Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İktidarın yönetememe krizini muhalefetin yönetememe krizi

Ruşen Çakır, ekonomik kriz derinleşmesine rağmen iktidarın yaşadığı yönetememe krizinden muhalefetin istifade edememesini değerlendirdi.

Spotify’dan dinleyebilirsiniz:

Yayına hazırlayan: Betül Gökce

Merhaba, iyi günler. İyi hafta sonları ve tabii ki iyi Ramazanlar. Bugün Ramazan da başladı. Normal şartlarda bu saatte “İki Satır” yayını olması gerekiyor. “İki Satır”ı bir süredir yapamıyor Hakkı ve Bahadır. Bu hafta yapacaklardı, ama bu hafta da bir talihsizlik oldu. Hakkı covid oldu. Kendisine, eşiyle berâber ikisine de çok geçmiş olsun diyoruz. En kısa zamanda tekrar döneceklerini umuyoruz. Çünkü soranlar var, onu özellikle söyleyeyim. Ama bu hafta da yayınları olamıyor ve benimle idâre edeceksiniz. Benim de başlığım, o çok kullandığım “İktidarın yönetememe krizi”ne bir de “Bunu muhâlefetin yönetememesi”ni ekledim. Yani “İktidarın yönetememe krizini muhâlefetin yönetememe krizi” diye söyledim. Aslında muhâlefetin bundan istifâde edememe krizi de diyebiliriz. İkisini de söyleyebiliriz. 

Şimdi, son dönemde benim meşhur iyimserliğimin geri planda kaldığını ben de görüyorum — sâdece izleyenler değil. Özellikle ekonominin bu kadar berbat bir durumda olduğu, artık berbat lâfının da yeterli olmadığı… meselâ asgarî ücret açıklandı ve hemen, kısa bir süre içerisinde, çalışan milyonlarca insan için bir anlamı kalmadı ve iktidar da hâlâ asgarî ücrette bir ara düzenleme yapıp yapmayacakları konusundaki sorulara ya cevap vermek istemiyor ya da umut vermiyor. Anlaşıldığı kadarıyla yapmayacaklar. 

Çok büyük bir yoksullaşma var ülkede. Çok büyük bir yoksullaşma var, sınıf farkları iyice açılıyor ve bir diğer yandan da bu farkların açılmasına paralel olarak, birileri servetlerine servet katmaya devam ediyorlar ve bu konudaki eleştirilerin bastırılması için de, özellikle az sayıdaki medya çalışanına, torba yasaların içerisinden çıkacak yeni yasalarla engel getirilmek isteniyor. 

Burada esas amacın o “Beşli Çete” diye adlandırılan kişileri korumak olduğu muhakkak. Şu hâliyle bakıldığı zaman, Türkiye’de Erdoğan’ın bir seçim kazanma ihtimâli kesinlikle yok. Yeniden bir seçim kazanma ihtimâli kesinlikle yok. Bu uzun zamandır böyle. Ben bunu söylemeye başladığımda –ki tek ben söylemiyorum, başka birçok kişi de söylüyor– ekonomik kriz bu kadar derin değildi. 

Ekonomik krizin bu kadar derinleşmesiyle artık Erdoğan’ın seçim kazanmasının iyice imkânsızlaşmış olması gerekiyor. Bunu özellikle bir yere yazmamız lâzım. Ve bu yönetememe krizinin en önemli yönlerinden birisi, artık ekonominin hiçbir şekilde dikiş tutmaması. Ekonomiyi yönetememesi ve ekonomide de her geçen gün daha düşük kaliteli kişilerle yönetmeye çalışması.

En son geldiğimiz yerde, ekonomist olmayan bir Ekonomiden Sorumlu Bakan’ımız var. Ekonomist değil ama popülist, sürekli birtakım sözlerle insanları ne yapmaya çalışıyor? Yatıştırmaya çalışıyor, ama bu kolay kolay hallolacak bir mesele değil. Dolayısıyla Erdoğan’ın bu hâliyle kazanma ihtimâli kesinlikle yok. Bunu çevirebileceğini de açıkçası sanmıyorum. 

