Gomaşinen (15): Gördüğüm, sevdiğim ve üzüldüğüm İran

Gazetecilik anılarımın 15. bölümünde ilk kez 1998 sonunda Milliyet Gazetesi muhabiri olarak gittiğim İran’da gördüklerim, gözlediklerim, tanıdıklarım, söyleşi yaptıklarım, yaşadıklarım ve hissettiklerimi anlattım.

Sözünü ettiğim, Sami Oğuz ile birlikte yazdığımız Hatemi’nin İranı kitabını ücretsiz indirmek için tıklayınız

İranlı düşünür Abdülkerim Suruş ile söyleşi sırasında (Foto: Ahmet Dumanlı)

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

35 yıllık gazeteciyim. Türkçe’nin dışında Fransızca ve İngilizceyi anlayabiliyorum, konuşabiliyorum, yazabiliyorum da. Ama kendi anadilim olan Lazcayı bilmiyorum. Birkaç kelimeden ibaret bir Lazca bilgim var. Bu da benim hayattaki en büyük ukdelerimden birisi. Bu nedenle 35 yıllık gazetecilik hayatımdan kesitleri aktarmayı hedeflediğim bu podcast dizisinin başlığını “Gomaşinen” olarak seçtim; yani: “Hatırlıyorum…”

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 15. bölümünde İran’ı anlatmak istiyorum. Daha doğrusu gidip gördüğüm İran’ı, tanıdığım İran’ı. Ne zamandır gitmiyorum. En son gidişim 2009 yılında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün resmî ziyaretini gazeteci olarak takip etmiştim. Yani 11 yıl olmuş. Ama o gezi bir protokol gezisiydi; doğru dürüst bir şey görme imkânı olmamıştı. O geziye daha sonraya döneceğim. Benim esas İran’la tanışmam, 1998 sonunda Milliyet gazetesi adına yaptığım geziyle oldu. Yanımda sevgili arkadaşım foto muhabiri Ahmet Dumanlı vardı. Ahmet Dumanlı’yı bilenler bilir, çok iri kıyım bir arkadaşımızdır; kılık kıyafetleri ve saçı da çok değişiktir. Onunla beraber, İran sokaklarında, her bir tarafından fotoğraf makinelerini sarkıtarak yürümesi üzerine, zaten Tahran sokaklarında bayağı bir ilgi uyandırmıştı. İran’a gidip orada röportajlar yaptık. 1998 Aralık ayında, yani tam 22 yıl önce ve ilk yayın da 7 Aralık 1998’de çıkmış — bir tür yıldönümü oluyor. Orada Anadolu Ajansı’nın Tahran muhabiri Sami Oğuz bize çok yardımcı oldu, çok… Allah razı olsun. Her gittiğimiz sefer, daha sonra da gittim, Sami bir süredir oradaydı. Hem bir evi hem ofisi olan çok güzel bir mekânı vardı. Ve Sami’nin yanında çalışan iki İranlı, ama Türkiye’yi ve Türkçeyi çok iyi bilen iki İranlı kadın vardı — Mehramiz ve Haide diye. Onlar –özellikle Haide– bize bayağı bir yardımcı oldular. Çünkü İran’da gazeteci olarak çalışmak çok zor değil, imkânsız değil; ama çok kurallara tâbisiniz, her şey için izin almanız gerekiyor. 

Orada İrşad Bakanlığı denen –bizim şimdi İletişim Başkanlığı oldu–, onun gibi bir yere gidiyorsunuz, her şey için dilekçe veriyorsunuz. Mesela Tahran’da çok güzel bir park vardı. Orada röportajlar yapmak istedik, onun için ayrı bir dilekçe; Humeyni’nin mezarına gitmek istedik, onun için ayrı bir dilekçe. Her şey için dilekçe yazıyorsunuz. Dilekçeniz işleme konulduktan sonra her şeyi yapabiliyorsunuz. Dilekçeler ne işe yarıyor? Onun onaylı hâli yanınızda duruyor, çünkü İran’da sokakta herhangi bir yerde bir şey yaptığınız zaman her an bir görevli gelip size ne yaptığınızı, izniniz olup olmadığını sorabiliyor. Örneğin bir yerde sokakta Ahmet bir fotoğraf çekerken yanımıza geldiler. Meğer orada bizim bilgimiz dışında bir resmî bina varmış. Oranın fotoğrafını çektiğimizi sandılar. Ama sonra da bıraktılar. İran bu anlamıyla çok değişik bir ülke, çok ilginç bir ülke, çok dinamik bir ülke. 

