Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

AKP 7. Olağan Kongresi’nin ardından – İbrahim Turhan, Kemal Can, Burak Bilgehan Özpek ve Ruşen Çakır tartışıyor

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi akşamlar. Bugün Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 7. Olağan Büyük Kongresi yapıldı. Bugün öğleden sonra yaptığım yayında bununla ilgili değerlendirmemi yaptım. Şimdi de üç konuğumla, Burak Bilgehan Özpek, Kemal Can ve İbrahim Turhan’la kongreyi konuşacağız. Ben fazla konuşmayacağım, üç konuğumuzu tartıştıracağım. Arkadaşlar, hoş geldiniz, iyi akşamlar.

Burak, önce seninle başlayalım. Medyada, bu kongrede olabileceklerle ilgili çok konuşuldu. Ama esas olarak, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere kongrenin sahipleri tarafından, hem konuşmanın hem kadronun yenileneceği, 2023 ve sonrasının hedefleri olacağı söylenerek bir ilgi yaratıldı. Sen bir bütün olarak baktığında, yaratılan algı ve senin beklentilerini nasıl özetlersin Burak?

Burak Özpek: Ben programda konuşmayı kabul ettim, ama programda AK Parti Kongresi’ni değerlendirmek bile kendimle çelişmem anlamına geliyor. Çünkü uzun zamandır, Sayın Cumhurbaşkanı’nın kendi partisinin kurumsallığını da ilga ettiğini, dolayısıyla parti içi mekanizmaların ya da partinin otonomisinin artık mevcut olmadığını iddia ediyordum. Şimdi uzun uzadıya bu parti kongresini tartışmak, açıkçası kendimle çelişmek anlamına geliyor. Ama yine de şunu söylemek gerekiyor: Sorduğunuz sorular da doğru. Bu kongre niçin bu kadar öne çıkartıldı ve kongre süreci hayatımızı niye bu kadar meşgul ediyor? Kongrenin kendisinden ziyade, bu sorular önemli. Öncelikli olarak, Tayyip Erdoğan’ın kişisel ihtiyacına cevap vermek için bu kongre süreci bu kadar öne çıkartıldı. Neticede Tayyip Bey bir siyasetçi; uzmanlık alanı siyasetçi olmak. Dolayısıyla, onun kalabalıklara konuşması ve kendisini zinde tutması için bu kongreler önemli bir fırsattı. Onun kişisel ihtiyaçları bu şekilde karşılandı. Hatırlayalım: Erdoğan 2018’de partili cumhurbaşkanı olarak seçildi ve referandumda da onaylandı. Referanduma kadar Tayyip Bey muhtarları toplayıp konuşuyordu. Yani, bir şekilde kalabalıklara konuşma ihtiyacı var. Dolayısıyla kongrelerin bir amacı buydu bana sorarsanız. İkincisi, Berat Albayrak’ın sistemden çekilmesinden sonra, AK Parti’nin ve sistemin sahipliği konusu çok tartışıldı. AK Parti’de kimlerin listede olacağı ya da kimlerin baskın olacağı birçok insan tarafından bunun bir işareti olarak yorumlandı, kulisler çok hareketlendi. Pek fazla gündeme gelmese de orada bir rekabet olduğu ortadaydı. Ben bunu gördüm. Birkaç kontağımla konuştum ve teyit ettirdim. Bir tarafta, Cumhur İttifakı’nın üzerinde yükseldiği milli güvenlikçi söyleme yaslanan bir ekip vardı. Diğer tarafta da, biraz daha Milli Görüş kökenli ve milliyetçilikle arasına mesafe koyup siyasete dönüş amacını koyan bir ekip ve hangisinin baskın çıkacağı konusunda soru işaretleri vardı. Dolayısıyla, kongre biraz da o açıdan önem arz etti.

Ancak, bana sorarsanız kongrenin talihsizliği, geçen cuma günü Merkez Bankası Başkanı’nın görevden alınmasının hemen sonrasında gerçekleşmiş olmasıydı. Çünkü Merkez Bankası Başkanı’nın görevden alınması, kongrenin o gizemli havasını biraz dağıtmış oldu ve kongreye atfedilen önemi de biraz azalttı — ki Sayın Cumhurbaşkanı çok büyük müjdeler vereceğini, bir manifesto açıklayacağını söylemek zorunda kaldı. Merkez Bankası operasyonu önümüzdeki cuma olsaydı, bu kongrenin çok daha merak uyandıran bir şekilde gerçekleşeceğini düşünüyorum. Kongredeki isimler konusu tartışılacaktır. Ancak bir tarafta “Kaybedenler Kulübü”, yani girdikleri son seçimleri kaybetmiş olanlar var. Bir taraftan, AK Parti’nin MHP’yi çok fazla rahatsız etmeden siyaset yapma arayışları var; Kürt ve İslâmcı gelenekten gelen isimlerin olduğunu görüyoruz. Diğer taraftan, Sayın Albayrak’a yakın olan kişilerin de listede olduğunu görüyoruz. Ama bu bana çok sonuç üretecek ya da uyum üretecek listeymiş gibi gelmedi. Çünkü biraz önce söylediğim gibi, son seçimleri kaybetmiş, daha veteran, Sayın Erdoğan’a sâdık, fakat biraz da Milli Görüş geleneğinden gelen isimler var. Bunların, Tayyip Bey’in makro politikasına rağmen siyaset yapma yeteneği çok yüksek değil. Zaten Berat Bey’in listede kendisine yakın kişilerin olmasıyla birlikte bir uyumsuzluk kaynağı olacağı kanaatindeyim.

Öte taraftan, Kürt ve İslâmcı kökenden gelenler gerçekten çok ilgi çekici. Yeni kurulan DEVA ve Gelecek Partisi’nin muhafazakâr Kürt seçmene çok câzip gelecek söylemlerle ortaya çıkmalarına ve böyle politikacıları bünyelerinde barındırmalarına karşı bir önlem olduğunu düşünüyorum. Ancak bu önlemlerin hepsi, bence, bu makro politikanın etkisinde kalacak. Sanıyorum Sayın Erdoğan, partiyi kabineden ayrıştırarak bir yol izleme peşinde.

Çakır: Kabine meselesine bilâhare geleceğiz. Kadro meselesini İbrahim Turhan’a sormak istiyorum. Çünkü İbrahim, AK Parti’de siyaset yaptı, milletvekiliydi; birçoğunu Meclis grubundan da tanıyor. Gidenlerin de, gelenlerin de büyük bir kısmını biliyorsundur İbrahim. Başta yaratılan bir hava vardı. Bir de, MKYK sayısı artırıldı, 50’den 75’e çıkartıldı. Genel Başkanvekili sayısı 2‘ye çıktı; Numan Kurtulmuş’un yanına Binali Yıldırım eklendi. Burak’ın söylediğine katılıyorum; ben de, partiden ziyade daha çok bir aile şirketi olarak görüyorum. Ama sonuçta bir siyasî parti kimliğiyle yapılan bir kongre söz konusu. Bu parti yapılanması, yeni isimler, gidenler gelenler üzerine konuşmanın bir anlamı var mı? Nasıl bir anlamı var?