Fakat burada işte, çok ince bir noktayla karşı karşıya kalıyoruz: Erdoğan’ın kaybetmesinin kesin olması, birilerinin kazanmasını berâberinde getiriyor; ama biz hâlâ o kazananı görebilmiş değiliz. İşte sorun burada düğümleniyor. 

Burada muhâlefetin kendini iyice göstermesi, olaya iyice hâkim olması ve kitleleri de peşinden güçlü bir şekilde sürükleyebilmesi, bir heyecan yaratması ve bu yaratılan heyecanla birlikte tereddütte olan, Erdoğan’a bir daha oy verip vermemekte tereddüdü olan insanların da, “Artık bu devir kapanıyor, ne olursa olsun, artık bir geri dönüşü yok” noktasına gelebilmesi gerekiyor. İşte Türkiye’nin şu anda yaşadığı mesele esas olarak bu. 

Şimdi şöyle bir husus var, onu özellikle vurgulamak lâzım: Muhâlefetin Erdoğan’ın krizinden istifâde edememesi kimin işine yarıyor? Tabii ki Erdoğan’ın işine yarıyor. En azından iktidardaki ömrünü uzatıyor. İktidardaki ömrünü uzatmasından kastım, seçimi herhalde zamanında yapacak. Öyle gözüküyor. Hâlâ birileri bir baskın seçim olabilir düşüncesine sâhip. Ben uzun zamandır Erdoğan’a bir rasyonalite yükleyerek, bir mâkullük yükleyerek, ekonomi daha da kötüye gitmeden onun bir an önce seçime gitmesini ve alabildiği kadar oyla, çok büyük bir hezîmet yaşamadan muhâlefete geçmesini bekliyordum. Böyle bir şeyi yapmadı Erdoğan. Yapacağa da benzemiyor. Burada tabii kendi oyun kuruculuğundan ziyâde, karşısındakilerin oyun kuramamasını temel alıyor. İşte sorun burada. 

Erdoğan uzun bir süredir içeride topluma bir şey vaat etmeyi çoktan bıraktı. Yapamıyor zâten. Bunu böyle yoruldu da bıraktı değil. Deniyor, olmuyor. Bunu özellikle kutuplaşma üzerinden yapmaya çalıştı. Orada artık bayağı bir tıkandı. Bunu gördük: En son yerel seçimler bunun artık kolay kolay mümkün olmayacağını bize gösterdi. Sorunları yok sayarak ve insanlara başka şeyler anlatarak işi sürdürmeye çalıştı. Ama ekonomi o kadar vahim bir noktaya geldi ki artık kendisi de kabul etmeye başladı. “Sıkıntılar var. Sabırlı olun. Beraber aşacağız” diyor. Ama bunu nasıl yapacağını, yapabileceğini söyleyemez bir halde. Fakat ne oluyor? Burada dünkü yayında Kemal Can’ın bir kere daha vurguladığı gibi: İnsanları alıştırıyor. 

Öyle bir şey oluyor ki, dolar ilk çıktığı zaman çok büyük bir infial yaratıyor. 10’dan sonra 18’e kadar geldiği zaman insanlar kanıksıyor. Ya da akaryakıt fiyatlarına yapılan ilk zamlarda çok büyük bir tepki oluyor ya da bir endîşe görülüyor. Ondan sonra bir alışkanlık yaşanıyor. Bu alışkanlığın yaşanabilmesinin, insanları alıştırabilmesinin sihirli formülü, kendisinden ziyâde rakiplerinde. O sorunlar bâriz bir şekilde yaşandığı zaman bu sorunları toplumun gündemine açık bir şekilde taşıyıp ve kendi iktidarlarında bu sorunların kesinlikle çözülebileceğini iknâ edici şekilde anlatabilmeleri hâlinde, bu sorunların hepsi Erdoğan’ın önünde çok ciddi ayak bağları olacaktı. Ama şu hâliyle bakıyoruz ki, her zam –doğalgaza, elektriğe, şekere, akaryakıta, şuna buna gelen, gelecek olan– çarşıya, pazara çok ciddi bir şekilde yansıyan, ulaşıma yansıyan her zam, toplumda artık bir şekilde alışkanlık yaratıyor. Buradan bir siyâsî hareketliliği insanların kendiliğinden çıkarmasını beklemek çok fazla gerçekçi değil. 