Tahran çok kalabalık bir şehir ve çok etkileyici bir yer. Bir devrimin ve İslâm Devleti’nin hâkimiyetinin olduğu, ama sivil toplumda buna çok da îtibar etmeyenlerin kendilerinin paralel bir dünya kurduğu bir ülkeyle karşılaştık. En azından başkent büyük ölçüde böyleydi. İlk gittiğimizde çok yoğun görüşmeler yaptık. Çok sayıda röportaj yaptık. Birbirinden farklı kişilerle, kadınlarla, feministlerle, edebiyatçılarla, sıradan insanlarla konuştuk. Ve şansımıza o sırada Fransa’ya yerleşmiş olan büyük düşünür –İslâm düşünürü de diyebiliriz– filozof Daryush Shayegan (Daryuş Şayegan) oradaydı. Kendisiyle bir röportaj yapma imkânı buldum. Onun Yaralı Bilinç kitabını arkadaşım Haldun Bayrı Metis’te çevirmişti. Ve çok büyük bir ilgi uyandırmıştı. Hayran bırakmıştı hepimizi kendisine. Şayegan’la yaptığımız sohbet çok güzel geçmişti. Kendisi yakın zamanda hayatını kaybetti. İyi bilenler bilir. 

O röportaj beni çok etkilemişti. Oradan size bir bölüm size okumak istiyorum; o diyordu ki: “Köktendincilik denen şeyle” –bu, Fransızca intégrisme, Fransızca konuşmuştuk kendisiyle– “entegrizm denen şeyle dünyanın her yerinde karşılaşıyoruz; Türkiye’de, Mısır’da da var. Biz bir tünele girdik ve çıkmak üzereyiz, ama diğerleri o tünele yeni giriyor.” Bunu 1998’de söylemişti. Ben: “Yani Türkiye’yi de mi kastediyorsunuz?” dediğimde, bana: “İslâmcılık Türkiye’de İran’dakinden daha canlı” cevâbını vermişti. 

O seyahatimizde bir başka önemli röportajımızı da İran’ın son dönemde yetiştirdiği en büyük düşünürlerden Abdülkerim Süruş’la olmuştu. Abdülkerim Süruş uzun bir süredir yurtdışında, Amerika Birleşik Devletleri‘nde yaşıyor. Devrimde aktif olarak yer almış, ama daha sonra İslâm devletini ciddi bir şekilde sorgulayan bir düşünür Abdülkerim Süruş. Onunla da bir röportaj yapmıştık, çok güzel bir röportajdı. Onda başlık olarak “En büyük tehlike dinsel despotizm” sözünü başlığa çıkarmıştık. Bu dinsel despotizmin nasıl bir şey olduğunu yaşıyor, görüyoruz. En son Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Mustafa Öztürk’ün başına gelenleri biliyorsunuz, linç edildi ve emekliliğini istedi — bir anlamda istifâ etti. 22 yıl önce Abdülkerim Süruş bunları söyledikten sonra başına işler geldi. Yargılandı vs., sonunda ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Biz o tarihte gittiğimizde, 98’de Muhammed Hatemi cumhurbaşkanıydı. İran’da muhafazakârlar ve reformistler var. Reform hareketinin lideri olarak cumhurbaşkanı seçilmişti ve İran’da büyük bir değişim umudu vardı. Zaten Şayegan’ın ülkesine gitmesinin nedeni de buydu. Süruş’un bu kadar rahat bir şekilde konuşabilmesinin de nedeni buydu. 

Süruş’a özellikle sordum Hatemi’yi. Ona çok güvendiğini söyledi, ama Hatemi ülkede birçok şeyi değiştiremedi. İki dönem üst üste seçilmesine rağmen oradaki İslâm devleti yapısını, katı sınırlarını iptal edemedi. Ve bir anlamda o sınırların içerisine hapsoldu. Bunu biliyoruz. Şimdi de arada bir Ahmedinejad dönemi var. Muhafazakârların dönemi. Şimdi yine sözde bir reformist yönetim var; ama hiçbir zaman Muhammed Hatemi dönemindeki gibi bir umut yaratmamıştı, yaratmadı şimdiki yönetim. Hatemi gerçekten bir umut vermişti. Değişim çok etkileyiciydi. Gözle görülür bir değişim vardı. Daha doğrusu, var olan değişim artık alenileşmeye başlıyordu. Kadınlar çok önemli bir rol oynuyordu, siyasî partiler kuruluyordu vs.; ama işler hep bir yerde gelip tıkanıyordu. 

