“Dünyada 200 milyon çocuk sokakta yaşıyor.
Bir tanesi bile Küba’da değil!”
Hemen hemen 33 yıldır Deep Purple’dan Pink Floyd’a, Metallica’dan Guns N’ Roses’a, Manowar’dan (mecbur kalınca) Megadeth’e kadar ‘soft’undan ‘hard’ına rock müzik dinliyorum. Ama bunlar arasında vazgeçilmez grubum (ecnebiler “band” der) hep Alman rock grubu Scorpions oldu.
Bizde Sezen Aksu ne ise rock müzikte de Scorpions odur. Saatlerce sırf Sezen Aksu şarkılarından oluşmuş bir playlist çalan bir ortamda müzik zevki, seçimi, beğenisi her ne olursa olsun hiç kimse “değiştirin şunu, nedir bu ya” demez, “sıkıldım” bile demez. Evet bir yönüyle ‘pop’tur, ‘soft’tur, herkes o ‘sound’u çok da sevmez ama yine de dinler. Bir Sezen Aksu fanı olmak şart değildir, hatta Sezen Aksu’yu sevmiyor bile olabilirsiniz. Ama her biri zamana damgasını mumlu mühür gibi vurmuş (bilhassa “slow”) şarkıları kıymeti inkâr edilemeyecek bir diskografi oluşturur.
Scorpions da böyledir. Hangi türün bağımlısı olursa olsun herkes always somewhere ile başlayan, still loving you ile devam eden, send me an angel, wind of change, white dove, lonely nights, born to touch your feelings, when the smoke is going down, holiday ve daha “piehhhh, hangi birini sayacaksın ki” denecek onlarca şarkısını içeren bir ‘playlist’i saatlerce dinleyebilir.
Solistleri, her dinleyenin sesini ilk duyduğunda yaşadığı “bu ses bir insandan geliyor olamaz” şaşkınlığı zaman içinde hakkında “ses telleri sökülüp yerine metal teller takılmış” efsanesine kadar varan, Klaus Meine’dir.
İstanbul’a daha önce iki kez geldiler, iki konsere de bir sebepten gidemedim, canlı dinleyemedim. Hayatımda bu kadar yer tutan bir grubu (grubun diğer üyelerinin her birinin enstrümanında, vokalinde insanüstü performanslarını da merak etmekle birlikte) bilhassa Klaus’u canlı görememiş, dinleyememiş olmak içimde bir ukde idi.
Bir turneleri daha olacağına dair ümidimi kesmişken 2024’te aniden bir turneye çıktılar ve İstanbul’a da geldiler. Tüm biletlerin satışa çıktıktan sonraki 10 dakika içinde tükeneceğini bildiğim için web sitesini dakikada bir kez kontrol eden ve satış başlamış ise cep telefonuma uyarı gönderen bir kod yazdım. Otomatik satın almayı yapacak kodu yazmaktan ise ilgili sitenin satışa açık biletlerini satan kodlarına baktığımda otomatik alım yapacak script’i yazabilmek için event_id (etkinliğin kodu) denen altı haneli bir rakama ihtiyacım olduğunu, onun da ancak satış başladığı an belli olacağını anlayınca vaz geçmiştim.
Belki şehre Klaus Meine gelir…
Tam satışın başladığı an duruşmada olduğum (ve cep telefonum da uçuş modunda olduğu) için uyarıyı alamadım, çıktığımda ise tahmin ettiğim gibi biletler çoktan tükenmişti. O üzüntüyü yok eden bir mesajı fark ettim az sonra, “biletiniz alınmıştır efendim” diyordu.
Kardeşim de bu arzumu bildiği için takip etmiş ve benim için bir bilet alabilmişti. Bu şekilde üçüncü kez İstanbul’a gelen Scorpions’ı Küçükçiftlik Park’ta canlı dinleme şansını son anda buldum. O gün (bilet bulamayan bir iki can dostumu da sinir etmek için) “Belki şehre Klaus Meine gelir” yazarak konser alanını ve konserden bazı kareleri paylaştım. Tam beş saat sırtımda bir çanta ile ayakta durdum, son bir saat inceden bir yağmur yağdı, konser bittiğinde herhangi bir ulaşım aracı bulmak bir yana bir aracın zaten aralarında hareket edemeyeceği binlerce kişi ile herhangi bir insanın 10 dakikada çıkabileceği Askerocağı yokuşunu bir saatte çıktım, ayaklarımdaki şişler dört gün inmedi ama tüm bu çektiklerime rağmen zerre pişmanlık duymadım. Değmişti.