İbrahim Turhan: Bence anlamı var. Bütün bu anayasa değişikliği, Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne geçiş meselelerinin temelinde, aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı partiden ayrı kalmak istememesinden kaynaklanan bir motivasyon yatıyor. Çünkü Erdoğan, siyasetteki gerçek gücün parti olduğunun bilincindeydi. Dolayısıyla, gireceği yeni yolculukta, partiyi tamamen kontrolü altında tutmak ve partiyle olan bağını güçlendirmek istedi. Bir de, Türkiye siyasetinin geçmişinden bildiğimiz bir durum var: Partisiyle irtibatını kaybeden karizmatik liderlerin, partileri de bir süre sonra varlığını sona erdiriyor. Altında güçlü bir parti zemini olmadan da, Erdoğan’ın istediği şeyleri gerçekleştirmesi mümkün değil. Dolayısıyla, gidenlere gelenlere bu gözle baktım.

Burak’ın söylediği hususlar kuşkusuz doğru: Yani muhafazakâr Kürtler’e bir göz kırpma var; Milli Görüş’le yeniden bir dirsek teması oluşturma ve son dönemde “Parti iyice MHP’lileşti” eleştirilerine bir cevap olabilecek isimler var. Biz MKYK sayısının artırılacağını çok önceden duyduk. Orada da bir sürü komplo teorisi üretildi. Ama bunların hiçbirisinin gerçekleşmediğini gördüm. “MKYK listesinde tartışmamızı gerektirecek isim var mı?” diye sorarsan, bence yok. Teknik birtakım düzenlemeler yapılmış. Belli ki, Erdoğan Bakanlar Kurulu’nda görev vereceği ya da verdiği isimlere veya parti yönetiminde ön plana çıkarmayı düşündüğü isimlere MKYK listesinde yer vermemiş. Mesela Süleyman Soylu’nun MKYK’da yer almaması, büyük olasılıkla böyle bir durumdan kaynaklanıyor. Bunun dışında kalan belki bir tek şey, Numan Kurtulmuş’un MKYK’da yer alması. Çünkü Numan Kurtulmuş’un, çok büyük bir olasılıkla AK Parti Meclis Grubu’nun başına geçeceği söyleniyordu. Mesela Nurettin Canikli’nin Grup Başkanvekili yapılabileceği söyleniyordu. O da MKYK’da yer alan isimlerden. Ama bunların dışında, gidenler gelenler mukayesesi yaptığımız zaman dikkat çekici birkaç husus var. Mesela Metin Külünk’ün, Bayram Şenocak’ın MKYK’ya alınması, bir niyet göstergesi. 

Ama hem MKYK listesine hem de Erdoğan’ın kongrede yaptığı konuşmaya baktığımda, açıkçası senin gibi biraz hayal kırıklığına uğradım. Çünkü son 10 gündür yaşadığımız gelişmeler, bende şöyle bir izlenim oluşturmuştu: Erdoğan’ın 6 Kasım’da açtığı parantezi, “Bu değişimleri, küresel ekonomik-politik gelişmeler ve dengeleri gözeterek yaptık” dediği parantezi kapatıyor diye okudum. Geçen ay birlikte yaptığımız yayında da konuşmuştuk: Erdoğan, ekonomide rasyonelleşmeye çalıştı. Dış politikada tansiyonu düşürmeye çalıştı. Batı İttifakı’na yeniden bir zeytin dalı uzattı. Hatta iç politikada bile, iç boş bile olsa, sadece kozmetik ve söylem alanında da olsa, “Dünyada küresel dengeler değişti. Ben ayakta kalmak için acaba bir ölçüde bir rota değişikliği yapabilir miyim?” arayışı içinde. Açıkçası, bunun, özellikle ekonomi ve dış politika alanında samimi bir girişim olduğunu düşünüyorum. Ama buradaki çabalarının karşılık görmediğini fark edince, içeride de hem MHP’yi hem diğer unsurları aynı anda dengede tutamayacağını görünce, Erdoğan bir karar verdi bence. Tabii burada bilmediğimiz şeyler de var: Mesela, Putin’le yaptığı telefon görüşmeleri, Suriye’deki gelişmeler de etkili olmuş olabilir burada. Sonuç olarak, ben bütün bu gelişmeleri, “O parantezi kapatarak, yeniden kavgaya hazırlanmaya başladı” şeklinde okudum. Dolayısıyla, 6 Kasım’da surda açtığı bütün gedikleri teker teker kapattı. En son Merkez Bankası Başkanı değişikliği de, oraya ne derse yapacak bir isim getirme arayışı olarak nitelendiriyorum. Kavgaya girecek bir Erdoğan’ın, bu MKYK listesini de onunla orantılı bir şekilde hazırlamasını ve bu konuşmada bir manifesto yapmasını bekliyordum. Açıkçası, böyle bir şeyin gerçekleşmediğini düşünüyorum.

Çakır: Peki, Manifesto meselesini Kemal’e sorayım. Ben bu kongrenin sloganının “güven ve istikrar” olarak konduğunu görünce, aklıma 12 Eylül geldi. Bu arkadaşlar biraz daha genç, onlar pek bilmez. “Huzur ve güven” ortamı. Hatırlarsın o tarihleri. Hatta bugünkü yayınımda da şunu söyledim: Kurulduğundan bu yana, AK Parti’nin hep bir değişim iddiası, ileriye yönelik birtakım vizyonları vardı. Gerçekleştirip gerçekleştirmemesi ayrı konu. Ama bu “güven ve istikrar” sloganı tam bir statükocu söylem. Bu sloganı görünce, buradan çok bir şey çıkmayacağını ya da onun üzerinden bir şey çıkacağını düşündüm. Ama konuşma metnine neredeyse satır satır baktım, açıkçası çok fazla bir şey göremedim. Sen gördün mü? Ya da ne gördün? Tabii sadece konuşma metnini değil, kongre bütününde değerlendirir misin?