O ilk gidişimiz çok coşkulu bir gidiş oldu, çok heyecan vericiydi. Çok güzel röportaj yaptık. En son yaptığım röportaj ki off the record yani isim vererek yayınlamamak kaydıyla bir röportajdı, söyleşiydi. Onun da çok ilginç bir öyküsü var. Hatemi’nin yardımcılarından, daha doğrusu danışmanlarından Said Haceryan isimli, entelektüel yönü çok güçlü olduğu söylenen birisiyle muhakkak görüşmemiz istendi. Ve biz de ilk gittiğimiz günden itibaren kendisiyle görüşme yapmak için elimizden geleni yaptık. O da bize artık son uçağa yetişeceğimiz zamana bir randevu verdi. Uçaklar gece saatlerinde kalkıyordu ve iniyordu Tahran’a. Hâlâ öyle mi bilmiyorum. Gerçi gece geç bir saatte uçağımız vardı. Ve Haceryan’la uçağın kalkışının birkaç saat öncesinde evinde buluştuk. Bunun adıyla yayınlanmasını istemedi; ama aradan yıllar geçti ve çok şey yaşandı, artık bunu söylemekte, anlatmakta bir mahzur yok.

Haceryan’la bayağı uzun konuştuk; kendisinin çok ilginç bir profili var. İstihbarat Bakanlığında –ki İstihbarat Bbakanlığı İran devletinin kalbi gibi bir şey neredeyse–, İstihbarat Bakanlığı’nda çalışmış, çok üst düzey görevlerde bulunmuş; sonra reformcu kanatta yer almış ve Hatemi’nin en güvendiği isimlerden birisiydi. Nitekim kendisi İran’da yapılan birtakım derin devlet operasyonlarının ve yargısız infazların ortaya çıkarılmasında birinci derecede rol oynamıştır. O başlı başına ilginç bir süreçti. Onu uzun uzun anlatmak istemiyorum, ama bu olaydan bir müddet sonra, bizim kendisiyle görüşmemizden bir müddet sonra Haceryan suikasta uğradı. Ama Allah’ın işi, ölmedi, felç oldu. Ama ölmedi, hayatı kurtuldu. Ondan sonra da tekerlekli sandalyeyle yaşıyordu; hâlâ öyle olabilir, bilmiyorum son durumunu — ama ölmedi. Derin devlet onu bir şekilde cezalandırmak istemişti. Haceryan’la sohbetimiz çok güzel geçti. En sonunda, ben sorularımı sorduktan sonra, o bana dedi ki: “Hadi biraz da siz anlatın. Türkiye’yi anlatın”. Ben de ona o sıralarda yükselişte olan Refah Partisi vardı –98’de oluyor bu; yani 94’te Refah Partisi İstanbul ve Ankara gibi belediyeleri almış, 95 seçimlerinde birinci parti olmuş, ardından hükümet kurmuş, sonra 28 Şubat süreçleri yaşanmış–, Refah’ı soruyor sandım. “Yok” dedi, “o çok önemli değil” dedi. “Bana” dedi, “siz Türkiye’deki sekülerizmi anlatın; oradaki kurumları vs..” Bunun üzerine bir sohbet ettik. Laiklik üzerine konuştuk. 

