Politikacılar ve “tamamen duygusal” veya “tamamen korkusal” nedenler
Paris merkezli Montaigne Enstitüsü’nün danışmanlarından Dominique Moïsi, New York Times gazetesine yazdığı makalede Fransa’daki başkanlık seçiminin ikinci turunda seçmenlerin çoğunun iki güçlü olumsuz duygu olan “öfke ve korku” arasında bir tercih yapacağını söylüyor: “… halktan kopuk bir teknokrat olarak algılanan Emmanuel Macron’a duyulan öfke ve tehlikeli bir aşırı sağ aday olarak görülen Le Pen’in iktidara gelmesinden duyulan korku. Her iki durumda da seçmenlerin çoğu bir adaydan yana değil, bir adaya karşı oy kullanmış olacak”. Moïsi’ye göre sonucu şu sorunun yanıtı belirleyecek: “Bay Macron’dan Bayan Le Pen’den korktuğunuzdan daha fazla mı nefret ediyorsunuz, yoksa tam tersi mi?”
Macron’a duyulan öfkenin sık sık sokağa da taşan uzun bir geçmişi var. 2018 Kasım’ında akaryakıt zamları ve kötü ekonomik koşullara tepki olarak başlayan “Gilets Jaunes- Sarı Yelekliler” hareketi kısa sürede “Zenginlerin Başkanı” olarak niteledikleri Macron karşıtlığına dönüşmüş, can kayıplarının da yaşandığı protestolar aylarca sürmüştü. Düşük gelirli ve yoksul kesimlerin toplumsal öfkesinin izdüşümü olarak nitelenen Sarı Yelekliler hareketinin oyları; aşırı sağ ve aşırı sol adayların oyların yüzde 50’sinden fazlasını aldığı ilk turda, siyasi yelpazenin iki ucu arasında bölünmüş görünüyor. Victor Mallet’ın yazdığı gibi, ne de olsa “Fransa’da aşırı sol ile aşırı sağın birçok ortak noktası var: Yerleşik düzene duyulan öfke, küreselleşmeyi, NATO’yu ve Avrupa Birliği’ni tekinsiz bulan Fransız milliyetçiliği, geleneksel siyasetten uzaklaşma ve ekonomik dışlanmışlık hissi”. Moïsi, her iki Fransız’dan birinin öfkeli olduğunu teslim etse de, günün sonunda korkunun galebe çalacağını, Macron’un seçimi kazanacağını öngörüyor.
Nisan başında Macaristan’da yapılan seçimlerde de, korku öfkeden ağır basmış görünüyor. Üstelik Fransa’dan farklı olarak Macaristan’da Viktor Orban’ın 12 yıllık iktidarına karşı muhalefet ilk kez oyların bölünmesini engelleyecek bir ittifakla, güçlerini birleştirerek seçime girmişti. Ancak Orban, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle tetiklenen güvensizlik ve belirsizlik ortamından yararlanmayı bildi ve medya üzerinde kurduğu neredeyse mutlak hakimiyet sayesinde kendisini barış ve güvenliğin teminatı olarak sunarken, rakibi muhalefetin ortak başbakan adayı Peter Marki-Zay’ı Macar askerlerini Ukrayna’da savaşmaya gönderecek biri olarak göstermeyi başardı.
Muhalefetin hatası ise Rusya’nın Ukrayna saldırısını, Putin sevdalısı Orban’ın maskesini düşürebilecek bir fırsat olarak görmeleriydi. Kampanyalarının odağını toplumda adaletsizlik üreten yolsuzluklardan, ekonomik sorunlardan ve otoriterleşmeden uzaklaştırdılar; zaten adil koşullarda yarışmadıkları bu yarışın son düzlüğünde seçmeni “Putin mi, Avrupa mı?” sorusuna sıkıştırılmış bir referanduma çağırdılar. Düne kadar mülteci karşıtlığı ile prim yapan Orban ise Ukrayna’dan yarım milyondan fazla mültecinin ülkesine gelmesine izin vermesine ve AB’nin Rusya’ya yönelik yaptırımlarını onaylamasına rağmen, Kiev’e silah göndermeyi veya Rus enerjisine ambargo çağrılarına katılmayı reddederek güven telkin eden bir “tarafsızlık” ve “istikrar” anlatısı inşa etmiş oldu.
Savaş hemen yarın bitse bile, Ukrayna’nın yeniden yaşanabilir bir ülke haline gelmesi en az 10 yıl alacak bir süreç. Şimdilik mavi gözlü akrabalarına misafirperverlik ve şefkatle kucak açmış görünen Avrupa ülkelerinde işsizlik ve enflasyon arttıkça, ekonomik kriz derinleştikçe neler yaşanacak? Hem iç güvenlik hem de Polonya, Finlandiya ve Baltık ülkeleri özelinde Rus işgali/müdahalesi tehdidine bağlı dış güvenlik sorunlarının ve kültürel çatışmaların da yakın zamanda ortaya çıkması beklenebilir. Bu sorunlarla yüzleşildiğinde her zaman ve her yerde olduğu gibi “sonradan gelenler”e öfkenin yükselmesi de şaşırtıcı olmayacak.
Mülteci sorunu, iklim krizi, pandemi, ekonomik kriz ve savaşlar sadece Avrupa’da değil, bizim de içinde olduğumuz çok daha geniş bir coğrafyada biteviye belirsizlik ve kaos üretirken, seçmenlerin daha uzun süre korku ve öfke ile motive olacağı öngörülebilir. Politikacılar da yukarıdaki örneklerde işaret ettiğimiz üzere, daha iyi bir gelecek için umut veren siyaset alternatifleri üretmek yerine; gelenin gideni aratacağına dair tehditkar söylemlere hatta “felaketin eşiğinden ancak ben kurtarabilirim” iddialarını pekiştirecek tehditleri bizzat oluşturarak, statüko kollayıcılığına yaslanmış durumda. Ne de olsa, toplumsal stresin arttığı zamanlarda, umuttan ziyade kaygılara ve kaygıların kaynağına yönelik öfkeye hitap etmek politik olarak bedeli düşük, verimi yüksek bir çaba. Stres fiili bir duruma dönüşüp “savaş ya da kaç” boyutuna geldiğinde, diğer bilişsel fonksiyonlar kapanır ve “amigdala” (beyinde duygusal hafıza ve duygusal tepkilerin oluşmasında birincil role sahip bölge) insana hükmeder.