Can: Ben de görmedim, görmeyi de beklemedim açıkçası. Manifesto lâfları çıktığında da, “Bu kongre çok kritik bir kongre olacak” iddiaları ortaya atıldığında, bunun kulisleri fazlaca gündemde olduğunda da pek inanmadım. Çünkü buna niyet edilip edilmemesiyle ilgili bir mesele olarak değil, “Bunu var edebilecek bir dinamik ve zemin var mı?” üzerinden baktığımda, bundan bir şey çıkacağı hissine kapılmadım açıkçası. O yüzden de, ben manifesto beklemediğim gibi, Erdoğan’ın geçtiğimiz hafta yaparak gösterdikleriyle, kuvvetli bir konuşma olacağını beklemiyordum. Oradaki sertliğin yansıyabileceği daha katı bir konuşma yapabilirdi. Onu da yapmadı. Ortalama bir grup konuşmasını veya herhangi bir temel atma törenini andıran bir konuşma yaptı. En fazla, “Bay Kemal” sataşmasına varan sertlikler ya da rakamları sıralayarak iktidarın başarısını anlattığı hikâyeler. Biraz “Türk’ün Türk’e propagandası” örneği oldu. Oradaki kalabalığa da bir vizyon sunmadı. 

Zaten oradaki kalabalığın da böyle bir beklenti içerisinde olduğu kanaatinde değilim. Burak’ın da söylediği gibi, belki içeride birtakım ekipler var, ama bir politik süreç sonucunda partide bir hâkimiyet değil, Erdoğan’ı etkileme üzerinden kurulmuş bir taktik siyasete sıkışmış durumdalar. Şu anda kimse, partinin içinde bir siyasî kanat olarak var olamıyor. Ancak bir eğilimi Erdoğan için daha mâkul halde göstermek ve en fazla, onu buna ikna etmek üzerine politika yapabiliyorlar. Konuşmaya kavramlar düzeyinde bakarsak: Aslında bunu MHP Kongresi ile birlikte, yani oradaki “birlik ve dirlik” sloganı ile buradaki “güven ve istikrar” dörtlüsünün, bir dörtlü Rabia olarak bugünü tarif eden, geçmişi yük olan, geleceğini kaybetmiş, bugünü korumak üzerine kurulmuş, zaten bir süredir izlediğimiz çizginin teyidi olarak görüyorum. Eğer bu bir manifesto ise, aslında yıllardır konuştuğumuz şeyin manifestosu: Durumu korumak. Kendi tabanına, kendi güvenliğini ve bu iktidarın devamı anlamındaki istikrarı hedef olarak koyan, MHP Kongresi’nde de daha çok Bahçeli’nin çizdiği çerçevede, temel beka kaynağı etrafında oluşturan bir söylemin neredeyse bütün attığı adımlarla aynen devam edeceğine ilişkin. Bu anlamda, bir kuvvetli lâf olmamakla birlikte, şöyle bir manifesto sonucu çıkartılabilir: “Değişen bir şey yok. Ne yapıyorsak onu yapmaya devam edeceğiz. Nasıl yapıyorsak, öyle yapmaya devam edeceğiz.” Biraz önce kadro meselelerinde de konuştuğumuz gibi, bence kabine açısından da öyle olacak. “Onu kimlerle yapıyorsak, yine öyle yapacağız.” Sonuçta “Ne yapıyorsak onu, nasıl yapıyorsak yine öyle ve aynı kişilerle yapmaya devam edeceğiz.”

Parti yönetimlerinin sayısal olarak genişlemesi, genellikle güçlenme anlarında olmaz, zayıflama anlarında olur. Daha fazla kullanılabilecek enstrümanı ya da memnuniyetsizleri dâhil ederek, biraz rahatlatmaya yarar. Parti kongrelerinde, başka partilerde de gördüğümüz gibi, birtakım yeni isimlerle sayı şişirilir. Ama buradaki kabine değişikliği de bence benzer biçimde olacak. Bunlar, bir siyasî tercih netleşmesinin ürünü değişiklikler değil. Ne genişleme böyle, ne de oraya seçilen insanlar böyle. Erdoğan’ın, şu ya da bu biçimde kullanmaya çalışacağı çeşitli araçlar açısından karşılığı olan insanlar. Dolayısıyla, siyasî değil, fonksiyonel tercihler.

Biraz önce Burak’ın söylediği gibi, bu kongreler süreci ve bu kongrenin kendisi de, hem AKP’nin ve AKP içindeki insanların, partiymiş gibi yapmasına hem de Erdoğan’ın siyaset yapıyormuş gibi görünmesine imkân sağlayacak bir müsamere olarak tertiplendi; lebâleb kongreler dâhil olmak üzere. Aslında, uzunca bir süredir siyaseti, iddia edildiği gibi siyaset dehasıyla değil, siyaset dışı ortaklar ve siyaset dışı yöntemlerle idare etmeye karar vermiş Erdoğan’ın, siyaset yapıyormuş gibi görünmeye ihtiyacı var.

Aynı şekilde, bir süredir parti vasfını kaybetmiş koca bir örgütün, bunun içerisindeki insanların, tabanının ve teşkilatlarının, sanki partiymiş gibi hissetmeye yeniden ihtiyaçları var. Üstelik de pandemi şartlarında, diğer partiler bunu pek fazla yapamazken, bunu bir üstünlük olarak tertip etmek, kongreleri dolduruyor olmak, oraya yapay bir heyecan taşımak, ondan sonra da bir beklenti üretmek gibi bir seri uygulandı. Ama bunların hepsi patlaya patlaya geldi. Dışarıdan bakan bizler için ya da ortalama kamuoyu açısından, “Ne oldu yani şimdi AKP Kongresi? Çok kritik açıklamalar olacaktı, bekledik bekledik, sonuç ne oldu? Ne için heyecanlanmış oldular?’’ düşüncesi, bence AK Parti tabanı için de geçerli. Kongre öncesinde yapılan o hamlelerin de açıkçası çok fazla bir motivasyon ürettiğini de düşünmüyorum. Eğer öyle üreteceğini varsaymış olsaydı, bugünkü konuşmasında onlara daha çok vurgu yapmasını beklerdik. Yani geçen haftalarda yaşadığımız saldırganlığı bir politik motivasyona çevirmek istiyor olsaydı ya da bundan öyle bir geri bildirim alıyor olsaydı, bugün bir manifesto değil ama, daha sivri bir konuşma bekleyebilirdik. O da olmadı. Hatta temel meselelerin hiçbirine temas etmeden, son derece yuvarlak ifadelerle geçti.

Çakır: Burak, Kemal’in söylediği istikrardaki vurgu, “Değişen bir şey yok, her şey böyle devam edecek” minvalindeki sözlere bakarsak, aslında değişen bir şey yok ama başta ekonomi olmak üzere ülkede çok ciddi sorunlar var. Sorunları da çözemeyen bir iktidar var. Ama bir taraftan da, istikrar talep ediyor. O zaman, sorunları çözmek konusunda, konuşmada da gördüğümüz ve çok da şaşırmadığımız, “Yastık altındaki altınlarınızı verin. Yurtdışında parası olanlar da getirsin. Yabancı sermaye, siz de gelin.” Ama niye? “Bize güvenin” sözleri…

Turhan: “Garantisi biziz.”