Reform hareketindeki bu kişiler gerçekten İslâm devletinden çıkmanın yollarını arayan kişilerdi. Ve bu ilk gittiğimiz geziden sonra, 3-4 ay sonra 1999 yılının Şubat ayında bir kere daha gittik. Yine Ahmet Dumanlı’yla beraber gittik Milliyet’ten. Bu sefer devrimin 20. yıl kutlamaları vardı. O vesileyle gittik. Çok daha fazla insanla ve gündelik hayattan insanlarla da konuştuk. Sıradan insanlarla, kendi halinde insanlarla, sanatçılarla, ama özellikle siyasetçilerle, reform hareketinin önde gelen isimleriyle, gazetecilerle konuştuk — ki bunlardan birçoğu daha sonra çok önemli isimler olarak dünya tarafından bilindi. Mesela Ekber Genci isminde bir gazeteci vardı. Çok sempatik birisi; o da uzun zamandır Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşıyor. Uluslararası insan hakları ödülleri aldı. Hapis yattı uzun bir süre. Ekber Genci de devrimin sâdık insanlarından birisi. Bir dönem Türkiye’de öğrenci ataşeliği yapmış. Öğrenci ataşeliği, herhalde bir tür istihbaratçılık olsa gerek. Yani Türkiye’deki İranlı öğrencilerin konsolosluktaki işlerini takip eden bir kişi olmuş. Zaten İranlıların Türkiye ilgisi çok fazlaydı. Ama Ekber Genci ayrıca Türkiye’de de yaşamış olduğu için bizi çok iyi karşılamıştı; onun aracılığıyla da çok sayıda İranlı reformist entelektüelle görüşme imkânımız olmuştu. Bazılarının isimlerini hatırlıyorum; mesela İmadettin Bagi adında birisi vardı. Ve eğer yanlış hatırlamıyorsam, hafızam beni yanıltmıyorsa, Ekber Genci onun bir Kürt olduğunu söylemişti. İran Kürdü ve reform hareketinin içerisinden birisi olarak söylemişti. Bu arada siyasetçilerle de tanıştık; örneğin Hatemi’nin kardeşi Rıza Hatemi, reform hareketinin partisinin sözcüsü, başkanıydı. Onunla röportaj yaptık partisi adına — İslâmî Katılım Partisi, yanlış hatırlamıyorsam, hâlâ var mı etkili bir şekilde sürüyor mu emin değilim. Ama onunla bir röportaj yaptık. Ondan sonra Ataullah Muhacerani isimli bir devlet adamı ile, bakanla röportaj yaptık. 

Çok ilginçti; çok… nasıl söyleyeyim… bir taraftan reform hareketinin önde gelen isimleriyle konuşuyorduk, entelektüellerle konuşuyorduk, sanatçılarla konuşuyorduk, siyasetçilerle konuşuyorduk; akşamları da insanlarla evlerde sohbetler ediyorduk. Gençlerle konuşuyorduk, üniversitelilerle konuşuyorduk; müzik yapanlarla, mesela bir kayak merkezine gitmiştik orada İran burjuvazisinin çok güzel fotoğraflarını çekmişti Ahmet Dumanlı. Ve birçok dinamik bir şeye tanık olduk. En son gidişim 2000 yılında bu sefer, o sırada  CNN TÜRK’te çalışıyordum, CNN TÜRK’ün ilk dönemleri. 2000 Şubat ayında seçimleri izlemeye gittik. Kameraman arkadaşım Kenan Ekinci’yle beraber gittik; tabii bütün bu süreçte Sami bize çok yardımcı oluyordu, onun ofisini biz de bir nevi karargâh gibi kullanıyorduk. Tabii ki gazete için çalışmakla televizyon için çalışmak arasında teknik olarak çok fark var. Gazete için insanlarla sohbet ediyorsunuz, not alıyorsunuz, teybe kaydediyorsunuz; ama televizyon için yaptığınızda video gerekiyor, tabii ki onların kaydedilmesi gerekiyor. Bazıları kabul ediyordu, bazıları kabul etmiyordu. 

