Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”ta karşınızdayız. Kemal Can’la birlikte, yine haftanın öne çıkan siyasî olaylarını değerlendirip, önümüzdeki günlerde neler olabileceğini konuşacağız. Kemal, merhaba. Artık rüzgârsız bir yerdesin değil mi?
Kemal Can: Evet. Pazartesi günü 5 Soru, 10 Cevap yayınındaki kâbustan sonra,şu anda arkada bir görüntü yok, ama hiç olmazsa ses düzgün olsun diye içeriden konuşuyorum.
Çakır: Kemal, konuşacak birbirinden ilginç konular var; ama bunların çoğu spekülatif. Mesela erken seçim. Bu konu nereden çıktı? Kemal Kılıçdaroğlu daha önce, “Erken seçimin kararını Erdoğan verir” diyordu. Ama bir televizyon yayınında Devlet Bahçeli’ye hitaben, “Ülkeyi çok seviyorsanız, Türkiye’yi erken seçime götürün” meâlinde bir açıklama yaptı. Bunun üzerine Bahçeli de grup toplantısında çok sert cevaplar verdi. Bahçeli’nin Kılıçdaroğlu’na verdiği cevaplar, aslında bir anlamda Erdoğan’la tartışmanın devamı gibi geldi bana. Cumhur İttifakı’nda birçok konuda farklılıklar, çatlaklar oluşuyor gibi. Bunu daha önce de gördük. Özellikle Bahçeli, medya üzerinden birtakım mesajlar veriyor. Mesela İstanbul Sözleşmesi konusunda böyle oldu. Ya da Devlet Bahçeli, Erdoğan’ın başka arayışlara girdiğini hissettiği zaman, Cumhur İttifakı’nın ne kadar önemli olduğunu söylüyor. Bu erken seçim meselesinde de, Erdoğan’ın erken seçim isteyebileceği düşüncesiyle Bahçeli’nin bu kadar sert çıktığı kanısındayım. Nitekim ertesi gün Erdoğan, “Bu iş ancak kabile devletlerinde olur. Seçim Haziran 2023’te olacak” dedi. Sen ne düşündün? Erdoğan’ın bu sözlerinin ardından “Tamam. Cumhurbaşkanı, ‘Seçim 2023’te olacak’ dedi. Haziran 2023’ten önce kesinlikle seçim olmaz” diye düşündün mü?
Can: Zaten Erdoğan’ın bu lâflarından sonra, daha önceki erken seçim kararlarıyla ilgili haberler, yorumlar sosyal medyada dolaştı. Çünkü AKP döneminde 3 tane seçim erken yapıldı zaten. Hatta bunu daha da geriye götürelim: Bahçeli’nin neden olduğu ya da açıkladığı erken seçimlerin hepsinin öncesinde de “Erken seçim yok” denmişti. Bunu diyenler erken seçim kararlarını verdiler. Daha önce Erdoğan da, Bahçeli de erken seçim olmayacağını, seçimin zamanında olacağını söyleyerek, sonrasında erken seçim kararı aldılar. Dolayısıyla, sadece bu nedenle bile, daha önceki örneklere bakarak, erken seçim olmayacağını söyleyen iktidar mensuplarının bir inandırıcılığı yok. Ama rasyonel sebeplere bakıldığında, erken seçimi bir tür zorunluluk olarak gösteren ya da kaçınılamayacak bir mesele olarak ortaya koyan birtakım veriler olmakla birlikte, eğer kararı iktidar verecekse –ki her hal ve şart altında öyle olmak zorunda– iktidarın şu anda bu konuda, hem çeşitli kanatlarının öngörüleri farklı olduğu için, hem de birçok açıdan emin olamadıkları için, bu kararı veremediklerini düşünüyorum. Senin söylediğin gibi, iktidar bloku arasında epeyce uzun bir süredir –iktidar blokunun sadece AKP ve MHP’den ibaret olmadığını biliyoruz, başka bileşenleri de var– bayağı yüksek gerilimler, sorunlar olduğu çok açık. Ama bu kararsız denge hâli, bir ayrışmayı, bir kopmayı değil, daha güçlü bir yapışmayı da yaratıyor bir yandan. Aslında çok uyumlu olmadıkları için, birbirlerine mecbur olduklarını daha fazla hissettiren adımlar atıyorlar. İktidarın birbirini destekler açıklamalar yapması, biraz önce örneklerini verdiğin gibi, Bahçeli’nin çıkışından sonra Erdoğan’ın onu destekliyor gibi olması ya da Erdoğan’ın bir çıkışına Bahçeli’nin destek vermesi ya da Bahçeli’nin neredeyse 2-3 sene önceden kendi partisinin adayı olarak Erdoğan’ı işaret etmesi gibi konular aslında yüksek bir uyumun değil, sorunlu bir ilişkinin işareti. Ama bu sorun başlıkları, birbirlerini iten değil, birbirlerini daha da kenetleyen ve birbirlerinin dediklerini gözeterek hareket etmeyi zorlayan bir zemin yaratıyor.
