da olmasın bu alanda hararet ve dirayetle dirsek çürütenleri az sonra değineceğim konularda tenzih edebilir ve kendisine rahmet dileyebilirim.

Ama bu “piyasaya” çok farklı giriş yapan, acayip acayip laflar eşliğinde “kişisel gelişim” ve “bireysel başarı” vaat eden ve kadim Yoga kelimesini ve kültürünü bile isteye özünde modernist soytarılıklarına alet eden büyük bir “mutluluk satıcıları” kitlesi de mevcut.

Meşhur hikâyedir: Çok sayıda dönem ‘âlim’inin uzun uzadıya tartıştıkları bir ortama düşer Sakallı Celâl. Tartışma “karşısındaki kâfiri öldürmek için bir ok atan Müslümanın, ok havada hedefe doğru süzülürken kâfir şahadet getirip Müslüman olursa, bir kâfir mi yoksa bir Müslüman mı öldürmüş olacağına” dairdir. Fıkıhçısı, kelâmcısı, hadisçisi, siyercisi, herkes bir sürü kitaptan bir sürü delil getirip kendi görüşlerini savunmaktadır. Gerçekten bilgili, mürekkep yalamış, kitap yazmış adamlar.

En son hasbelkader orada bulunan Celâl’e sorarlar, ‘sen ne diyorsun?’ diye. “E pes vallahi”, der Sakallı Celâl, “bu kadar cehalet ancak tahsille olur!”. Böylesi hiçbir cahilin aklına gelmeyecek düzeyde gereksiz bir tartışmada birbirlerine girdikleri için midir, yoksa sadece doğru cevabın “orasını Allah bilir” olduğunu bildiğinden midir, kaynaklar buna değinmezler.

Kitap okumanın zararları

Bir bankacıdan dinlemiştim, küçük bir şubede “kişisel krediler bilmem ne karın ağrısı bölüm şefi” gibi iğrenç bir görevde çalışıyormuş. Adamın biri küçük bir miktar kredi istemiş, klasik banka soruşturmalarını yapıp mali durumunun kötü olduğunu, kredi kartlarının ödenmediğini, kredi puanının düşük çıktığını söyleyip reddetmişler. Kısa bir süre sonra bankanın bölge müdürlüğünde “kredi pazarlama bilmem ne karın ağrısı birimi”ne geçmiş. Kendi bölgesindeki, cirosu mükemmel, özkaynakları sağlam, kârı aman aman bir fabrikaya gitmişler, “bizden kredi alın, reponuzu bizden yapın, mevduatınızı bizde değerlendirin” gibi iğrenç konular görüşmeye. “Patronun odasına girdik, o an fark ettim bu adamın o kredi vermediğim adam olduğunu, o kadar silik bir kredi notu ile dönmüştü ki, adı bile hafızamda yer etmemiş, o kadar zamanda koca bir servet yapmış” diyordu.

E, bu kadar cehalet ancak tahsille olur. Kime kredi verilip kime verilmeyeceği konusunda en cahil adamlar bankacılardır. Teknokrattırlar çünkü, belli tahsille ve formüllerle hesaplama yaparlar, bir adam nasıl batar, nasıl dudak uçuklatan borçların altından minik minik gelirlerle kalkar, hayata döner, bu konulardan haberleri bile yoktur.

Edip Yüksel’in ‘Kitap Okumanın Zararları’ kitabında çok güzel bir örnek vardır, küçük ve küçük oldukları için de algıları açık çocukların kolayca çözdüğü ama birçok tahsilli insanın çözemediği bir “kalemi kaldırmadan şekil çizme” problemi. Tahsilliler çizemez çünkü soruda var olmayan bir şartı, sanal bir çerçeveyi var kabul ederek başlarlar çözmeye. Oysa yoktur öyle bir çerçeve, o çerçeve onların beynine zaman içinde, okudukça, standartlaştıkça kazınmıştır.

Dikkat! Mutlu olunacak! Ol!