Seçimler için gittiğimizde, oy atmayı da izledik Tahran’da bir yerde. Dediler ki: “İşte, yabancı basın, tüm basın orada olacak. Çünkü Hatemi ve eski cumhurbaşkanı Rafsancani orada oy kullanacaklar.” Biz de gittik. Basın mensuplarına paravan çektiler. Önce Rafsancani geldi. Rafsancani çok soğuk bir kişi, zaten fotoğrafları da hep öyle. Geldi, oyunu attı; insanlar fotoğraflar çektiler falan, sonra bir İran televizyonundan birisi onunla orada bir röportaj yaptı, biz de uzaktan izliyoruz. Ondan bir müddet sonra Muhammed Hatemi geldi. Muhammed Hatemi de Rafsancani’nin tam zıttı bir kişi. Hep gülüyor, fotoğraflarını görmüşseniz hep gülüyor; Rafsancani’ye göre daha kısa boylu, daha ufak tefek birisi. Ve insanlar çok merak ettiler, acaba kendisiyle bir şey yapma imkânı olabilecek mi diye. Hatemi, devrim öncesinde Almanya’da yaşamış, Almanca biliyor. Ve şöyle bir enstantane oldu, çok çarpıcıydı: Bir Alman gazeteci kendisine Almanca bir şeyler söyledi. Herhalde işte, seçimle ilgili ya da sorabilir miyiz gibi bir şey söyledi. Hatemi bunun üzerine kendisine “Ben Almanca bilmiyorum” diye cevap verdi. Halbuki biliyordu. Ama bu bir işaret gibiydi. Bunun üzerine biz gazeteciler hepimiz etrafına gittik ve Hatemi ile –asla yabancı dilde konuşmuyor, ama Farsça– orada biz yabancı gazetecilere de, İranlı gazeteciler de vardı tabii, mihmandarlarıyla ayaküstü de olsa bir röportaj vermişti. Orada da tabii ki Hatemi kazanmıştı; ama daha sonra o istediği şeylerin çoğunu yapamadan bu reform bölümü kapandı İran’ın maalesef. 

Bütün bu gezilerin ardından, yaptığım üç gezinin ardından, en son 2000 Şubat seçimlerinde Sami Oğuz’un kafasının etini yedim diyeyim. Ve ona birlikte bir kitap yapmayı önerdim. Sami olaya çok hâkimdi. Detayları çok iyi biliyordu; özellikle İran’ın o karmaşık devlet yapısını vs. tarihini çok iyi biliyordu. Biz İletişim Yayınları’ndan Hatemi’nin İran’ı diye bir kitabı 2000 Ağustos’unda çıkardık ortak imzalı. Hatemi’nin İran’ı çok iyi bir kitaptır ve bu kitap artık baskısı yok, ama ruşencakır.com adresimde de e-kitap olarak indirmek mümkün. Bu kitabı yaptık çok iyi bir kitap oldu, ortak yaptık. Ve benim oğlum doğmuştu bir yıl önce, o kitabı da o arada –başka bir kitap da yazmamıştım onun doğumundan sonra–, ilk kitap olarak da kitabı Ali Deniz’e ithaf ettim. Belli çevrelerde bayağı bir ilgi gördü ve Sami de o kitaptan kısa bir süre sonra ya da kısa bir süre önce Ankara’ya döndü Anadolu Ajansı’na. Ve bir süre sonra da emekli oldu. Şimdi kendi köşesinde emekli hayatı yaşıyor; çok parlak bir isimdi. İran’ı hâlâ Türkiye’de en iyi bilen isimlerden birisidir. 

İran’ın üzerine söylenecek çok şey var; benim çok sevdiğim bir ülkedir.  Daha sonra değişik vesilelerle gitme imkânı oldu, ama bir türlü gerçekleşmedi.  Ve nihayet Mart 2009’da Abdullah Gül’le beraber gittik. Gazeteci olarak benim dışımda Cengiz Çandar, Fehmi Koru ve Amberin Zaman vardı. Ve uçakta sohbet ederken, giderken Kürt sorunu açıldığında, şöyle dedi: “Bu konuda iyi şeyler olacak. Böyle gidecek hâli yok; bu meseleyi sadece sınır dışına yüklemek yanlış olur.” Bu çok çarpıcı bir şeydi. Ben o sırada 2009’da hem Vatan gazetesinde yazıyordum hem de NTV’ye çalışıyordum aynı anda. Diğer arkadaşlar, Cengiz Çandar, Fehmi Koru, Amberin Zaman uçaktan indik ve ben hemen telefonla NTV canlı yayınına bağlanıp Türkiye’de Abdullah Gül’ün o meşhur “İyi şeyler olacak” sözünün haberini ilk ben geçtim. O sözün ardından mâlûm açılım süreci başladı. Bir aksilik olmazsa, “Gomaşinen”in 16. bölümünde de açılımdan biraz bahsetmek istiyorum. Çok uzun bir süreç o biliyorsunuz. Ama onun ilk Polis Okulu’nda yapılan bir çalıştayı olmuştu; benim de katıldığım ve İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın da düzenlediği ve baştan sona izlediği… O çalıştayı temel alarak, “Gomaşinen”in önümüzdeki yayınında –ya da yayınlarında, belki aralara başka şey girebilir aktüaliteye göre– onu anlatmayı düşünüyorum. 