Çakır: Bu, bağımlılık ilişkisi. Burada şöyle önemli bir değişken var diye düşünüyorum: Sen daha fazla takip ediyorsun bu konuları. En son yaptığın o “rüzgârlı” 5 Soru, 10 Cevap yayınında da bu konuyu, yani anket mevzularını ele aldın. Daha önceki dönemde, en son seçimde, MHP’den İYİ Parti’ye bir oy kayması var. Ama MHP iyi bir oy almıştı ve bunun da, özellikle AKP’den MHP’ye bir kayma nedeniyle olduğu söylenmişti. Yani AKP’den MHP’ye, MHP’den İYİ Parti’ye doğru bir oy akışı vardı. Sonuçta MHP çok daha güçlüydü. En azından oyunu koruyan ya da iki ortaktan birisinden diğerine gelinen bir câzibe merkezi. Ama şimdi son araştırmalara bakıyorum, sen de görüyorsundur, MHP’de zayıflama emâreleri var.
Can: Evet.
Çakır: Bunu şöyle yorumluyorum: MHP, özellikle ekonomide, şu âna kadarki iktidarın faturalarını ödeyen taraf değildi. Ama bu çok yan yana, hatta Erdoğan’dan çok Erdoğancı çıkışlarının artık faturası gelmeye başladı sanki. Dolayısıyla bence, Erdoğan, şu ya da bu sebeple bir erken seçim kararı alabilir. Ama MHP’nin şu anda bir erken seçim istemesinin hiçbir mantıklı nedeni yok. Çünkü Başkanlık Sistemi içerisinde bir başkan var. O başkan, ideolojisini büyük ölçüde MHP’den devralmış. Hatta kadrolarının önemli bir kısmını ülkücülere tahsis etmiş. Yani her anlamıyla iktidarın gerçek sahibi gibi görünen bir MHP var. Bu durumda, MHP’nin Meclis’teki sandalyesini 10, 20, 30 artırmasının getireceği hiçbir şey yok. Kendi adayını cumhurbaşkanı seçtirme ihtimali de yok. Dolayısıyla şu anki statüko, MHP’ye göre çok ehven bir statüko. 2023 Haziran’a kadar Erdoğan başta kalsın ve MHP de iktidardan olabildiğince yararlansın. Ama yarın bir seçime gidildiğinde, Erdoğan’ın kaybetmesi durumunda MHP, Meclis’te küçük bir grubu olan bir parti olarak kalıp hiçbir etkisi olmayacak. “Hiçbir” derken, Meclis’in hiçbir etkisi olmadığı için demek istiyorum. Eski sistemde olsa, yine grubu olan bir parti olarak bir şeyler yapabilirdi. Ama böyle bir durumda pek bir şey yapamayacak. Dolayısıyla böyle bir ikilem olduğunu da düşünüyorum. Erdoğan şunu düşünebilir: Her halükârda Erdoğan, partisinden daha fazla oy alan bir siyasetçi ve cumhurbaşkanlığı seçiminde, muhtemelen Cumhur İttifakı’nın alacağı oydan daha fazla oy alabilir, çünkü bir ağırlığı var. Bir de muhalefetin nasıl bir aday çıkaracağına da bağlı. Dolayısıyla, Erdoğan işler daha da kötüleşmeden kendini yeniden seçtirmek, bu konuda geç kalmamak isteyebilir. Çünkü ekonomideki bu gidişle, bir iki yıl sonra yapılacak seçimde hiçbir şansı kalmayacak bence. MHP, Erdoğan’ın kendini öne çıkartarak bir seçimi dayatmak isteyebileceğinden işkilleniyor diye düşünüyorum.
Can: Mümkün. Zaten Devlet Bahçeli’nin pek çok çıkışının, pek çok hamlesinin, muhalefet aktörlerine değil, kendi ortağına dönük olduğunu geçmişte gördük. Beka davası meselesinde, Cumhur İttifakı’nın oluşturulması meselesinde, hatta hatırlarsan, 2018 seçimine aslında ittifakla girilmeyecekti, Erdoğan bunun zeminini yokladı. Hatta siyasî olarak bunun böyle olması gerektiğini söylediği konuşmalar yaptı. Ama Bahçeli’nin burada çok net bir hamle yaparak Erdoğan’a kendi mecburiyetlerini hatırlattığını biliyoruz. Şimdi de, dediğin türden arayışların önünü kesmek için… Çünkü Bahçeli’nin dediği gibi, hakikaten seçim 2023’te olacak ise, yani daha 3 yıl varsa, MHP neden şimdiden kendi adayını açıklamaktadır? Hükümet ortağı ise, bu anlamda bir ortaklık tesis ediyorsa, bunun anlamı başka. Eğer ittifak sadece 2018’le geçerli, o seçime ilişkinse, başka bir anlamı var. Dolayısıyla, şimdiden Erdoğan’ı adayı olarak açıklayıp, aynı koşullarla devama, kendisiyle birlikte onu da mecbur etme hamlesi yapıyor.