O çok tanıdık “mutluluk virüsü”nün bir benzeri kol geziyor bu aralar. “Hayatın ereği ve saiki mutlu olmak mıdır” tartışmalarına girip tekrara düşmeyeceğim, verili ahlâkın bu algıyı alabildiğine kemikleştirdiği bir ortamda, bu zaten anlamsız bir çaba olarak kalmaya da mahkûm.

Ama insan gibi kompleks bir varlığın mutluluk gibi tanımı yapılamamış (resmi de çizilemeyen) bir “status”a nasıl erişeceğini adeta askerlikteki “Dik-kaaaat, tüfek çatılacaaaaak, çat” emri gibi bir dizi emire (ve belki formüle) indirgemenin bu kadar sıradanlaşması ve kabul görmesi bu devirde bile anlaşılabilir değil. Tam olarak yapılan bu, bir takım süslü sözler ekleyerek (o güzelim “kuantum” kelimesini de kirleterek) “bugün evreni kuantum sıçraması ve astral boyutta zıptiridomdinle olumlayarak mutlu olunacak, ol” diyorlar aslında, başka bir şey değil.

Beni ilgilendiren bu kişilerin “müritlerinin” beyhude çabası. Nasıl oluyor da bu kadar insan, amacın sadece etrafında dönen ve -ne yazık ki- teğet bile geçemeyen bir anaforda savrulup duruyor, bir alim cehaletinde kayboluyor, bunu anlamakta zorlanıyorum. 

Rüya, okşayış, Tevrat

İki laflarından biri “iç dünya”. Güzel tamlama. Gerçekten de her insanın “iç”i bir dünyadır. Fakat “iç dünya”da hap gibi tavsiyeler ile darbe yapılmaz, iki lafla devrim de olmaz, evrim de. Aynen “dış dünya”nın tüm ‘el koymacı’ rejimlerinin fiyasko ile sonuçlanması gibi.

Tüm darbe ve devrim yönetimleri ilk iş olarak yetkili noktalara dalının, konusunun uzmanı ekonomistler, sağlıkçılar, bürokratlar atar, bir ‘teknokrat hükümeti’ kurarlar. Daha ne olsun, konunun uzmanı (gerçekten öyledirler), güvenilir (velev ki güvenilir olmasınlar), çalışkan (gerçekten öyledirler) adamlar birkaç aya kalmaz ekonomiyi, sağlığı, eğitimi yüzde yüz yoluna koyacaklardır zaten (söz ettiğim darbe ya da devrimi yapanlar değil, onların seçtiği bakanlar da değil, bakanların seçtiği bürokratlar).

Yok ama, olmaz, bir tek örneği yoktur ki fiyaskoyla sonuçlanmasın. Bu “alim”lerin hepsi “cahil”dir çünkü; hayat, kısas, kavga, incir, yarpuz, karamela, Tevrat, okşayış, belâ, rüyâ. Hiçbir şey ifade etmez onlara bu kelimeler işlerini yaparken, o yüzden birer soğuk bilgisayar tıkırtısı ile eşdeğerdedir her şey onlar için.

Hayvanların rejimi Kapitalizm

Adına “kişisel gelişim” dedikleri “mutluluk bankacılığı” da böyle işte. Aynen o iğrenç banka düzeninin, yani hayvanların rejimi Kapitalizm’in insanı kendisine ve doğaya yabancılaştırması ve sonra daha iyi yaşamanın –yani başkalarının daha kötü yaşamasının– en rezil kurallarını birer ahlâki erdem gibi beynimize kazımasına benzer bir durum söz konusu.

İnsanoğlunun, hayvanların rejimi Kapitalizmi kötülerin en iyisi sanarak, başka bir dünya mümkün değilmiş zannederek, kendini buna mecbur hissederek mahvolması gibi, bu insanlar da kendi elleriyle mutluluktan uzaklaşıyorlar, huzurdan kopuyorlar. Biraz ferah, tombul yanakları olan bir liseli kız ya da oğlanın “valla abla ben anlamadım, senin sorunun ne?” diyebileceği, o kız ya da oğlanın kendi başına gelse “ne bileyim ya, saçma sapan, sıkıldım işte topu topu” diyebileceği şeyler hayatlarını zehir ediyor, sürekli gündemlerinde, tartışmalarında, bitmek bilmeyen bir yüksek lisansın tez konusu neredeyse.

