Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Burak Bilgehan Özpek yazdı: Türklere göre Putin’in ontolojisi -3

Türkiye solu, Rusya’nın Ukrayna işgaline karmaşık tepkiler verdi. Her ne kadar, “sol” kelimesini kullanarak genelleme yapmak ve tekil davranışları bütün bir ideolojiye mal etmek oldukça cazip olsa da bundan kaçınmak lazım. Çünkü solun içinde işgale kategorik olarak itiraz edenler de oldu, bu işgali bir şekilde tevil etmeye çalışanlar da. Ancak Türkiye’de solun öne çıkan kurum ve isimlerinin, birkaç istisna dışında, aldıkları tutum ağırlıklı olarak Rus işgalini eleştirmekten ve kınamaktan çok uzak oldu. Dikkat çekici olan ise solun kişisel düzeyde bir analiz yapmaktan imtina etmesi ve neredeyse Putin ile ilgili hiçbir şey söylememesi.

Bu şaşırtıcı değil çünkü Putin’in sol değerler ile birlikte anılmayı hak edecek bir tarafı yok. Kamu kaynaklarını imtiyazlı bir sınıfa dağıtan, Sovyetlerin nomenklatura geleneğini kapitalist bir dünyaya başarıyla uyarlayan hatta yıllarca kendisini komünizmin alternatifi olarak dünyaya sunmayı başaran bir lider. Hatta “kalbi olan birisi Sovyetlerin yıkılmasına mutlaka üzülür ama beyni olan hiç kimse Sovyetlerin devam etmesini istemez” diyor. Yani bir sosyaliste ilham veren bir lider olmadığı muhakkak.

Dolayısıyla, solun Putin’in doğası ile ilgili fikirlerini şekillendiren şey onun kendisinden ziyade kime karşı mücadele verdiği. Bu yüzden Putin hayranlığı olarak teşhis edemeyeceğimiz ancak Putin’in yaptığı öteki kavramını tasvip eden bir tutum aldıklarını söylemek mümkün. Bu tutumun, Marksist uluslararası ilişkiler kuramları ile ters düştüğü iddiasına katılmıyorum. Aksine, Marksizm ile Realizmin devlet ve uluslararası hukuk kavramlarını ahlaki olarak küçümserken ortaklaştıklarını hatırlamak gerekiyor. Zira, hem Marksistlere hem de Realistlere göre devlet, siyaset üstü bir aktörlüğe tekabül etmez. Marksistler için imtiyazlı sınıfların sömürü mekanizmalarını devam ettirmek için kullandıkları bir zor aygıtıdır. Realistler ise kadir-i mutlak, bütün devlet dışı aktörleri kendi yörüngesinde tutan bir aygıt olarak algılar devleti. Dolayısıyla, her iki kuram da demokratik barış teorisinin öne çıkardığı rejim şekli değişkenine kayıtsızdır. Buna göre, bir ülkenin demokrasi olması, o ülke hükümetini daha barışçıl ve hukuka daha saygılı bir dış politika izlemesini beraberinde getirir. Zira, hükümetler ülke içindeki aktörlerin tepkilerini hesap etmek zorundadır. Özellikle iki demokratik devletin hükümetleri, kendi içlerindeki devlet dışı aktörlerin (firmalar, sivil toplum örgütleri, medya, seçmenler, çıkar grupları) faaliyetleri sonucunda barış yapmaya adeta mecbur olurlar. Burada güç ve siyaset yoktur artık. Demokratik ilkeler içeriyi de dışarıyı da düzenler.