Geçtiğimiz 18 yıla bakarsak, yani AKP iktidarının tamamının tek resim olarak görüldüğü bir biçimde düşünürsek, o tabloyu daha bütüncül bir blok olarak değerlendirirsek, aslında MHP’nin yaşadığı şeyin adı şu: MHP, seçim kazanmadan iktidar olan bir parti. Bu 20 yılın özeti bu. 2002’de büyük bir seçim yenilgisi alıp Parlamento dışında kalan, evet, oyunu toparlamış olabilir ama daha sonra kendisini iktidara taşıyacak, oy kazandığı için değil, seçim kazanmadan iktidara ortak olmayı becermiş bir strateji yürütmüş, üstelik bu iktidar olmanın bütün temel tezlerini kabul ettirerek iktidar olmuştur. Yani hep iddia edildiği gibi “koltuk değneği”, “yedek bir güç” filan değil, başta dış politika olmak üzere bütün temel tezlerini iktidarın ana rotası haline getirerek iktidar olmuştur. Ama senin söylediğin gibi bunu da “başkasının boynundaki davulu çalarak” yapma şansını sahipleniyordu. Üstelik özellikle ekonomide biraz mesafeli durmayı tercih ediyor, hatta bazı noktalarda eleştirel tutumlar aldığı da oluyordu.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ama son birkaç yıldır, özellikle 2018 seçiminden sonra, bu konuda Erdoğan’ı bile aşan, iktidar sözcülerini aşan, doğrudan iktidar adına konuşan… Daha önce ekonomiyle ilgili sorunların tartışıldığı dönemde de “Bunlar geçicidir, çok önemli değil. Ekmeği nasıl olsa buluruz. Ama aslolan ‘beka davası’ ” diyerek, krizi, ekonomik sorunları yok sayma stratejisini de zorlayan yine Bahçeli oldu. Ama bu özdeşleşme ve bu konularda da neredeyse iktidar adına konuşmaya başlaması… Hatta Berat Albayrak AKP içerisinde eleştirilirken, Bahçeli Berat Albayrak’a arka çıktı. Bütün bunların MHP tabanında da bir sıkıntı yarattığını, senin de söylediğin gibi, şimdiye kadar blok içinde, AKP’den seken ya da ondan eriyen oyun MHP tarafından tutulması denklemini de bozdu. Hatta son araştırmalar, iktidar blokundaki yavaş erimede, MHP tabanının daha hızlı oy kaybettiğini gösteriyor. Bazı araştırmalar, MHP’nin tekrar 2002 oylarına doğru büzüldüğünü gösteriyor. Burada, o hep tartışılan “İYİ Parti’yi durduran merkez atağı yapacak mı?” tartışmaları ya da kendi içindeki tartışmaları da canlandıran bu süreç, muhalefet cephesini ve özellikle İYİ Parti’yi de etkiliyor aslında. Çünkü bu ölçümleri gördükleri için, bu tür bir nemalanmanın fırsatlarını kaçırmak istemiyorlar. Ama MHP’nin bu konudaki sıkıntısı, dediğim gibi, seçim kazanmadan iktidar olmayı becerdi, ama iktidarda kalmayı ya da iktidarın kendisine mecburiyetini devam ettirmeyi, ciddi bir oy kaybı bedeli ödeyerek sağlıyor.
Çakır: Konuyu şöyle toparlayalım o zaman: MHP, seçim kazanmadan kazandığı iktidarı, seçimle kaybetmek istemiyor. Dolayısıyla acelesi yok.
Seçim tartışmalarıyla ilişkili olan bir başka mesele var: Doğu Perinçek’in, bir televizyon yayınında ortaya attığı “Devlet, Öcalan’ı televizyona çıkarttıracak ve iktidar lehine konuşturacak” iddiasıyla, biraz da yukarıdan bakan bir çıkışı oldu. Şu âna kadar kimse, “Böyle bir şey olmaz, olamaz. Doğu Perinçek uyduruyor” demedi. Bugüne kadar takip ettiğimiz süreçlerden, Öcalan’ın, yakalandıktan sonraki aşamaları, özellikle çözüm süreci boyunca milletvekilleri üzerinden Nevruz kutlamaları ile ilgili açıklamaları vs. gibi, verdiği direkt mesajlardan çıkardığım izlenimim şöyle: Öcalan’ın, şu anda HDP yönetiminde hâkim olan “muhalefetle birlikte hareket etme, Erdoğan karşıtı” çizgisine birebir uymama ihtimali kuvvetle