O gün yaş ortalaması 70 olan dört tane adam İstanbul’u salladılar. Bir tek yanlış nota basılmadı, bir tek yerde senkronize bozulmadı, 74 yaşındaki Klaus Meine iki buçuk saat “bağırdı” ve sahnede toplam dört kilometre kelimenin tam manası ile “koştu”, buna rağmen bir kez bile detone olmadı. Anlı şanlı ‘popstar’larımızın canlı söylerken üçüncü şarkıdan sonra nefes yetmezliği, beşinci şarkıdan sonra ciddi detonasyon sorunu yaşadığını gözlemlemiş biri için çok şaşırtıcıydı.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Kaldırımları yüksek ülkem
Ülkelerin gelişmişlik endeksini ölçen kuruluşların bebek ölümleri, ücretsiz sağlık hizmetine erişim, eğitim seviyesi ve benzeri parametrelerinin yanında ilginç bir parametre daha vardır: Kaldırımların yüksekliği. İlk başta zordur kaldırımların yüksekliği ile bir ülkenin gelişmişliği arasındaki bağı kurmak. Ama sonra anlarız ki kullanılan teknoloji ne kadar gelişmiş olursa olsun, yollar ne kadar geniş alışveriş merkezleri ne kadar ışıltılı olursa olsun, kaldırımların yüksek ise yayaya, yaya ve engelli haklarına saygısı ve hassasiyeti düşük haliyle gelişmemiş bir toplumsundur. Biliyorum, yabancı yatırımcı sayısındaki azalma ve döviz kurundaki yükselmenin ülkedeki demokrasi, insan hakları ve hukuka güven endeksi ile ne alâkası olduğunu anlamayan insanlara anlatması zor bir durum ama, gerçek bu.
Almanya’nın teknolojideki yetkinliği hatta dönem dönem bilim ve teknolojiyi domine etmesi de ilk bakışta “ne alakası var” denecek bir parametre ile yakından ilgilidir. Motamot teknokrat bir bakış açısı ile bir rock müzik grubunun sayısız Nobel ödüllü bilim adamı yetiştirmekle ilgisi tabi ki anlaşılamaz.
BMW ve Beethoven
SONY ilk CD’yi ürettiğinde mühendisler şirket kurucusuna gider ve teknik bir soru sorarlar: Bir CD kaç dakika müzik alsın? “Beethoven’in 9. Senfonisi kaç dakika ise o kadar” der tereddütsüz. CD’ler müzik endüstrisi açısından tarih olsa da hâlâ (mp3 ve benzeri sıkıştırma teknolojileri kullanılmazsa) 74 dakika 44.100 kHz ses kaydedebilirler.
Almanya’nın şu an elinde tuttuğu tüm teknik, teknolojik, bilimsel avantajların temeli (hiç anlamadığım nedenlerden tartışmalı bir kavram olduğu hâlâ söylenegelen) Alman Rönesansı’dır, Alman Rönesansı’nın temeli de müziktir.
Demem o ki, eğer kaldırımlarınız yüksekse gelişmiş bir ülke değilsinizdir.
Eğer dünya çapında bir “band”ınız, Scorpions’ınız yoksa, BMW’niz de olmaz, SIEMENS’iniz de.
Gizli gizli Ahmet Kaya dinlemek
Tüm bunları Klaus Meine üzerinden bir başka noktaya vurgu yapmak için anlattım.
Bir dönem ülkücülerin gizli gizli Ahmet Kaya dinlemeleri gibi sosyalist ve komünistlerden rock müziğe kıyısından köşesinden bulaşmış olanları da gizli gizli Scorpions dinlerdi. Bir yerlerde o mucizevi sesin ve o harika “ballad”ların var olduğunu bilip de dinlemeden durmak (aynen Ahmet Kaya dinlemeden duramamak gibi) mümkün değildi çünkü.