Çakır: İnsanlara bir güven vermek yerine, insanlardan, iktidarına güvenmesini istiyor. Aslında şöyle bir şey yapabilirdi: “Siz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak, kendinizi güçlü hissedin” değil, “Bana paranızı verin ve bana güvenin, merak etmeyin” dedi. Hatta yabancı yatırımcıya da bunu söyledi. “Türkiye güçlü ülkedir. Aldırmayın, yatırımınızı yapın” dedi, ama bunun olabilirliğini sunmadı. Bu “güven ve istikrar” sloganındaki “güven”, güvenlikçi siyasetle de çok örtüşüyor. Erdoğan’ın, söylemdeki bu “istikrar ve güven” vurgusunu, konuşmasında da çok iyi ifade edebildiğini düşünmüyorum. Belki o yüzden, Türkiye’nin dört bir tarafından otobüsler kaldırarak bu kadar çok kalabalığı toplayıp, böyle bir atmosfer yaratarak, birbirlerine bir şekilde güven duygusu aşılamaya çalıştılar. Ne dersin Burak?

Özpek: Öyle. O söylem, yani güvenlik üzerinden siyaset kurma meselesi bence bağımlılık yaratan bir şey. Adalet ve Kalkınma Partisi, 2015 Haziran’ından bu yana, bu söylem üzerinden ilerliyor. Bu şöyle bir şey: Sizin karşılaştığınız, iktidarınızı tehdit eden herhangi bir problemi, siyasî veya ekonomik bir akılla çözmek yerine, onu güvenlikleştirerek çözüyorsunuz. Bunun yapmaktaki murâdınız da, ülke içerisindeki muhalifleriniz bu konuyu kamusal tartışmanın bir parçası yaparsa, sizin o konunun ortaya çıkmasındaki eksikliğiniz ifşa olacak. Türkiye’nin uğraştığı sorunlara bakın, mesela Fethullahçılık meselesine, PKK meselesine, ekonomik meselelere bakın; terörden dış politikaya, ekonomiden ekolojik sorunlara kadar, bunların çoğunun müsebbibi zaten Adalet ve Kalkınma Partisi. Kendi yarattığı sorunları çözmek için daha fazla güç ve destek talep eden bir parti var karşımızda. Dolayısıyla, o güç talep etme sürecinde, doğal olarak muhaliflerin AK Parti’yi eleştirme süreci başlayacak. Fakat AK Parti bu sorunları çözme sürecinde, sağlıklı bir kamusal tartışa yaratmayı tercih etmiyor. Tam tersine, sorunların çözüm sürecini, muhalifleri ekarte etmek için bir fırsat olarak görüyor. Bu da 2015’ten bu yana, çok da fazla siyasetçi gibi davranmayarak, emek sarf etmeyerek, hem AKP’nin hem MHP’nin iktidarda kalmasını beraberinde getirdi. Daha önce de söylemiştim: Mesela, MHP 2018 seçimlerinden önce sadece 3 tane miting yaptı ve yüzde 10 oy aldı. 3 miting yaparak yüzde 10 oy almamalısınız, böyle bir siyaset kültürü olmamalı. Ya da sürekli olarak muhalifleri birbirine kışkırtma, birbirine kırdırma, onları kriminalize etme, yıldırma gibi bir söylem üzerinden, sizin yönetim yeteneğinizi artırmanız mümkün değildir. Fakat Adalet ve Kalkınma Partisi kötü yönettikçe, sorun çıkarttıkça, seçim kazanan bir parti hâline geldi; bu da onlarda bir bağımlılık yaptı kanaatimce. O bakımdan, şu âna kadar bildikleri, oynadıkları oyun ne ise, bence o oyunu oynamaya devam edecekler. Çünkü o oyunu oynarken kurulan ittifak, Sayın Cumhurbaşkanı’nın esnemesine de çok fazla müsaade etmiyor. Mesela, Naci Ağbal’ın göreve gelmesi, evet, rasyonel bir hamleydi. Fakat rasyonel hamle Cumhur İttifakı’nın kaldırabileceği bir şey değil. Ya da, şimdi Kürt ve İslâmcı kökenden gelen politikacıları partiye dâhil etti, onları biraz kullanmak isteyecek. Fakat Cumhur İttifakı’nın doğasını bilmek lâzım: Cumhur İttifakı’nın doğası, bu tip isimlerin yaratıcı politika önerilerine çok müsait değil ve bunun esiri olan bir AK Parti var. O yüzden “partinin otonomisi ortadan kalktı” diyoruz. Bu mekanizmayı Tayyip Bey bile isteye kurdu. İktidarı bunun üzerine inşa etti ve bunun üstüne Başkanlık Sistemi geldi. Şimdi âniden tutup yaratıcı önerilerle, daha geleneksel siyaset yöntemleriyle sahaya inmesini, açıkçası çok beklemiyorum.

MHP ile kurulan Cumhur İttifakı’nın gereklilikleri ne ise, hangi söylemler icap ediyorsa, hangi enstrümanlar kullanılmalıysa, sonuna kadar bunları kullanacaklar. İstikrardan kasıt, bence bu.

Çakır: Kemal’e sıra geldiğinde bu konuyla ilgili provokatif bir sorum olacak. Sana da soracağım o soruyu. İzleyenler bugünkü yayınımda görmüştür zaten. Cumhur İttifakı’nı çok uzun ömürlü görmüyorum. Onu da bugünkü kongreyle bağlantılandırıyorum. İbrahim, sana şunu sormak istiyorum. Sen ekonomistsin. Hem bürokraside çalıştın hem üniversitedesin hem siyaset de yaptın. Erdoğan’ın bugünkü konuşmasının en önemli temalarından biri ekonomi olmak durumundaydı. Daha yeni Merkez Bankası Başkanı’nı görevden almıştı. En son bir danışmanının sözü, “beyin jimnastiği yaptığı” yönündeydi. Ekonomi konusu benim çok anladığım bir şey değil, ama burada sahici bir şey göremedim. “Türkiye güçlü bir ülke. Ne badireler atlattık. Bize güvenin” demenin dışında bir şey görmedim. Var mıydı, yoksa hakikaten artık bunu söyleyebilme imkânı kaçmış durumda mı?