muhtemel. Ben öyle düşünüyorum. Ama onun, devletin istediği şekilde bir dil ve üslûpla HDP’yi muhalefetten koparacağına, böyle bir çağrı yapacağına çok emin değilim. Öcalan, HDP’nin muhalefet blokunda kalıp, orada Erdoğan’ın iktidarı kaybetmesinin önemli bir aktörü olmasını çok fazla önemsemiyor bana göre. Öcalan’ın, bugün HDP tabanında, muhalefette çok güçlü olan “Erdoğan bir an önce iktidarı kaybetsin” gibi bir beklentisi olduğunu sanmıyorum. Hatta tam tersine, belki yapacağı bir mutabakatı Erdoğan’la yapmayı bile tercih ediyor olabilir. Ama mesela, iktidar koalisyonu HDP’yi Cumhur İttifakı’na almayı istemiyor. Böyle bir şey mümkün değil. MHP+AKP+BBP+HDP gibi bir şey olmaz. Onların yapmak istediği, HDP’yi oradan koparmak. Daha önce İYİ Parti’yi koparmak istediler, biliyoruz: Önce Bahçeli, ardından Erdoğan, doğrudan Meral Akşener’e davetiye çıkardı. İYİ Parti’yi Cumhur İttifakı’na alabilirler, tabii eğer isterse. Ama yapılan şey, HDP’nin bağımsız bir şekilde seçimlere girmesi. Gerekirse barajı da düşürerek –ki HDP’nin baraj sorunu olduğunu sanmıyorum, ama yine de baraj düşürülürse daha garanti olacak– HDP’yi, “Sen kendi adaylarını çıkar” çizgisine çekmek istiyorlar. Muhtemel bir erken seçimde HDP’nin kendi adaylarıyla çıktığını düşünsene. Bu, seçimin dengesini ciddi bir şekilde değiştirir. Büyük bir ihtimalle de iktidar koalisyonu lehine değiştirir. Böyle bir operasyonun içerisine Öcalan’ı bir şekilde monte etme gibi bir çaba var. Öcalan’ın televizyona çıkartılacağı daha önce de, çözüm süreci sırasında dile getirilmişti. Orada da temel argüman: “Kandil biraz farklı davranıyor, Öcalan’ın her dediğini yapmıyor. Öcalan doğrudan çıkıp konuşursa, devlet, Kandil’in elinden bunu almış olacak”. Çünkü Kandil, Öcalan’ın açıklamalarını yorumluyordu. Devletin hep böyle bir senaryosu vardı, ama cesaret edemediler; çok büyük bir kırılma yaratırdı. Şöyle düşün: Çözüm sürecinde, Öcalan’ı, diyelim ki TRT’ye çıkartmışsın. Ama sonra çözüm süreci yatmış. Öcalan tekrar izole edilmiş. Ve sen “beka” söylemi üzerinden HDP’ye yönelik, “Selahattin Demirtaş Öcalan’ın heykelini dikecekti” diyorsun. En son, Osman Öcalan’ı çıkartmış olmaları bile ciddi bir yara getirdi. Şimdi bunu yapabilirler mi? Benim konuştuğum, konuya hâkim olduğunu düşündüğüm insanların büyük bir kısmı, Öcalan nedeniyle de, ama esas olarak iktidar nedeniyle bunun olabileceğini düşünüyorlar. Tabii ki Perinçek’in söylediği gibi değil. 23 Haziran öncesi yaptıkları, bir akademisyeni Öcalan’a yollamak, Osman Öcalan’la TRT’de röportaj yapmak, aslında bir çaresizliğin göstergesiydi. O zamandan bu zamana, bu çaresizlik daha da derinleşti.
Ama burada da şöyle bir sorun var: Diyelim ki Öcalan, devletin, iktidarın istediği şekilde birtakım çıkışlar yaptı. Bu, tabanda karşılık bulacak mı? Bu da çok ciddi bir sorun bence. Orada da, Öcalan-Demirtaş kıyaslaması çıkıyor. Benim bu konuda yaptığım yayınlara gelen yorumlarda, özellikle HDP seçmeninin yorumlarında gördüğüm yaklaşım, Selahattin Demirtaş çizgisinin daha fazla ilgi göreceği yolunda. Demirtaş’ın çizgisi, güçlendirilmiş parlamenter sistem için yeni bir ittifak; bunları yazdı ve söyledi. Böyle ilginç bir dönemden geçiyoruz. Sanki her an her şey olabilirmiş gibi. Doğu Perinçek, Türkiye siyasî hayatının sözüne en güvenilir profillerinden birisi değil. Ama yine de “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” gibi bir hal var sanki.