Dünyanın değişik yerlerinde buna benzer olaylar oldu. Toplumsal hareketler, sokağa taşmalar çok cidî bir şekilde oldu. Ortadoğu’da da oldu. Lübnan’da, Irak’ta da oldu. Batı’da da oldu. Ama Türkiye’de olmuyor. Pek olacağa da benzemiyor. 

İşte burada muhâlefetin çok ciddî bir şekilde bu olayı, özellikle başta ekonomi olmak üzere Erdoğan’ın yönetemediğini, kendilerinin yönetebileceğini göstererek bir seçmen desteğine dönüştürebilmesi ve toplumsal bir hareketlilik yaratabilmesi gerekiyor. Şunu gördük: Tek tek liderler, Kemal Kılıçdaroğlu, Meral Akşener, Ahmet Davutoğlu, Temel Karamollaoğlu ya da Ali Babacan. Bunlar tek başlarına belli bir yere kadar insanlara bir meram anlatabiliyorlar. Bir alternatif sunabiliyorlar. Meselâ Meral Akşener’in grup toplantıları, Kemal Kılıçdaroğlu’nun evinden yaptığı beyaz gömlekli videolar belli etkiler yaratabiliyor ya da Kılıçdaroğlu’nun en son istatistik kurumuna yapmaya çalıştığı gibi, Merkez Bankası’na yaptığı gibi o baskınlar belli bir etki yaratabiliyor. 

Fakat artık olması gereken, çoktan olması gereken; tek başına iktidarı alması mümkün olmadığı için, muhâlefetin birlikte bu sorunları çözebileceğini, birlikte ülkeyi yönetebileceğini gösterebilmesi gerekiyor.

Tekrar tekrar aynı şeyi söylemek durumunda kalıyoruz. Bu gecikiyor. Geciktikçe Erdoğan içeride yapamadığını, dışarıda birtakım hamlelerle yapıyor; en son Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini kullanarak imajını düzeltmeye, tekrar kendine bir güçlü lider havası vermeye yönelebiliyor. 

Dış politikaya son dönemde aşırı vurgu yapıyor olmamın nedeni, Erdoğan’ın buna aşırı vurgu yapıyor olması. Son dönemde Erdoğan’ı daha çok konuşuyor olmamızın nedeni, gazeteciler olarak gündemi tâkip etmek zorunda olduğumuz için realitenin bu yönde olması. Yoksa bu bir siyâsî tercih falan değil. 

28 Şubat’ta altı liderin yaptığı ortak deklarasyon için atladım gittim. Belli bir heyecânı gördüm orada, ama bunun ötesinde, bunun sürdürülebilir ve topluma yansıtılabilir olması gerektiğini, ama tam olarak gerçekleşmediğini gördük.

Bunları söylemek bütün gazetecilerin boynunun borcudur. 

Şunu özellikle tekrar tekrar söylemek istiyorum: Burada Erdoğan’ın şapkadan bir tavşan çıkarma imkânı yok; çünkü şapka yok. Tekrar tekrar bunu söylüyorum. Fakat karşı tarafın oyununu daha kurmadan bozabilme imkânına sâhip; devletin imkânlarını sonuna kadar da kullandığı için, arkasında ne işe yaradığı çok belli olmamakla berâber çok güçlü bir medya olduğu için, ülkenin istihbârat servisinin vs.’sinin, bürokrasinin her şeyinin, polisin şunu bunun, tam anlamıyla onun kontrolünde ve onun istediği şekilde çalıştığı için, bütün bunları karşı tarafı bozarak, kendi zaafını, kendi zayıflığını, kendi iktidârı kaybetmesini örtmeye çalışan bir Erdoğan’la karşı karşıyayız. 

Dolayısıyla buna karşılık muhâlefetin tabii ki kısıtlı imkânlarla, tabii ki çok ciddi baskılarla, çok ciddi tertiplerle mücâdele ederek bunu bertaraf edebilmesi gerekiyor. Ama şunu özellikle söylemek lâzım: Çok slogan bir söz belki ama, tarihin akışını durdurmak mümkün değil. Artık bu devir kapanıyor. Tarih, koşullar, konjonktür, her şey muhâlefetin hizmetinde.