Turhan: Çok haklısın. Zaten konuşmamın başında da işaret etmeye çalıştığım şey oydu. Kemal Can da ona değindi. Mesela geçen hafta olan olayları düşünelim: HDP’ye kapatma davası, Gergerlioğlu hadisesi, İstanbul Sözleşmesi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile olan gerilim, Ayasofya İmamı’nın açıklamaları, Merkez Bankası Başkanı görevden alınmış, Pazartesi gününden beri Türkiye’nin birinci gündem maddesi. Sadece Türkiye’nin değil, uluslararası basının birinci gündemi oldu Türkiye ekonomisi. Çünkü Pazartesi biz Euro’yu düşürdük. Bu kadar basit geçiştirebilecek bir şey değil bu konu. Biz bunun acısını daha ileride göreceğiz. Hani sakatlanmalarda acıyı ilk anda hissetmezsin, ama eve gittiğinde ağrıyı çekmeye başlarsın ya? Tıpkı onun gibi. Finansal piyasalarda olan bu çalkantı, reel sektörü çok sert bir şekilde vuracak. Böyle bir ortamda, Erdoğan dış güçlere dilinin ucuyla, dudağının kenarıyla değindi. Sosyal medya iki gün, İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırdığı için Türkiye’ye bir finansal operasyon çekildiği söylentileriyle çalkalandı. Tabii zırva, hiçbir anlamı olmayan, zırva iddialar bunlar. Erdoğan konuşmasında bunların hiçbirisine yer vermedi. Sen arayıp “Akşam program yapacağız” deyince, ben o psikolojiyi de hissedebilmek için başından sonuna kadar o konuşmayı dinledim, yoksa içimde hiçbir istek yoktu. Yani vücut dilini okumak, o psikolojiyi anlamak istedim. Bir kere kesinlikle savunma psikolojisi ile hazırlanmış bir konuşmaydı. Konuşmasının başında, dolgu malzemesi olacak şekilde çok uzun bir süre ve anlamsızca, “Biz başladığımızda neredeydi, şimdi nerede?” dökümü yaptı. Asıl o kitleyi de motive edebilecek, dış güçler gibi, Türkiye’ye yapılan operasyon gibi, ekonomik terör gibi, finans çetesi gibi, Londra Baronu gibi söylemlerden hiç söz etmedi — ki bu söylemler Erdoğan’ın hep söylediği cümlelerdi. Faiz-enflasyon ilişkisine girmemesi çok dikkat çekiciydi. Onları bir tarafa bırakın, dediğim bu siyasal konulara bile değinmedi. Güvenlikçi politikaların bile söylemde yansıması yoktu. Kapanışta, “Söyleyecek çok şeyim var ama” diye bir liste yaptı ve onların hepsini oraya sıkıştırdı. Ama anayasa meselesi dışında hiçbirisini açmadı. Orada da bana çok ilginç gelen bir şey var: “Diğer partilerin anayasa hazırlıkları olduğunu biliyoruz” diyerek, önümüzdeki yıl ortasına kadar da bir zaman sınırı belirledi. Bu da anlamlı bir şey değil. Son 1 haftada yaptıklarına bakıyorsunuz, söyleme bakıyorsunuz, genel siyasal gidişata bakıyorsunuz; AK Parti ve ve Cumhur İttifakı’nın izlediği çizginin, diğer siyasî partilere “Gelin oturalım, beraber bir ortak toplumsal bir sözleşme imzalayalım” diyebilecek bir durumu yok ki. Dolayısıyla, tespitinde çok haklısın Ruşen. Kemal Can, “Grup konuşmasını andıran” bir konuşma olarak nitelendirdi. Grup konuşmaları bile bundan daha heyecanlı oluyor. Orada bile, o haftanın gündemiyle ilgili önemli bir şey varsa, onları daha fazla öne çıkartıyor. Pazartesi’den beri ülke yangın yerine dönmüş, borsa yüzde 10 düşmüş, kur yüzde 10 artmış, Türkiye’deki bütün varlıkların değeri düşmüş, uluslararası ekonomi basını Türkiye’yi birinci sıraya getirmiş… İşin vahametinin anlaşılması için söylüyorum: Türkiye Pazartesi günü Euro’yu, Avrupa borsalarını düşürdü. Böyle bir şok yaşandı. Çünkü insanlarla alay eder gibi bir hamle yapıldı. Dolayısıyla böyle bir ortamda, konuşmada ekonomiye bu denli az yer verilmesi ve Erdoğan’dan normalde duymaya alıştığımız söylemlerin bile ifade edilmemesi çok dikkat çekiciydi gerçekten.

Çakır: Kemal, az önce sana soracağım bir provokatif sorudan bahsetmiştim. Bugünkü yayınımda şöyle bir şey söyledim: Cumhur İttifakı vurgusu, gerek konuşmada, gerek salonda çok fazlaydı. Bu kadar çok vurgu yapılması, bana Cumhur İttifakı’nın ömrünün çok uzun olmadığı düşüncesini pekiştirdi. Burada da referansım, bizzat yerinde izlediğim, Erdoğan’ın Fethullah Gülen’e “Hocam artık Türkiye’ye gel” çağrısını yaptığı konuşmaydı. Türk Telekom Arena Stadyumu’nda yapılmıştı o konuşma.

Turhan: Evet, Türkçe Olimpiyatları Kapanış töreninde. 

Çakır: Ondan sonra da savaş başlamıştı. Şaka bir yana, bu kadar fazla Cumhur İttifakı vurgusunun yapılması, bana, Erdoğan’ın bir arayışta olduğunu düşündürdü. Bu kadar düşük profilli bir konuşma olması ve büyük bir güç gösterisi yapma ihtiyacının bu olduğunu düşünüyorum. Ama bu söylediğim çok spekülatif. Spekülasyon yapmakta bence bir mahzur yok, çünkü bugünkü kongreye gelene kadar öyle şeyler oldu ki, Tansu Çiller’den bir sürü isme kadar herkes AK Parti’ye girdi, yönetici oldu. Erdoğan genel başkanlığı bıraktı filan. Bu spekülasyonların ardından bunları yaşadık. Bunların spekülasyon olduğunun farkındayım, ama buradan bir tartışma çıkabilir sanki. Biraz önce Burak’ın söylediği “Cumhur İttifakı’nın dar siyaset alanı ve burada bir siyasetin yapılamıyor olması” nedeniyle belki de Erdoğan buradan çıkmak istiyor olabilir. Ne dersin?

Can: Senin spekülasyonuna hemen cevap vereyim: Bence öyle bir şey yok.

Çakır: İyi o zaman tamam, konuşma bitti.

Can: Kurulduğundan beri, bu ittifakın çok sağlam olmadığını, her an bozulabileceğini düşündüğünü biliyorum. İlaveten, erken seçimin de her an olabileceğini düşünüyorsun.