Can: Senin söylediklerin üzerinden birkaç şey söyleyeyim. Daha önce de oldu bu tür şeyler. Mektup hâdisesi oldu mesela. Ya da kayyum meselelerinde de tartışıldı. HDP seçmenini daha milliyetçi bir yere itmek istiyor. “Türkiyelileşme” siyasetinin zorlaşmasını istiyor. Muhalefetin çatlatılmasının temel dinamiğini HDP üzerinden kuruyor, filan. İktidarın, HDP seçmeninin davranışını belirlemeye dönük hamleler yaptığı konusunda çok örnek ortaya atıldı; çoğu meselede de gündeme geldi bu. Ama burada tuhaf bir şekilde hem Öcalan’ın şahsında hem de “HDP seçmeni” diye tarif edilen alanda, ilginç biçimde, sanki iradesiz özneler var. “Öyle yapılırsa, böyle yaparlar. Şöyle yapılırsa, öyle olur. Onu öyle kullanabilirler, bunu buraya itebilirler” gibi, sanki matematiksel çalışan denklem varmış gibi davranılıyor. Ama hayatın gerçeği ve şimdiye kadar yaşananların hiçbiri de bunu doğrulamıyor. Çünkü senin söylediğin gibi, Öcalan’ın bazı açıklamalarının, farklı çevreler tarafından, farklı tefsir edilerek, farklı anlamlarda yorumlanıyor olması, onun hedefe dönük bir şey söylediği, sadece onun değiştirilmesi anlamına gelmiyor. Tam tersine, Öcalan’ın kendisi de bunun gayet farkında olarak konuşuyor zaten. “Öcalan’ı böyle kullanmak istiyorlar” dediğimizde, Öcalan hiçbir zaman onu öyle yapmıyor. O da, kendi söylediklerine nasıl karşılık verilebileceği konusunda hem sezgi hem tecrübe sahibi olduğu için, o çerçeveye göre vaziyet alıyor ve sözler söylüyor. Ayrıca, hem yapılan araştırmalar hem gerçekleşmiş sonuçlar, hem de şimdiye kadar denenmiş pek çok şeye baktığımızda, “HDP seçmeni” dediğimiz, politik refleksleri son derece gelişkin ve aynı zamanda da, belki pek çok siyasî parti içerisinde en stabil, en kararlı, “ne yaptığını en iyi bilen” seçmen grubundan bahsediyoruz. Bu kayyum meselesi gündeme ilk geldiğinde, HDP’nin, hatta bu konuda diğer muhalefet partileri ve CHP’nin çok da güçlü destek vermemesi karşısında, HDP seçmeninin küseceği, çok marjinal alanlara, daha radikal bir yöne savrulacağı, Türkiyelileşme siyasetinin ciddi hasar göreceği, daha milliyetçi bir çizginin öne çıkacağı da konuşuldu. Ama hem HDP’nin kendi iç tartışmalarında hem taban reflekslerinde hem de son yapılan araştırmalarda, bunun böyle olmadığı, böyle bir netice vermediğini, HDP seçmeninin hiç de böyle bakmadığını, bunun sadece 2019 seçimlerindeki mesele açısından değil, daha sonrasında da devam ettiğini gördük. Burada, HDP üzerinden yürütülen siyasî mühendislik faaliyetlerinde, HDP seçmenini, iradesiz, düğmesine basılınca şöyle ya da böyle davranması için yönlendirmeye müsait bir kitle olarak görmenin pek isabetli olmadığını düşünüyorum. HDP’nin birtakım sıkıntıları elbette var. Ayhan Bilgen ve bazı yöneticilerin de dile getirdiği gibi, HDP bunu kendi içinde sürekli tartışıyor.
Çakır: Ayhan Bilgen’in cezaevinden yolladığı ve sosyal medyada çıkan açıklamalar, bayağı ciddi bir tartışmayı gösteriyor. Aslında Ahmet Şık’ın ayrılmasında da bir şeyler vardı; ama iki taraf da bu konuyu kamuoyu önünde pek deşmediler. İçeride, dönüp dolaşıp “Türkiyelileşme” üzerine giden bir tartışma var. Ayhan Bilgen’in çıkışları partinin içerisinde bir şeyler olduğunu gösteriyor. Keşke onları dışarıdayken yapabilseydi. Partinin bir hantallığı, bir bürokratikleşme meselesi var. Bunların hepsi var, ama senin söylediğin şey çok önemli. Yıllardır takip ettiğimiz bir mesele. Ne zaman Güneydoğu’ya gitsem, Diyarbakır, Cizre, Batman, 7’den 77’ye alabildiğine politik. Detaylara çok hâkim. Bazıları sloganlar düzeyinde bir siyasîleşme olduğunu düşünebilir. Öyle değil. Sloganları da var, ama aslında çok incelikli tartışabilen bir tabanı var. Özellikle bu kayyum meselesinde, devlet kayyum atamalarıyla burayı iki kere radikalize etmeye çalıştı. Özellikle de en munis görünen belediye başkanlarını, mesela Ahmet Türk’ü görevden aldı. Niçin? “Ahmet Türk’ü bile görevden alıyorsa bu devlet, bize kimbilir neler yapmaz” dedirtip, insanları bir şekilde çıldırtma girişimleri. Ama bunların hepsi boşa çıktı. Bu anlamda, Öcalan çıkıp, “Böyle böyle, gidin mührü şuraya basın” dese, belki insanlar itiraz etmezler, ama sandığa gittiklerinde de yine büyük bir çoğunluğu kendi bildiklerini yapacaktır diye düşünüyorum. Devletin, Öcalan’ı kullanma arayışında belki devlet biraz kazanacaktır, ama esas kazanan Öcalan olur bence. Çok geniş bir meşruiyet alanı açılır.
