Bir derviş, yüzlerce yıllık maziden tevarüs edilmiş bir edebden süzülen olanca nezaketiyle bana bir şeyler söylemeye çalışıyordu.
Beni rahatsız etmekten çekindiği belliydi.
Zorlanıyordu.
Yardımına gelen başka bir derviş, arkadaşına mahcubiyetini hissettirmeden doğrudan bana hitap ederek, “İstirham etsem,” dedi, “Sizi yan koltuğa…”
İnsanı sarıp sarmalayan rikkat ve merhamet dolu sesi, yüzünün genç ifadesiyle örtüşmüyordu.
Başındaki beyaz takkesi ve sırtında siyah yeleği ile bana geçmişi geleceğe taşımaya gönül vermiş bir kültür elçisi gibi göründü.
Karagümrük’te, Canfeda Hatun Camii’nin arkasındaki Cerrahi tekkesine ilk gelişimdi.
Haziredeki sandukaların yanından geçip avluya girdiğimde adeta zaman değişmişti.
Hem buradaydım hem değildim, hem zaman bu zamandı hem değildi.
Takkeli dervişler birarada yemeklerini yerken girdim içeri.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Beni bir koltuğa buyur eden derviş, aç olup olmadığımı sordu, aç değilim, dedim; işte tam o anda ilk büyük kabahati işlediğimi idrak ettim.
Aslında ben gelmeden tekkenin yemeklerinin çok lezzetli olduğunu öğrenmiştim ama gene de, nedendir bilmem, aç gitmenin doğru olmayacağını düşündüm.
Ciğer ve bulgur ikram etmek isteyen derviş, benim gerçekten tok olduğuma kanaat getirince çayla yetindi.
Ahmet Özhan, yanındaki hocalarla birlikte bir sininin çevresinde yemek yiyordu.
Biraz sonra olacaklardan habersizce duvarlardaki hatları, fotoğrafları, uzak köşedeki çiniyi inceliyordum.
Yemeğin bittiğini bildiren duanın okunmasıyla birlikte tekkede bir arı kovanını andıran hummalı bir faaliyet başladı.
Tabaklar kaldırıldı, sofralar toplandı, çay servisi başladı; salon, Ahmet Özhan’ın konuşmasına hazırlanırken dervişler de birer-ikişer doluşmaya başladı.
Ahmet Özhan’ı tekkede dervişlere hitap ederken ilk kez görüyordum.
Üstelik ben de o dervişlerin arasındaydım.
Özhan’ın konuşması, artık neredeyse unutulan “kent dindarlığının” bir savunusuydu.
Tasavvufun İslam’dan ayrı bir şey olmadığını, bilakis dinin özü olduğunu söylerken dervişlerine benim daha önce düşünmediğim bir şeyi hatırlattı.
“Mürit kime denir? İrade sahibine. İradesine malik olacak ki mürit olsun. Müritlik bizde anlaşıldığı gibi değildir. Tam aksine, mürit, bu yola iradesiyle girene denir.”
Gelmeden önce Ahmet Özhan’ın Ayrılık Yaman Kelime adlı nehir söyleşisini okumuştum.
Orada da bu kez “biat” kavramının ne kadar yanlış anlaşıldığını mükemmelen anlatıyordu.
“Biat, edenden çok edilene sorumluluk yükleyen bir kavramdır. Biat eden, biat edilenin yaptıklarına karşı çıkabilir, itiraz edebilir. Körü körüne bir bağlılık söz konusu değildir.”
Konuşmasını, müritlik ve biat kavramlarında vurguladığı gibi “aklın” önemine ayırmış.
Kuran’da sıklıkla geçen “Akletmez misiniz?”, “Hiç düşünmez misiniz?” benzeri sözlerin bırakın tesadüfen kullanılmış olmasını bilakis dinin gereği olduğunu söyledi.
Beni esas etkileyense, konuşmasında, bir insanın bir başkasına dair kötü bir yargıda bulunmasının ne kadar sakıncalı olduğunu hatırlatırken kullandığı “fedai kul” tabiriydi.
Misal, kötü bilinen bir kadının aslında kötü sayılmayabileceğini, zira onun “fedai kulluk” ile görevlendiriliş olabileceğini söylerken insanlığa her ne olursa olsun şefkatle bakılmasını şart koşan bir kapıyı aralıyordu.
Derken, konuyu “kafirliğe” getirdi ve orada seslenilenin “içimizdeki kafirden” başkası olmadığını anlattı.
Kafir yabancı değildi, uzakta hiç değildi.
Mücadele edilecek olan düşmanı başka yerde aramaya lüzum yoktu çünkü o düşman bizzat nefs olarak içimizdeydi.
Özhan, bir yarımızın Müslüman, diğer yarımızın kafir olduğunu söylerken dinin uzun zamandır görmediğim merhametli elini insanlığın tamamına uzatıyordu.
Konuşmanın ardından dervişlerin hep bir ağızdan çektiği “Huu!” ile odasına giderken, bense tüylerim diken diken, bir ahenkle yankılanan insan sesinin ne kadar etkileyici olduğunu düşünüyordum.
Bir süre sonra, emareler belirdi, sıra müziğe gelmişti.
Geleneksel enstrümanların arasında bir de viyolonsel vardı.
Doğu’yu Batı’yla, dini de kent kültürüyle birleştiren ve dinleyenin üstüne huzur denizinden bir kaşık su çarpan coşkulu, vecde getiren bir müzik başladı.
Başları takkeli dervişler bağdaş kurup hep bir ağızdan ilahiler okuyordu.
Ahmet Özhan’la odasında başbaşa görüşmenin en kötü yanı müzikten mahrum kalmaktı.
Özhan, moderniteyi yadsıyan bir anlayışın karşısında olduğunu söylemekten çekinmiyor, kentli bir dindarlığın önemini, huzurun ve sorunların sulh içinde çözümünün yegâne yolunun buradan geçtiğini vurguluyordu.
Ne yalan söyleyeyim, tekkeden, aç gelmediğim ve teskin ederken cömertçe huzur veren o müziği saatlerce dinleyemediğim için biraz üzgün ayrıldım.
Cerrahilerin arasında bir akşamdı.
Hem buradaydım hem değildim, hem zaman bu zamandı hem değildi.