Gizli gizli dinlemelerinin nedeni ise Scorpions’ın (bilhassa Klaus Meine’nin) açıkça dışa vurduğu anti-komünist fikriyatıydı. “Bu klasik bir Avrupa demokratının, soğuk savaş etkisinde hem de Berlin Duvarı’nın yanıbaşında yaşamış bir insanın, sırf bu nedenlerle gösterdiği derinliksiz bir tepki miydi” sorusunun cevabı ise ne yazık ki üzücü derecede basittir: Evet.
Wind of Change (değişim rüzgârı)
Tam da Sovyetler Birliği’nin Glasnost ve Perestroyka ile Gorbaçov zamanı yıkılması sırasında “Wind of Change” (değişim-in- rüzgâr-lar-ı) isimli o harika şarkıyı çıkarttılar. Tüm rock balat tarihinde kulaklarda bu kadar yer etmiş, introsu ile bu kadar çarpıp dikkat çeken, yer yer insanın kanını donduran bir şarkı daha bulmak zordur.
Klaus neredeyse kutsayarak bu “yıkılma”yı o kadar hevesle karşıladı ki, tüm dünyadaki sosyalistlerin büyük çoğunluğunun zaten “sosyalizm ile alâkası kalmamıştır” dediği, büyük kısmının Stalin’in iktidara geçmesi ile sosyalizmden kopup bir parti diktatörlüğüne dönüştüğünü açık açık ifade ettiği (hatta bu nedenle öldürüldüğü) gerçeği bir yanda dururken, kahvehane muhabbetlerinde söylenen “eee, n’aaaber, ne oldu, hani sosyalizm, hehehehe” düzeysizliğine inen bir eleştiri ile bu festivalin baş palyaçosu oldu.
Şarkı “I follow the Moscow – down to Gorky Park – listening to the wind of change (Moskova’da yürüyorum, Gorky Park’a doğru, değişim(in) rüzgâr(lar)ını dinleyerek)” sözleri ile başlar. Sonrasında o liberal hümanizmin bomboş, sanki insanlar istese hayvanların rejimi Kapitalizm’de de barış ve huzur içinde yaşanabilirmiş ön kabulüyle, bir ‘sevgi pıtırcığı’na dönüşerek “did you ever think that we could be so close like brothers? (hiç -bir kere bile- düşündünüz mü, kardeş gibi yakın olabiliriz)” der, sanki Sovyetler Birliği’nin kuruluş ve varlık amacı ve sloganları bunlar değilmiş gibi.
Düşündüler Klaus, sen sanki bir şey keşfetmiş gibi “ever (hiç, bir kez olsun)” ile sorsan da zaten bu kavganın başlangıcı oydu, “başka bir dünya mümkün mü, aslında kardeşçe, zenginsiz fakirsiz açsız toksuz, bu kavramların dahi olmadığı bir hayat yaşanabilir mi” diye çıkıldı o yollara, milyonlarca sayfa külliyat bu soru etrafında üretildi, milyonlarca insan (senin ülkenin aydınlık yüzü Rosa Luxemburg da dahil) bunun için katledildi. Toplama kamplarında ölen Alman bilim adamı ve aydınlarının tamamı zaten Nazilere bunu söyledikleri için “durun, kardeş olabiliriz” dedikleri için öldüler.
Liberal hümanizmin o korkak, çirkin ama fırsatını bulunca da kendisini özgürlük ve barış havarisi olarak ortaya atan ikiyüzlülüğü işte, bir fazlası değil.
Ama şarkı gerçekten etkileyicidir, o kadar ki (Klaus’un ses tellerinin metalden olduğu efsanesi gibi) şarkının CIA tarafından üretildiği ve Scorpions’a verildiği efsanesine kadar varır komplo teorileri (Komik olsa da zamanın ruhuna uygundur bu iddia aslında, Michael Jackson gibi bir isim işini gücünü bırakır, “Gorky Park” isimli bir gruba prodüktör olur, “This is my generation (bu benim jenerasyonum, benim kuşağım)” şarkısı ile bayağı ses getirir.)