Çakır: Erken seçim konusunda beni solladılar. Daha dün, Kadri (Gürsel) ile yaptığım yayında Kadri tarih bile verdi.

Can: Bu dediğin mantıkla bakıldığında, Erdoğan’ın daha önceki hamlelerine referansla söylediğin şey, yani böyle bir arayışın olması veya bu vurgunun çok olmasının illa bir garanti oluşturmadığı, çok mümkün bir şey. Ben bunun tersini de söyleyebilirim. Bu, Bahçeli için de aynı şekilde geçerli. Ama ben bu ittifak meselesine, her zaman bu tarafların niyetlerinden bağımsız, onu üreten koşullar üzerinden bakarak bir devam ya da final tarif edilebileceğini düşünüyorum. İnsanların kafasında, “Ya, bu iyi oldu, iyi olmadı”, her iki tarafın da zaman zaman gidip geldikleri, başka yoklamalar yaptıkları, her zaman problemli olan, zaten iki yapı olarak bir arada bulunmaları da zaten son derece zor olan bir şey var. Dolayısıyla, bunların kendi niyetleri, istekleri, arzuları üzerinden bakıldığında, sürekli sorun potansiyeli olan bir şey. 

Ama buna karşılık, bu ittifaka doğduğu andan itibaren, 7 Haziran 2015’den bile önce Erdoğan’ın kafasında Cemaat’le ilgili problemin, yani ona devletin kapılarını açabilecek partner konusundaki tercih değişikliği ve Kürt politikasında kendi çıkarının ne olduğu konusundaki tercihi değiştirdiği âna kadar geri götürüyorum. Bunu “Seni başkan yaptırmayacağız” seçimine kadar geri götürebiliriz. Bu ittifakı mümkün kılan koşulların, Erdoğan açısından değişmediğini, bunun yerini alabilecek bir alternatifin oluşmadığı üzerinden bakıyorum. Dolayısıyla, “Bu ittifak çatlar mı patlar mı?” tartışmalarının, çatlağın kendisini görünür kılan taraflarıyla değil, aslında onları bir arada tutan… Zaten çatlak, patlakken, ayrı ayrı bir şeylerken, ama onu birtakım yapıştırıcılarla bir arada tutabilen dinamiğin çözülüp çözülmediğine bakarak anlamaya çalışıyorum.

Çakır: Sen “O dinamik çözülmedi, devam ediyor” diyorsun.

Can: İki türlü çözülmedi: Birincisi, biraz önce Burak da söyledi; Erdoğan’ın tercihlerinden, attığı adımlardan, bugün yaptığı konuşmasından, yeni bir rotanın en azından yoklamasını yaptığını anlıyoruz. Evet, birtakım reformlar dillendirip başka zeminlerde bir değişikliğin nasıl destek alabileceğinin yoklamalarını yapmış olabilir ama, kendi siyasî gücünü dönüştürme konusunda bir hazırlık yapmadı. Bugünkü konuşması da aslında siyasî bir konuşma değil. Aslında herhangi bir bürokratın Meclis’te faaliyet raporu sunması gibi bir şey. Ortalama bir bürokrat, “Ne yaptınız kardeşim?” diye sorulduğunda aşağı yukarı böyle anlatır. Bir siyasî lider geçmişini böyle anlatmaz. Ama biraz önce de değinildi: 20 yıllık bir iktidar geçmişiyle gelen AKP, bugün İstanbul Sözleşmesi açısından da, ekonomik kararlar açısından da, çözüm süreci açısından da, Avrupa politikası açısından da, artık kendi geçmişinin yük olduğu bir süreci yaşıyor. Artık geçmişe attığı, geçmişteki yönetimlerin neden olduğu problemleri çözen bir iktidar olarak kendini sunma rahatlığından âzâde bir durumda. Artık kendi yarattığı sorunlarla, ancak o sorunları reddederek, yok farz ederek, inkâr ederek baş etmek durumunda. Geçmişi yük olmaya başladı, bir gelecek kuramıyor ve bugüne sıkışmış durumda. Bu politik alanda, Erdoğan açısından, reform ya da başka bir yolla… bunun zemini yokladı ya da yoklamadı, attığı adımlar karşılık buldu ya da bulmadı. Bunun alternatifi ne? Kendi söylediği “güven ve istikrar”ı mevcut politikada bulamayacaksa, bu iktidarın istikrarı burada değilse, “Nerede yeniden kurulabilir?”in benim için cevabı yok.  Benim için olmamasının nedeni, Erdoğan için böyle bir cevap göremiyor olmam. Bence çok net biçimde, o da göremediği için bu yoldan devam ediyor. Reel politik zeminde sadece bir ittifak değişikliği, sayısal olarak MHP’yi çıkartıp, İYİ Parti’yi koymak gibi bir değişiklik aritmetik olarak tartışıldı. Ama Bahçeli tarafından da çok net ve daha vurgulu olarak söylenen ve bugün de Erdoğan’ın tekrar ettiği gibi, bu bir aritmetik ortaklık değil. Dolayısıyla, alternatifi de aritmetik olarak oluşturulamaz. Senin spekülasyonuna buradan baktığımda, ben bir cevap göremiyorum. Bu olasılık mıdır? Evet, her zaman olasılıktır. Ama şu anda, ne bu ittifakı mümkün kılan dinamiği değiştiren bir şeyi, ne de bununla ilgili bir imkân ve alternatifi görmüyorum. Açıkçası Erdoğan’ın da bunu görmediği için bu yolda devam ettiğini düşünüyorum.

Çakır: Burak şunu sormak istiyorum: Berat Albayrak varken işimiz kolaydı. Çünkü post-Erdoğan süreci için ilk aklımıza gelen isimdi. Olup olmayacağı ayrı mesele, ama bir tür veliaht olarak görülüyordu. Erdoğan da bunun zemini sağlıyordu. Ama onun beklenmedik istifası işleri karıştırdı. Bu kongrede çıkan liste veya öne çıkan isimler –ki Erdoğan’dan başka öne çıkan birilerinin olduğunu da sanmıyorum–, Erdoğan sonrası AK Parti ya da iktidar konusunda hiçbir işaret vermedi. O zaman, kabine değişikliği gibi bir şey mi bekleyeceğiz, yoksa gerçekten bu böyle gidecek mi? Erdoğan’la başlayıp, Erdoğan’la bitecek bir iktidardan mı bahsediyoruz? Ne dersin Burak?