Muhâlefetin bunu yapabilmesi, Erdoğan’ın yönetememe krizini muhâlefetin yönetebilmesi gerekiyor. Bunun çok zor bir şey olduğunu açıkçası sanmıyorum; hele imkânsız olduğunu hiç sanmıyorum. Ama şu hâliyle gördüğüm kadarıyla, bu son yapılan toplantılar vs. hâlâ olayın özünün muhâlefet tarafından kavranabildiğini bize göstermiyor.

Bunun sonucunda şöyle sorunlar ortaya çıkıyor: 1) Erdoğan’a oy verip vermemekte tereddüt eden kesimlerin muhâlefete iknâ olmasında bir düşüş yaşanabiliyor; 2) muhâlefet seçmeninin hevesinde kırılmalar yaşanabiliyor — ki bu özellikle oylara sâhip çıkmada ihtiyaç duyulacak olan vatandaş desteğinin azalmasını berâberinde getirebilir. Bu konuyu özellikle vurgulamak istiyorum. 

Çünkü Türkiye’de seçim sâdece oy atmakla bitmiyor. O oylara sâhip çıkılması gerekiyor. Ve partilerin –6 da olsa 10 da olsa– bütün örgütlenmeleri vs. buna bence yeterli değil. Burada vatandaşların da aktif bir şekilde sandıklara, oylara sâhip çıkması gerekiyor ve bunun için de çok ciddî bir motivasyona ihtiyaç var. Onlara bu duyguyu verebilecek olması lâzım muhâlefetin. 

Son cumhurbaşkanlığı seçimini hatırlayın. Vatandaşta çok büyük bir coşku vardı. Sandıkların başında bekleyeceklerdi. Sabaha kadar kalacaklardı. Bir baktılar ki: Oy verdikleri aday ortada yok. Kimi söylüyorum? Muharrem İnce’yi söylüyorum tabii ki. Onun yarattığı kırılmayı unutmamak lâzım. 

Tabii bu daha sonra yerel seçimlerde büyük ölçüde telâfî edildi. Özellikle bu noktada Ekrem İmamoğlu ve CHP İstanbul İl Örgütü’nün hakkını vermek lâzım. Ama bu seçimlerde de bunu diri tutabilmesi gerekiyor muhâlefetin. Dolayısıyla insanların heyecanlanabilmesi için, o şevki duyabilmesi için bir şeylerin değiştiğini, yani “Geliyor gelmekte olan”ı ya da bütün bu “Geççek” olayını iyice insanların sindirebilmesi gerekiyor. Üçüncü husus da genç seçmen. İlk defâ oy kullanacak olan, son seçimde belki ilk defâ kullanma hakkı gelip de kullanmamış olanlar ve bu sefer ilk defâ kullanacak olanlar, yani yirmili yaşlarındaki kuşaklar, seçmenler… 

Bunların motive edilebilmesi için sâdece AKP aleyhtarlığı ya da Erdoğan aleyhtarlığının, eleştirisinin yetmediğini çok iyi bir şekilde görebilmek, bu kuşaklara ulaşabilmek; bunları yaparken de târihte birtakım tiyatrolarla değil gerçek mekanizmalarla, gerçekten gençlere ulaşabilecek ve bizzat gençlerin gençlere ulaştığı mekanizmaları kurmak ve onlara sâhiden bir gelecek vaat etmekle bu mümkün. 

Muhâlefetin bu üç hususu özellikle aklında tutması gerekiyor. Bunların her birinin kendi tabanını motive etmek, gençleri dâhil etmek ve kararsız AKP seçmenini yanına çekebilmek. Bütün bunlara aynı anda yönelebilmesi için elinde çok muazzam bir imkân var. O da şu: Erdoğan’ın artık kaybetmiş olması. Kaybetmeye mahkûm olması. 

Erdoğan’ın kaybetmeye mahkûm olması muhâlefetin kazanmaya mahkûm olduğu anlamına gelmiyor. İşte bu çok ciddî bir paradoks. 

Bu paradoks nasıl aşılacak? Bilemiyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.