Can: O tarif ettiğin formülü akıl edenlerin kurduğu şeyi en iyi Öcalan bilir zaten. İşin bir de bu tarafı var. Onun öyle olacağını bildiği için, bunu söylemesi gerektiğini düşünen ve şimdiye kadar da hep öyle davranan biri Öcalan. Onu bir kenara bıraksak bile, HDP içindeki tartışmalar, aslında canlılığı olan tartışmalar. “HDP seçmenini şuraya itmeye çalışıyorlar, bunu yapmaya çalışıyorlar” diye konuşulan şeyleri, çoğunlukla muhalefetin diğer partilerine mensup insanlar yapıyor. Özellikle CHP’nin önemlice bir kısmı, hatta ulusalcı refleksleri daha güçlü olan bir kısmı, senelerdir, “İktidar Kürtler’le anlaşacak, HDP Erdoğan’ı Cumhurbaşkanı seçtirecek” dediler. Bu defalarca gündeme geldi.
Çakır: Bahçeli de az söylemedi bunu.
Can: Tabii, tabii. HDP seçmenini “iradesiz” ya da “kolay oyuna gelen” diye suçlamaya kalkanların çoğu, aslında bilerek ya da bilmeyerek kolayca bu tür manipülasyonlara düşen çevreler. Ama hep bunun tersini gördük. Tutarlılık açısından baktığımızda, 2014’ten bu yana, “Seni başkan yaptırmayacağız”dan itibaren, bu seçmenin, tutarlı biçimde bu temaya bağlı kaldığını gördük. Onun için, bu konuda spekülasyon yapanların, birilerinin niyeti dışında, bir de alandaki hakikate de bakmaları lâzım. HDP seçmeni üzerinden ya da “HDP nasıl rol oynar?” üzerinden yapılan konuşmalarda, “İktidar neye niyetleniyor?” demek her şeyi açıklamaya yetmiyor. Hiçbir şeye yetmiyor, ama bunda daha da yetmiyor.
Çakır: İktidarın neye niyetlendiği konusuyla ilgili önümüzde Anayasa Mahkemesi meselesi var. Süleyman Soylu bu olayı ilk ortaya attığında, “Yalnız bırakıldım” diye şikâyet etmişti. Sonra baktık ki bayağı kalabalıklarmış. Bakanlar sıraya girdi. Başbakan… –Allah söyletti, Parlamenter sisteme dönüyoruz galiba☺– Cumhurbaşkanı da Devlet Bahçeli de konuya dahil oldu. Alt mahkemeler de, durumdan vazife çıkartıp Enis Berberoğlu Davası’nda, anayasaya aykırı bir şekilde Anayasa Mahkemesi’nin kararını tanımadı. Bir iddiaya göre, buradan bir zemin hazırlanıyor. Alt mahkeme, kararı durumdan vazife çıkartarak kendi başına mı yapmıştır, emin değilim. Herhalde siyaseten kollanmıştır, öğrenilmiştir bu. Anayasa Mahkemesi’ne bir şeyler yapılmak istendiği anlaşılıyor. Ama niçin yapacaklar, yerine ne koyacaklar? Yani diğer mahkemeler nasılsa, Anayasa Mahkemesi’ni de öyle yapmaya niyetlendiklerini anlıyoruz. Ama Anayasa Mahkemesi büyük ölçüde bu durumda zaten. İstisnaî olarak bazı durumlar var. Onları da, o kadar bile opsiyon tanımadan yapacakları “emir kulu” bir Anayasa Mahkemesi ile kime neyi nasıl anlatacaksınız?
Bugün, Anayasa Hukuku Profesörü Kemal Gözler’in kendi blogunda bir yazısı var. Televizyona da hiç çıkmaz. Enis Berberoğlu Davası üzerine yazdığı o yazıda, başından itibaren bütün safhalarında, hukukun katledildiğini söylüyor. Biz de o yazının haberini başlığa şöyle çıkardık: “Bugünlerde kendimi iki kere ikinin beş etmediğini söylemek zorunda kalan matematik profesörlerinin içine düştüğü çaresizliğin içine düşmüş gibi hissediyorum.” Yani, “Ben yaptım oldu” halinde gidiyoruz. Cem Toker de, sosyal medya hesabında şunu paylaşmış: “Osman Kavala için ‘Anayasal düzeni ortadan kaldırma’ girişiminden, 3 kez ağırlaştırılmış müebbet istendiği gün, Anayasa’nın 153. maddesi ‘AYM kararları herkesi bağlar’ demesine rağmen, bir alt mahkeme AYM kararını uygulamıyor. Durumu daha nasıl anlatalım?” Yani alt mahkeme açık açık Anayasa’yı ihlâl ediyor. Ben hukuktan çok anlamam, ama en azından okuduğumu anlayabiliyorum. Çok net bir şekilde “Anayasa’nın ilgili maddesi bağlayıcıdır. Resmî Gazete’de yayınlandıktan sonra yürürlüğe girer” diyor.