Can: Tabii. Kemal Can’ın “bugüne sıkışmak” diye tabir ettiği şey tam olarak bu. Bu partinin inkâr ettiği bir mirası var ve bir gelecek vizyonu yok. Sadece bugünü yarına taşımak ve bugünü ilânihâye yaşamak gibi bir amacı var. Yani erişmek istediği, evrimsel olarak tarihi götürmek istediği bir yer yok. Üstelik geldiği noktayı borçlu olduğu tarihi de inkâr ediyor, dolayısıyla bugüne sıkışmış bir parti. O yüzden bir parti genel kurulundan ziyade  bir bayi toplantısı ya da bir şirket toplantısı gibi bir durumu andırıyor. Bu enteresan bir sıkışmışlık hâli gerçekten. Tayyip Bey’in yönetmek gibi bir arzusu var. Bunu da belirli kurallar ve kurumlar dâhilinde yapmayı tercih etmiyor; yani keyfe keder yönetmeyi istiyor. İlkan Dalkuç’un söylediği bir lâf var, çok hoşuma gidiyor: “Tayyip Bey’in derdinin 82 Anayasası olduğunu düşünmüyorum; başlı başına Anayasa olduğunu düşünüyorum” diyor. Keyfe keder yönetmek de beraberinde aritmetik olmayan ortalıkları getiriyor. Demokrasilerde ittifak olur, ama hiç kimse mezara kadar birbiriyle ittifak yapmaz. Demokrasiyi de geçtim, siyasî olarak ittifak kavramından konuşuyorsak, bu kavram ortaya atıldığı andan itibaren, mezara kadar sürecek bir birliktelikten bahsedilemez. O zaman iki farklı yapının olması çok manasız hâle gelir. Fakat Erdoğan bunu tercih ediyor. Fethullahçılar’la da böyle bir tercih sonucunda birlikte olundu ve kimin ne aldığı, kimin kime karşı sorumlu olduğu, kimin neye yetkili olduğu hiçbirimiz tarafından anlaşılamadı. Şu anda da bir ittifak var. Bu ittifak Türkiye’yi yönetiyor. Fakat kim kime ne söz verdi, kimin hangi konuda ne sorumluluğu var, hangi koşullarda bu ittifak bozulur, hangi koşullarda devam eder biz açıkçası bilmiyoruz. Bunu bilmememizin sebebi, Tayyip Bey’in böyle bir yönetimi tercih etmesi. Keyfî olarak, kamusal alanla özel alan arasında bir ayrım yapmıyor. Yani devleti kendi özel mülkü olarak görüp o irade ile yönetmeye çalışıyor.

Mamafih, bu son kurduğu cepheleşme hattı milli güvenlik üzerine kurulu. Ama bu hat siyaseten ona kaybettiriyor. Şu âna kadar kurduğu kutuplaşma hatları, bir şekilde hem ülkeyi yönetmesine cevaz veriyordu, hem de seçimleri kazanmasına yardımcı oluyordu. Mesela sivilleşme ile statüko arasında bir kutuplaşma hattı kurduğunuz zaman, Kürtler’i yanınıza çekemeseniz bile, muhalefetle beraber hareket etmekten alıkoyabiliyordunuz; siyaseten mantıklı bir projeydi. Şimdi milli güvenlik üzerine bu hattı kurduğu zaman karşısında bir koalisyonu kurmayı başardı. Yani Tayyip Bey sadece kendini tahkim etmiyor, muhalefeti de tahkim ediyor. Muhalefetin arasında çıkabilecek herhangi bir sorun hızlı bir şekilde çözülüyor; çünkü alternatifi Tayyip Erdoğan’ın devam etmesi. İlginç bir şekilde, bu milli güvenlik söylemi siyaseten Tayyip Bey’e kaybettirmeye başladı. O ütopya ortadan kalktı; hem seçimleri coşkuyla kazanıp hem ülkeyi hesap vermeden yönetme ütopyası ortadan kalktı. Ben biraz kitabın biraz ortasından konuşayım: Cumhur İttifakı meselesi Tayyip Bey’e ülkeyi istediği gibi yönetme hakkını veriyor ve Sayın Cumhurbaşkanı bundan dolayı çok mutlu; bunun böyle devam etmesini istiyor. Böyle devam ederse, muhtemelen çok ağır bir şekilde kaybeden tarafta olacak. İleride, kendisine, güvenlik adına, beka adına siyasî süreçleri askıya alma gibi tekliflerde bulunulacak. Yine kitabın ortasından konuşayım. Kitap derken, demokratikleşme literatürünün önemli bir kitabı aklımda, onun ortasından konuşuyorum. Otoriter sistemler kartel ittifaklarıdır. Otoriter sistemlerde bu ittifak verilerinin birbirleriyle olan ilişkisini belirleyen şey, bu sistemin merkezinde olan şeyin meşruluk dayanağıdır. Eğer orduya yaslanıyorsa, meşruluğunu ordudan alır; orduya hesap verir. Bir partiye yaslanıyorsa partiye hesap verir. Tayyip Bey halka yaslanıyorsa –ki öyle– onun ittifak ortaklarıyla ilişkisini belirleyen şey de, bu halktan aldığı meşruluktur. Yani Tayyip Bey halktan meşruluk alacak ki Devlet Bey’e ya da diğer aktörlere karşı güçlü olsun. Eğer meşruluk kaynağını değiştirmeye ikna ederlerse, kişisel olarak Tayyip Erdoğan hikâyesi de değişik bir şekilde sona erer. O yüzden büyük bir sıkışmışlık olduğunu düşünüyorum. Kemal Can o sıkışmışlığa “bugüne sıkışmak” diyerek gayet güzel bir isim koydu. Bugünü, önümüzdeki 100 sene boyunca aynı bugünmüş gibi yaşamaya çalışıyor. Oradan hareket etmezseniz, bunu aşmazsanız, o sizi arada sıkıştırabilir.

Can: Kısa bir şey söyleyeceğim: Bütün bu sürecin içerisinde, yeterince dikkatle bakmadığımız bir başka dinamik işliyor aslında. Bu, sanıldığı gibi, ittifak ortaklarının ya da Erdoğan’ın, Bahçeli’nin doğrudan yönetebildiği bir süreç değil. Ama bu sıkışmışlık hâli, siyasî tabanı tuhaf biçimde… Yani sadece partiler parti fonksiyonlarını kaybetmiyorlar. Tabanların temel refleksleriyle ilgili bir bozulma ortaya çıkıyor. Yani AKP’lileşmeye başlamış bir MHP, MHP’lileşmiş bir AKP tabanı biçimleniyor. Bu, çok aşağıda yaşanan bir şey ve bunu çok yukarıda izleyemiyoruz. Bunun işaretlerini birtakım araştırmalardan alıyoruz, ama çok fazla bilmiyoruz. Bu, süreç olarak, Rabia’nın “tek bayrak, tek millet, tek dil” hâline dönüştüğü 2016’dan, 2018’de de Bahçeli’nin “Biz de artık gericiyiz” lâfıyla bütünleşen, ikisinin kurdukları siyasî ittifakın dışında, taban reflekslerini aynılaştıran bir süreci çalıştırıyor. Mesela, bugün seninle Whatsapp üzerinden yazıştığımız, MHP içerisinde de olgunlaşmaya başlayan yeni bir rahatsızlık, milliyetçi tabandaki…

Çakır: Evet. Yarın Atila Kaya stüdyomuza gelecek, onu da konuşacağız. 