Bir başka benzerliği daha var bu mutluluk pazarının hayvanların rejimi Kapitalizmle, bankayla. Buradaki mutluluk da tıpkı diğeri gibi, alabildiğine kişisel. Tek kişilik bir mutluluk değil tabi, daha beteri, tek kişinin mutluluğu çevresinde bir mutluluk. Sevgilisi, çocuğu, annesi, mahalle bakkalı ve onlarla ilişkileri de tabi ki gündem dışı değil, o kadar da değil, amenna. Ama tamamen kişisel, vıcık vıcık, kapitalist ahlâkın vazgeçilmezi ‘gelişim’ ve ‘başarı’ sloganıyla / algısıyla örülü, modernist ve aslında pazarlama taktiğinden başka bir şey içermeyen girdaplarda dönüp duruyorlar. Bu nedenle tanıdığım en mutsuz insanlar da onlar. Avcı-toplayıcı insanlar zamanında para yoktu, haliyle para diye bir sorun yoktu, o yüzden hepimizden daha zengindiler. “Mutluluk” diye bir sorunu olmayan, en fazla “razı olmak” peşinde koşan insan da en mutlusudur hepimizin.

İnadına mutsuzlar, her günkü trafik sıkışıklığı da, yan taraftaki inşaattan gelen periyodik bir balyoz sesi de, ‘ya ama canım şimdi uğraşamam ki seninle’ yakınmasıyla telefonunu sessize alabileceği bir dost telefonu da, diğer binlerce şey de bu insanlarda çok daha fazla gerilim üretiyor. Bu da yığılmış gerilimlerini boşaltma yöntemlerine (kişisel gelişime) iyice ‘sardırmalarına’ yol açıyor. Adeta bir kez biraz rahatlamak için antidepresan kullanan insanın artık vazgeçememesi gibi. Ya da daha uygun bir örnek olarak bir sigara bağımlısının “sigara içmezsem elimdeki işe konsantre olamıyorum” demesi gibi, tamamen yanılgı. Yanılgı değilse bile etkisi sigara bittikten sonra 7 dakika süren bir konsantrasyon. Oysa sigara bağımlısı olmasa aynı şeyleri, aynı döngüyü -ne kadar kötü durumda olursa olsun- hiç olmazsa o sigarayı içmeden yaşayacak.

Eytişimsel kuantimik yaklaşımlı NLP oriented sex language

Birinin insanların son uçuşa bir bilet bulabilmek için birbirlerini yedikleri bir kuyrukta kendi içinde “olumlama, temizleme” vb. birçok şey yaptıktan sonra gişeye yanaşıp farklı bir biçimde bu uçuşta bir yer istediğini ve olumlu yanıt aldığına nasıl sevindiğini anlatışını hatırlıyorum. Benim de başımdan geçse bir hayat deneyimi olarak biraz da hayretle anlatacağım bir olaydır. Ama ‘aslolan bu ve benzeri durumlardan kişisel mutluluk ve başarı ile çıkmaktır’ yaklaşımı ile bunu bir örnek, bir başarı olarak göstermek kelimenin tam anlamıyla korkunçtur.

Sen uçtun, o gün o uçakta olması gereken -ne bileyim, hasta annesini son kez görecek biri ya da yetişmezse sınav hakkı yanıp okuldan atılacak- diğerleri ne yaptı? Tüm o finansal başarı (!!!) kitaplarında anlatılan şeyin aynısı işte, ‘nasıl’ patron (gibi) olursun ve ‘nasılsa’ patron (gibi) olamamış kişileri yanında çalıştırırsın. Va-daaaa! Aynı şeyi kocanla ilişkinde de kullansana canım ablacım, olumlama yap, oylumlama yap, (cehaletimi mazur gör ama mutlaka vardır bu şimdi karnımdan uyduracağım “disiplin”in bir benzeri) ‘eytişimsel kuantumik yaklaşımlı NLP oriented sex language’ kullan, niye her gün birbirinizi yiyorsunuz, niye olmuyor?