Erdoğan’ın bu konuyla ilgili açıklaması bana biraz tereddütlü gibi geldi. Anayasa Mahkemesi kararının yanlış olduğunu söylüyor. Ama alt mahkemenin tutumunun da yanlış olduğunu söylüyor. Sanki topa pek girmek istemiyormuş gibi geldi bana. Ama ortada bir kampanya var anlaşılan. Ayrıca Anayasa Mahkemesi içerisinde AKP’nin getirdiği “Bireysel Başvuru Hakkı” var biliyorsun. En büyük rahatsızlık orada çıkıyor. Bu durumda Bireysel Başvuru Hakkı’nın iptali söz konusu olabilir. Hiçbir şeye “olmaz” diyemeyeceğimiz bir ülkede yaşıyoruz artık. Ne diyorsun? Buradan neler çıkacak?
Can: Sondan başlayayım: Erdoğan’ın, “Yerel mahkeme olması gerekeni yaptı” cümlesini net bir biçimde söylememesinin hemen akabinde, Adalet Bakan Yardımcısı’nın değişmesi meselesi de var. Onun, şekle uydurup uydurmamak ya da iyi kıvırıp kıvırmama meselesi ile ilgili tarafları olabilir. Ama genel tutum itibarıyla şöyle bir şeyle karşı karşıyayız aslında: Anayasa Mahkemesi vakasının kendisi değil, Osman Kavala ve Demirtaş davalarında, Yargıtay’ın tutumunda, Adlî Yıl’ın açılışında, Baro düzenlemesinde, hepsinde gördüğümüz bir şey var. Bu “Anti-Hukuk” meselesi, artık “Güçler Ayrılığı” başlığı altında konuşulabilir bir mevzu olmayı çoktan aştı. “Yargı, yürütmenin baskısı altında. Onu belirli bir yöne doğru zorluyor. Onu yeterince özgür bırakmıyor” gibi bir tartışma, bence çok geri bir tartışma artık. Şu anda yaşanan şey, yargı erkinin ya da hukukun, özgür ve bağımsız olması ile ilgili bir mesele olmaktan tamamen çıkmış, şu anda tamamen talimatla hareket eden ve talimatla işlem yapan bir organa dönüşüp dönüşmemesiyle ilgili bir şey. Yani, işini yapmaya zorlanan birilerinin varlığından bahsetmiyoruz. Medyada yaşananı burada da yaşıyoruz. Medya bir süre iktidarın baskısı altındaydı. Onun zorlamasıyla bazı şeyler yapılamıyordu. Sonra ne oldu? Dışarıda kalanları hariç tutarak, “Eski ana akım” için söylüyorum: Sonra, doğrudan talimatla hareket eden ve doğrudan iktidarın uzantısına dönüşmüş bir organa sahip olduk.
Çakır: Talimatla hareket etmenin bir de şöyle bir boyutu var biliyorsun: Talimat gelmediği zaman ne yapacağını bilemiyorsun. Mesela hatırlarsan, Roboski Katliamı olduğunda, uzun süre hiçbir şey yapamadılar. Hatta Vali açıklama yaptı, Vali’nin açıklamasını bile yayınlamaya korktular. Çünkü talimatsız hareket edemiyorlar. Yargının da durumu büyük ölçüde buna benziyor.
Can: Dolayısıyla meseleyi artık “güçler ayrılığı”, “yargının bağımsızlığı” düzleminde tartışmanın bir anlamı yok. Bir de şimdi bu “ışık” tartışması çıktı. Anayasa Mahkemesi üyesinin sosyal medyadan attığı mesajla, iktidar ve iktidar çevreleri, darbe imasından mülhem bir mağduriyet üretti. Ama orada iması varsa, öbür tarafta yapılmışı var. Yerel mahkeme, “Anayasa Mahkemesi’nin kararını tanımıyorum” dediği anda… Galiba bugündü, Eski Anayasa Başkanı Haşim Kılıç, “Bu suçtur. Anayasa Mahkemesi, 14. Ağır Ceza hakkında suç duyurusunda bulunmalıdır” diyor. Ama bunun karşısında yaşadığımız şey, Anayasa Mahkemesi kendisini savunamadı. Kendisine karşı yapılmış darbeyi değil, kendisini, bir üyesinin iması üzerine yapılan tartışmayı cevaplamak zorunda hissetti. Bu, baskıyla, bağımsız yargı meselesiyle konuşulabilir bir sınırın geçildiğini gösteriyor. Belki sen de bahsedeceksin, mesela Abdullah Gül de Anayasa Mahkemesi’nin pozisyonunun önemli olduğunu işaret eden benzer bir şey söylemiş. Ama burada, kendisini savunmaktan âciz bir anayasal kurum söz konusu. Hani sosyal medyada “yalnız değildir” hashtag’i var; birine linç girişimi olduğunda peşine takılırsın. İyi de onun yalnız olmaması için, önce onun direniyor olması lâzım ki onu yalnız bırakmasınlar. Şu anda, bu yapılana karşı bir şey demiş bir Anayasa Mahkemesi yok. Yaşanan şeyin trajikliği bu. Anayasa Mahkemesi kararını tanımayan bir yerel mahkeme var. “Sen benim kararımı nasıl tanımıyorsun?” deme cüretini gösteremeyen bir Anayasa Mahkemesi var. Böyle bir resimle karşı karşıyayız.