Can: Evet. Mesela bu, çok anlayamadığımız, işaretlerini az görebildiğimiz, daha derinde cereyan eden bir başka problem. Bu, bütün dünyada da yaşanan bir problem. Merkez çökmesiyle birlikte, ağırlık noktasının daha sorunlu sağa doğru kayması, bildiğimiz taban dinamiklerini de bozan başka bir süreç yaratıyor. Bunun hakkında az şey biliyoruz. Demin Burak’ın söylediği çok önemli. Erdoğan, bu ittifakın oy taşıma görevlisi. “Bahçeli 3 oyla yetki alıyor” deniyor ya? Bahçeli başından itibaren, buranın sayısal sorumluluğuyla ilgili bir adam değildi; hiçbir zaman böyle bir rolü olmadı. Buraya rıza getirme görevi Erdoğan’ın. Buraya kitlesel destek sağlayıp bu iktidara meşruiyet üretmek görevi Erdoğan’ın. Şimdi, siyaset yapıyormuş gibi davranma ihtiyacı da buradan doğuyor. Ama bu taban reflekslerinin ve bu tabandaki azgın azınlığın belirleyiciliği, başka bir bozulma yaşatıyor. Onun sonuçlarını henüz bilmiyoruz, görmüyoruz ve çok az veriye sahibiz. Bunlar parti olmadıkları için az veriye sahibiz. Parti olsalar, bu eğilimleri, belirgin halde önümüzde görür ve üzerinde konuşabilirdik.

Çakır: Yarın eski MHP Genel Başkan Yardımcısı Attila Kaya stüdyomuza konuk olacak. Kendisiyle MHP tabanının AKP’lileşmesinden rahatsızlık duyan eski tür ülkücülerin tepkilerini ve arayışlarını konuşacağız. İbrahim seninle bitirelim. “Kongreden pek bir şey çıkmadı, kabineden çıkacak mı?” sorusunu sana sorayım. Tabii ki en câzip konu: Berat Albayrak. Babası Sadık Albayrak, dünür, kongrede Cumhurbaşkanı’nın arkasında oturuyordu. İnsanlar Berat Albayrak’ı da bekledi ama listede yoktu.

Turhan: Kongrede de yoktu zaten.

Çakır: Kongrede yoktu evet, ama kabinede olacak mı? Bunu spekülasyon anlamında sormuyorum, ama bu kongrenin havasından anladığım kadarıyla, kabinede birileri değişecek, ama çok büyük, önemli, üzerine saatlerce konuşacağımız değişiklikler olmayacak gibi geliyor bana. Sen ne dersin?

Turhan: Orada şöyle ilginç bir şey var: Tayyip Erdoğan aynı zamanda Cumhurbaşkanı olduğu için, bir parti genel başkanvekili vardı. O da Numan Kurtulmuş’tu. Bu kongrede sayı ikiye çıktı. Binali Yıldırım da oraya eklendi ve partinin iki başkanvekili oldu.

Çakır: Eş Başkan oldular.

Turhan: Bu niye yapıldı? Oraya bir soru işareti koyalım. Ekonomik reformları açıklarken, Cumhurbaşkanı “Bir Ekonomi Koordinasyon Kurulu kuruyoruz. Bu, 1 Cumhurbaşkanı yardımcısının koordinasyonunda olacak” dedi. Buradan benim çıkardığım, sanki kabinede de, ikinci bir Cumhurbaşkanı Yardımcılığı ihdas edilecekmiş diye okuyorum. Dediğim gibi bu, pür spekülasyon. Böyle bir şey olacaksa, o Ekonomik Koordinasyon Kurulu’ndan sorumlu Cumhurbaşkanı Yardımcısı’nın kim olacağı çok önemli olacak. Kabine değişikliği ile beraber burada böyle bir sürprize uyanırsak, o zaman genel ekonomik yapıyla ilgili, içinde bulunduğumuz durumu mumla aratacak daha farklı şeyler konuşmaya gerçekten başlayabiliriz diye düşünüyorum. Ama onun dışında, ne AK Parti MKYK’sının bir işlevselliği kaldı, ne AK Parti MYK’sının, ne de bakanların bir işlevselliği kaldı. Birçok noktada, hatta çok alt düzeydeki bürokratlar bile, birtakım kararları alırken doğrudan Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan talimat alarak, ya da en azından oraya bakarak hareket ediyorlar. Dolayısıyla bu yapı içerisinde bakanın kim olduğunun bir önemi kaldığını düşünmüyorum. Çünkü bakanların ya da parti kurullarının önemi, gerçekten siyaset yapılan ortamlarda bir değer ve anlam taşır. Kemal de, Burak da AK Parti siyasetinin nasıl siyasetsizleştiğini anlattılar. Onlara yüzde yüz katılıyorum. Hatta benim AK Parti çevrelerinden irtibatta olduğum, özellikle Milli Görüş kesiminden gelen insanların bir kısmı, son dönemde çok sert ifadelerle bundan yakınıyorlardı. “Tabandan ve siyasetten koptuk. Siyaset yapmıyoruz. Bu partiyi yeniden siyasetle değiştirmek lâzım” şeklinde serzenişler vardı. Bu kongreye bu yüzden biraz umut bağlamışlardı, ama o umutların bir başka bahara kaldığını görüyoruz. Dolayısıyla, kabinede yeni bir program yapmamızı gerektirecek bir değişiklik olacağını sanmıyorum.

Çakır: O sözünü ettiğin Ekonomi Koordinasyon Kurulu kurulur ve başına da yeni Cumhurbaşkanı Yardımcısı olarak Berat Albayrak gelirse, yine bu dörtlüyü kurarız. O kaçınılmaz olur. Onun üzerine konuşmak gerekir herhalde. Çünkü orada hâlâ “Niye gitti? Arada ne yaptı?” Gelirse, “Niye geri geldi?” soruları duruyor. Üzerinde konuşmak ilginç olur.

Evet, programı burada bitiriyoruz. Burak Bilgehan Özpek, İbrahim Turhan ve Kemal Can’la AK Parti’nin 7. Olağan Büyük Kongresi’ni değerlendirmeye çalıştık. Hepinize çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkürler. İyi akşamlar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.