Ferrarisi’ni satan salak

Her Amerikan icadı ya da dejenerasyonu akım gibi son elli yılımıza çamurunu izi çıkmaz biçimde bulaştıran ‘kişisel gelişim’ batağında çırpınıp duruyorlar. Liberal hümanizmden sonra dünyanın başına gelen en kötü şeylerden biri, belki de ilki. Biraz mürekkep yalamış (evet, bu sefer lise bile değil, eski sistemdeki deyişle) bir “orta mektep” öğrencisinin iki dakikada yazabileceği sözler (hatta kitaplar) başucu referansları. Başka bir şey de okumuyor çoğunluğu.

Olsun, o da kabul. Zaten hayat, temelinde o sözlerde yazıldığı kadar basit ve kolay aslında. Ama bunları birer kutsal ayet ve edebi mucize sanmaları bir tarafa, kötü olan daha çok birer EXCEL formülü olarak görmeleri. Hem de eşyaya standart getirmenin yanı sıra, zamanı sekülerleştirme şartını” da “sabite” olarak arayan formüller.

Değişkenlerin yerine birer değer yazmayınca en iyi ihtimalle atıl, hafızada boşuna yer tutan fonksiyonlar bunlar. Ama diğer (kötü) ihtimalle her zaman sonucu sıfır olarak dönen birer fonksiyon olarak kalıyorlar. Aksini yaşamaları çok zor, çünkü aksini yaşamak için, bir şiâr edinince, bir özlü söz okuyunca bir nevi Stendahl sendromuna yakalananlardan değiller (“ah mirim iki şiir okuyunca valse kalkar bu çocuklar acırsın o hallerini bir görsen” yazmışım zamanında.) O anlarda da tam bir teknokratlar.

Haklarını yemeyelim, bazen de bir sonuç döner bu fonksiyonlar, nadiren de olsa. “Ferrari’sini Satan(???) Bilge(!!!)” en çok bilinenidir bu çıktıların. Şaka değil, milyonlarca sattı o kitap. Daha ötesine kafaları basmaz, insanoğlunun mutluluğu Ferrari’sini satıp inzivaya çekilmekle, bir araba alabilmek için deli gibi çalışmak arasında gider gelir bu çok “duyarlı” arkadaşların kafalarında. Başka bir tahayyülleri yoktur hayata dair. Dedik a, liberal hümanizmin bir fazlası bile değillerdir aslında.

Fahiş faizli mutluluk kredisi

O kadar çok düşünüyorlar, tartışıyorlar, formül geliştiriyorlar ki birazcık fahiş faizli mutluluk kredisi alabilmek için başlı sonlu bir “olumsuz tahsil” doğuyor.

Yani bu ‘mutluluk, başarı, gelişim, huzur’ sorunsalı üzerine, bir ‘rahle-i tedris’den geçme söz konusu. Bu da zaman içinde âlim cehaletine yol açıyor, aslında basit bir toplama işlemi için bildikleri tüm karmaşık (ve toplama ile alakasız) trigonometri formüllerini gözden geçiriyorlar, basit toplama işlemlerinin varlığını bile unutmuşlar.

İşaretlere inanıyorlar, herkes gibi. Hayatta her şeyin bir sebebi, taşıdığı bir anlam ve getirdiği bir mesaj olduğuna inanıyorlar. Benim gibilerin kökten kaderciliği yanında hafif bile kalan -ve bence de doğru- bir inanç. Ama bu gizli anlamı zaman dışında kimsenin çözemeyeceği gerçeği yani o anlamları görmenin anakronik olmak zorunda olan sabiteleri orta yerde dururken, ya optimist yaklaşımlarla çıkarttıkları anlamlar gerçekleşmeyince hayal kırıklığı ya da pesimist yaklaşımlarla çıkarttıkları anlamlarla (gerçekleşsin ya da gerçekleşmesin) en baştan umutsuzluk ve anı yaşayamama kaçınılmaz oluyor.