Çakır: Kemal sen “cüret” dedin ama, aslında bu onun hakkı. Ama sen de “cüret” lâfını kullandın. Doğru, bu “cüret” istiyor. Türkiye, bir zamanların Türkiye’si değil artık. Nasıl desin yani? Birçok insan, başına bir şey geldiği zaman, bir an önce unutulması için dua ediyor. Öyle bir ortamda yaşıyoruz. Söylediğin şey doğru: Sen önce kendi hakkını savun ki birileri de sana “Yalnız değilsin” desin. Zaten hikâye o. Otoriter rejimin en büyük özelliği bu: Haksızlığa uğrayanın bile “Ben haksızlığa uğradım. Beni mağdur ettiler” diyemediği, ağzından kazara yanlış bir şey çıktığı zaman, zalimin hemen mağdur rolünü de üstüne aldığı… Mesela bir tweet üzerinden koparılan meseleye bakar mısın? Yok, Anayasa Mahkemesi darbe iması yapmış. Yok, FETÖ’ymüş filan, her türlü ima peşinden geldi. Birisinin ne yaptığını bilmeden attığı bir olay. Gerçi sonradan silmiş ama çok geç. Bunun üzerinden yapılanlar da açık bir küstahlık. Anayasa Mahkemesi’nin bir üyesi, aklı sıra bir şey yapmaya, bir cevap vermeye çalışıyor. Hakkını savunmanın dolambaçlı bir yolunu buluyor. Onun üzerinden acayip bir söylem inşa ettiler. O söylem öyle bir inşa edildi ki, yerel mahkemenin Anayasa’yı ihlâl ederek Anayasa Mahkemesi kararını tanımadığı gerçeği konuşulmuyor artık.
Can: Ben olayın sonrasında “Gündem kaptırmak” diye bir tweet attım. Son zamanlarda kullanılan “gündem değiştirmek”, “gündem kurmak” lâfları var ya, işte bu tam “gündem kaptırmak”.
Çakır: Tabii burada bir şey var. İktidarın, hem kendisinin güçlü olmasından, yaptığının yanına kâr kalıyor olmasından… Anayasa Mahkemesi’nin kararını bile tanımıyorlar, başına bir şey gelmiyor; üstelik Anayasa Mahkemesi’nin aleyhine yazılıyor. Böyle bir ortamda her şeyi yapabiliyorlar. Aslında hep böyle bir sarmal içerisindeyiz. Birileri, çaresizlikle bir hamle yaparak, karşı tarafın çaresiz olduğunu gösteriyor. Son birkaç yılımız böyle geçti. Biri can havliyle hamle yapıyor, ama öteki tarafın canını o kadar acıtıyor ki, insanlar hâlâ onu güçlü sanıyor, kendisini güçsüz sanıyor. Adeta sanal bir dünyada yaşıyoruz. Şu anda Türkiye’de neyin krizi var? Anayasa Mahkemesi’nin bir krizi mi var? Böyle bir durum yok. Anayasa Mahkemesi elinden geldiğince işini yapmaya çalışan bir kurum. Birdenbire, önümüze Anayasa Mahkemesi kondu. Anayasa Mahkemesi’ni savunma durumunda olan insanlar bile, olayı Anayasa’nın ihlâli üzerinden değil, “ışık” üzerinden tartıştı. Dönüp dolaşıp “Oyunu kim kurabiliyor?” meselesine geliyoruz yine. Bütün güçsüzlüğüne rağmen, elindeki imkânlarla, despotizmiyle, arkasına aldığı bütün kurumlarıyla, hâlâ, birtakım olaylarda kendi krizlerini başkasının üzerine atma durumu var. Bu son olay da, bunun çok trajikomik bir örneği. Zamanında Özal’ın “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz” sözünü hatırlıyorum. Cumhurbaşkanı mıydı, Başbakan mıydı o dönem hatırlamıyorum. Ama bu söz üzerine onlarca köşe yazısı yazıldı, gazetelere manşet oldu ve hepsi de eleştireldi. Şimdi hipotetik bir şey yok. Anayasa’yı bir kere delmek ne! Anayasa’nın esasına yönelik bir karar oldu ve yapanın yanına kâr kaldı. Tabii olan Enis Berberoğlu’na oldu. Hakkını alamıyor. Böyle tuhaf bir durum içindeyiz. Evet, toparlayalım artık Kemal. Var mı söyleyeceğin bir şey?
Can: Daha önce seninle birkaç programda konuştuğumuz “Gündem bu” meselesini işaret eden bir nokta senin bu söylediğin. Bunu bu hâliyle “Gündem yapamama” sorunu var aslında. Birinin “gündem kurması” mı daha önemli, yoksa o gündemi gündem olarak kullanamamak mı söz konusu? Tartışmalı. Neyse, bu haftalık bu kadar diyelim.
Çakır: Evet, burada noktayı koyalım. İzleyicilerimize çok teşekkürler. İyi günler diliyoruz.
Can: İyi günler.