Ama burada kalmaz, sözler daha da radikalleşerek ve kutsamanın dozunu arttırarak “The wind of change blows straight to the face of time, like a storm wind that will ring the freedom bell for peace (Değişim rüzgârları zamanın yüzüne çarpıyor, adeta barış için özgürlük çanını çalacak bir fırtına gibi)” der ve ekler “The future’s in the air, I can feel it everywhere (Havada gelecek -kokusu, hissiyatı- var, her yerde hissediyorum)”.
Evet ya Klaus, gördük bu dediklerini. Köprülerin altından çok sular aktı. Rusya mafyanın cirit attığı, sağlık güvencesinin olmadığı, artık kapılara her sabah çocuk sayısı kadar süt bırakılmayan, sokaklarda yatan insan sayısının geometrik arttığı, fuhuşun ve her türlü insan onuruna düşman gayrimeşru kazanç alanlarının tüm haritayı kapladığı bir ülkeye dönüştü. Ne kadar da güzel ön görmüşsün.
Change of wind (rüzgârın değişimi)
Bir gün Klaus fikrini değiştirdi.
Rusya Ukrayna’yı (onun deyişiyle) işgal etti (kim haklı kim haksız tartışmalarına girmeyeceğim. Klaus’u haklı sayalım) ve dünya müzik tarihinde (Türk düğünlerindeki “Antep’in hamamları” lafının düğün Afyon’da ise “Afyon’un hamamları” olarak söylenmesini saymazsak) zor rastlanır bir şey yaşandı, şarkının sözleri değişti.
Artık yeni konserlerinde (İstanbul konseri de dahil) şarkı başladığında eski sözleri ezbere bilen onbinler şarkıya eşlik edemiyor diye sözlerin değişen kısmını ekrana yansıtıyorlar, karaoke görevi görüyor. “Now I listen to my heart. It says Ukrain. Waiting for the wind to change (Şimdi kalbimi dinliyorum, Ukrayna diyor, rüzgârın değişmesini bekleyerek)”.
Yaaa, işte zaman tüm taşları böyle yerlerinden oynatır, sonra yine tüm taşları yerli yerine oturtur, adama şarkısının sözlerini bile değiştirtir.
Ya ne zannetmiştin canım Klaus? Yeltsin’den Putin’e Sovyetler Birliği yıkılınca ortalığa fırlayan ve köşeleri kapan adamların özgürlük aşığı devrimciler olduğunu mu?
Nazım Hikmet’in en güzellerinden biri değilse de en önemli şiirlerinden biri “Akrep gibisin kardeşim” şiiridir. Kendi derdi ile başkaları dertlenirken hiç umurunda olmayan, aslında hiç bulaşmasalar rahat hayatlarını sürecek iken ezilenler için ses yükseltip hayatı zehir olanlar varken, asıl o ezilenlerin hiç sesinin çıkmamasını anlatır:
“akrep gibisin kardeşim, korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
serçe gibisin kardeşim, serçenin telaşı içindesin.
midye gibisin kardeşim, midye gibi kapalı, rahat.
ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
bir değil, beş değil, yüz milyonlarlasın maalesef.
dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
ve bu dünyada, bu zulüm senin sayende.
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!”
derken seslendiği tabi ki Klaus gibi özel jeti olan ‘rock star’lar değildir, ezilenlerin bizzat kendisidir.
Ama hani denk de gelmişken, yazının konusu Scorpions (akrepler) grubundan bir ‘akrep’tir madem, aslında ona da tam uymaktadır. Nazım sorumluluğu sadece ezilen ama susanlarla sınırlamakta o kadar da haklı değildir zaten. Amenna, kabahatin, şu içinde yaşadığımız hayvanların rejimi Kapitalizm’in, şu ızdırabına katlandığımız “medeniyet”in büyük sorumlusu ezilenlerin ta kendisidir ama Klaus gibi “aydın”ların da buna katkısı az değildir.
Hasılıkelâm:
Akrep gibisin be kardeşim!