Bilgece mottolar, modern insanın bunalımını refere eden yaklaşımlar dolu hayatları. Hayır, hayatları değil, sözleri öyle. Eyvallah. Ancak reel pratik derinleştikçe, doğal olarak yetmez oluyor modernist “kişisel gelişim uzman(!!!)ları”nın bu sözleri, Mevlana giriyor devreye, Buda giriyor. Ama değil bugünkü modern hayatı, o zamanki yaşantıyı bile elinin tersiyle itmiş (ittiği söylenen, itmediyse bile itilmesini salık veren) bu isimlerle buluşma sebepleri ise şu anki hümanite – modernite – postmodernite girdabında çırpınan, kapitalist ahlâk ve yaşam tarzının rezil ettiği hayatlarını dengelemek. Çünkü ne bir Mevlana ya da Mevlevi dervişi olmak mümkün sürdürdükleri hayat içinde, ne bir Buda, ne de bir Budist. Tamam, bu da normal, ama beraberinde ikinci bir olumlama yani üst aşama “uzman”ları da meşrulaştırma talebiyle gelince, iş yine içinden çıkılmaz oluyor.

Çocuğu kreşe bırakırken park yeri bulamayınca sinirlenmeme Yogası

Mevlana’ya gidip bir gün “Ya efendi, duydum ki sen insana başarılı olmanın, dengeli yaşamanın sırlarını veriyormuşsun” dediğini düşünsenize birinin, herhalde değnekle kovalardı. Tek amacı yeniden doğmayacak (reenkarne olamayacak) biçimde ölmek yani “Nirvana” olan Buda’nın yogasından eş yogası, kış yogası, kaş yogası, yüz yogası, hamile yogasına (neredeyse “çocuğunu kreşe bırakırken park yeri bulamayınca sinirlenmeme yogası”na) varan yol böyle taşlarla örüldü yüzyıllar boyunca.

Mevlana “mutsuzluğun resmini” çizmeye uğraştı, bu dünyadaki esaretin ve ondan kurtulmanın feryadını avaz etti (hakikate varmak, o da İslâm Nirvana’sı, ölmeden ölmek işte). Modern dünya Buda’ya yaptığı kötülüğü Mevlana’ya da yaptı, aynı zamanda katı bir şer’î molla olan ve gündelik hayat için tek önerisi bugün birçoğunun dinlemeye bile dayanamayacağı, IŞİD’den daha radikal, daha koyu bir şeriat olan Mevlâna’yı da o rezil liberal hümanizm bataklığında yok ettiler, turistik, sevecen bir figüre çevirdiler. (Sırrı Süreyya diyordu “malı mülkü yok saymış derviş Yunus’u 100 TL’lik banknotun üzerine bastılar. Al bak modernizm adama ne eder, gör” diye.)

SARTRE “bir dine inanacak olsam bu Ali ŞERİATİ’nin dini olurdu” der. Çok şükür ki ellerindeki malzeme iyice eskimedi de Ali ŞERİATİ’nin sanat mevhumunu açıklarken söylediği “bu dünyada tutsaklarız, arada bir (sanat yoluyla) pencereden temiz hava alırız, ölünce de tahliye oluruz” dediğini duyup da “pencereden bakalım ve mutlu olalım” sonucuna varmadılar, ŞERİATİ bakir biçimde duruyor.

Git her şeyi baştan oku

Bir ihtimal daha var: Ben tamamen yanılıyorum. (Rahmetli bir radikal ateist arkadaşım “ulan bunlarla uğraşacaklarına kalkıp iki rekât namaz kılsalar ya” derdi.) Ben anlamıyorum. Avam ve yetersiz kalıyorum bunları anlamakta, kavramakta, yorumlamakta, özümsemekte. Olabilir. “Sizin oralarda martıdır mart eden martı / ben martıyı onbeş yaşında gördüm / sen benden ne bekliyordun ki?” dizelerimle, onların düzeyine çıkamayan algım, cehaletim ve sıradanlığım için özür dileyip çekilebilirim.

Yok eğer bu dediklerimde yanılmıyorsam…

20 yıl önce yazmışım:

git yeni bir hayat doku / git her şeyi baştan oku

Allah aşkına, kendi iyiliğin için….

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.