Evet, İran çok çarpıcı bir olaydı benim için. Bir de şunu anlatayım: Ben gazeteciliğe başladığımda, ilk İslâmcılık çalışmaya başladığım zamanlarda İran’a gitmek istedim. İstanbul’da konsoloslukta birtakım görevlilerle konuştum, çünkü gazeteci vizesi şart. İran’a normalde Türkiye Cumhuriyetin vatandaşları vizesiz gidebiliyorlar. Hâlâ öyle olması lâzım. Ama gazetecilerin de gazeteci vizesi olması lâzım. Ben bir turist olarak İran’a gidebiliyorum, ama orada bir gazetecilik faaliyeti yaparsam başıma iş geliyor — ki bazı meslektaşlarımıza böyle oldu. Dolayısıyla ben İran’a gitmek için İstanbul’daki başkonsolosluğa gittiğimde, orada basın ataşesi olarak bilinen birisiyle muhatap oldum. Onunla konuştuk ettik, birkaç kere gittim, bana vize falan vermediler. Ama bu arada anladım ki bu kişi benden öğrenebildiği kadar, neyse artı,k Türkiye ile ilgili şeyler öğrenmek istemiş. Yani beni oyaladı ve kandırdı, öyle söyleyeyim. Daha sonra o kişi yapılan çok büyük bir operasyonda Türkiye’deki fâili meçhul cinayetler ve İran bağlantısı bağlamında polis tarafından bunların organizasyonunda birinci derecede rol almakla suçlandı ve Türkiye’ye de bir daha gelebildiğini sanmıyorum.

İran böyle çok değişik bir ülke. Bir tarafıyla çok güçlü bir devlet geleneği var, istihbaratı çok iddialı. Ama bir diğer yanıyla da çok güçlü bir sivil toplumu var, bir felsefe geleneği var, bir kültürel geleneği var. Ve bütün bunların çekişmesi, daha doğrusu devlet ve toplum çatışması sonucunda çok değişik gerilimler ortaya çıkıyor. İran’ın bir diğer özelliği de –bunu daha çok Batı’da gördüm; ABD’de kaldığım süreler boyunca karşılaştığım İranlılar’da çok gördüm, Avrupa’da da kısmen buna tanık oldum– muhalif dahi olsalar, yani rejime muhalif dahi olsalar, İranlılar’da milliyetçilik çok güçlü bir duygu. Onu da özel olarak vurgulamak istiyorum. Evet, İran’a ne zamandır gidemiyorum; artık herhalde bir müddet bu koronavirüs vs. nedeniyle de zaten pek olabilecek gibi gözükmüyor. Umarım İran hak ettiği bir yere gelir. Bölgede Türkiye ve İran hem bir rekabet halinde, imparatorluklar zamanında da böyleymiş; ama uzun bir süredir aynı sınırı koruyan iki rakip ülke; ama bu rekabet hiç de kötü bir şey olmayabilir. Fakat İran bence hak ettiği yerde değil, tıpkı Türkiye gibi. Umarım iki ülke de hak ettikleri yerlerini alırlar. O kültürel, insanî ve doğal zenginliklerini olabildiğince eşitlikçi bir şekilde paylaşır ve geliştirirler. Ve iki büyük bölgesel güç olarak her ikisi de, Türkiye de İran da bölgesel birer güç olabilirler. Özellikle İran’ın Irak‘taki ve Suriye’deki, Lübnan’daki, Körfez’deki nüfuzunu biliyoruz. Ama bunlar devlet nüfuzu, yani bunlar sert şeyler — hard power deniyor daha çok; yani soft power olarak değil, kültürel değil, ekonomik değil, başka bir şey. Askerî ve istihbarat anlamında, stratejik anlamda büyük bir ülke, etkili bir ülke. Ama bu tek başına yetmiyor, rahatsız edici bir şey. Umarım daha toplumun öne çıktığı, daha demokratik birer ülke olarak bölgede birbirleriyle yarışarak daha müreffeh bir bölge olmasına katkıda bulunurlar. Evet, söyleyeceklerim bu kadar iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.