Ne Realistleri ne de Marksistleri ikna eder bu argüman. Realistler için demokrasi bir ideolojidir ve haliyle devletlerin güçlerini maksimize etmeleri için bir enstrümandan başka bir şey değildir. Nasıl ki Stalin, Doğu Avrupa’ya genişlerken komünist ideolojiyi kullanmış ama aslında Rus devletinin etki sahasını bu vesileyle genişletmişse, demokrasinin yayılması da aslında daha güçlü olan demokratik devletin, yani ABD’nin, etki sahasını genişletmektedir. Yani, demokratikleşme denen şey aslında jeopolitik bir oyundan başka bir şey değildir. Öte yandan, özellikle ortodoks Marksistler için demokrasi mevcut iktisadi sömürü düzeninin yumuşatılarak devam ettirilmesinden başka bir şey değildir. Mevcut iktisadi düzenin radikal bir şekilde değişimine katkı sunmaz hatta buna ket vurur. Sorel’in sosyalist parlamenterlere aleni şekilde hakaret etmesinin sebebi budur. 20. yüzyılın başında İngiltere’de Marshall ve Crosland’ın temsil ettiği revizyonist sosyalizmin, işçilerin aynı zamanda vatandaş olduklarını ve amaçladıkları değişimi parlamento yoluyla elde edebileceklerini söylemesi şaşırtıcı değildir. Şüphesiz ki demokrasi, devrimin amaçladığı öfkeyi sönümlendiren bir rol oynamıştır. Daha sofistike bir yorumu Wallerstein yapar. Ona göre demokrasi başlı başına karşı çıkılması gereken bir sistem değildir ancak onun bazı ülkelere nasip olmasının sebebi dünya çağında kurulan bağımlılık mekanizmalarıdır. Yani, endüstriyel demokratik devletler bunu hammadde sağlayan otokrasiler ve emek yoğun mal ve hizmetleri tedarik eden yarı demokrasiler sayesinde başarmışlardır. Yani Marxistlerin, demokratikleşme meselesini ne sınıftan ne de sistemin yapısından arındırarak ele alması şaşırtıcı olurdu. Onlar demokrasiye, bağlamına göre taktiksel bir aşama olarak bakabilirler ancak demokratik bir geleceği müjdeleyen unsurlar değildir. Zaten İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ile SSCB arasında en büyük anlaşmazlıklardan biri Almanya’nın nasıl bir demokrasi ile yönetileceğiydi. Her iki ülke de Almanya’nın demokratikleşmesi konusunda hem fikirdi ama Truman liberal demokrasiye işaret ederken Stalin halkın demokrasisinde ısrar ediyordu.

Yani solun NATO’nun genişlemesi ve Ukrayna’nın demokratikleşmesine duyduğu bir saygıdan bahsedemeyiz. Bu durumun onlar için hiçbir önemi yoktur. Uluslararası hukuk da benzer şekilde hali hazırda devam eden sömürü mekanizmasının teminatı olarak algılanır. Bu yüzden bir ülkenin egemenlik sahasının ihlali alerjiyle karşılanacak bir durum değildir. Zaten saygı uyandırmayan bir dünyanın sisteminin kuralı kaidesi ne kadar ciddiye alınabilir ki. Ya da kaybedenler değişmeyecekse kazananın kim olduğunun bir önemi yoktur. Üstelik burada saldırıya uğrayan taraf, liberal demokrasinin ve kapitalizmin askeri işbirliği örgütü olan NATO’ya girmek istediği için buna maruz kalmışsa en hafifinden bunu haketmiştir.

Putin ile solun kesiştiği nokta biraz da budur. Her ne kadar, Türkiye solunun sosyal medya hesaplarından Mearsheimer paylaşması absürt bir duruma işaret etse de ve zulüm gördükleri ülkelerden Putin’in meydan okuduğu Avrupa liberal demokrasilerine sığınsalar, bu ülke kurumları sayesinde hayatta kalsalar da kendi içlerinde bu savaşa kayıtsız kalmanın tutarlı bir tarafı vardır. Tutarsız olan, solun bir kısmının bu alan içerisinde kalmaması, bunun dışına çıkması ve Putin propagandası tarafından hızlı şekilde manipüle edilmesidir. Mesela Kharkiv şehri yerle bir edilirken veya Bucha’da siviller katledilirken buna değinmeden Münich Flarmoni Orkestrası şefinin işten çıkartılmasını Batı’nın iki yüzlülüğü etiketiyle topluma bağırmaları ve iki trajediyi birbirini meşrulaştıran etmenler olarak eşitlemeleridir.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.