Ayşe Çavdar yazdı: Memleket mahallesinin çıkmaz sokakları

İddiasını çoktan kaybetmiş bir iktidar koalisyonunun, iddiasızlığı ölçüsünde otoriterliğe sarıldığı, otoriterliğe sarıldıkça krizleri krizlere ekleyerek uzatmalı buhranlar yarattığı bir dönemdeyiz. Muhalefet cephesinde ise henüz iddiasını bulamamış bir başka koalisyonumuz var. İddiasını bulamıyor çünkü önünde aşamalandırması gereken birkaç büyük iş duruyor. Sondan başladılar: Gelecekte birbirleriyle yarışacakları siyasi rekabetin kurallarını belirlediler önce. Parlamenter sistemin doğası gereği kapsadığı kuvvetler ayrılığı üzerine kurulu bir mutabakat hazırladılar. Ancak bu birbirlerine verdikleri bir sözden ibaretti ve şu demekti: “Şimdi bir işe girişeceğiz birlikte, kafamız gözümüz dağılacak muhtemelen ama bu aşama bittiğinde birbirimizle yarışırken şu üzerinde anlaştığımız kurallar geçerli olacak.” Bu mutabakat, içinde yaşadığımız buhran bağlamında çok uzakmış gibi görünen bir geleceği ve öncelikle mutabakatı oluşturan partileri ilgilendirdiği için heyecan yaratmadı. Çünkü o uzak gelecekle aramızda kuralsızlığı kural olarak dayatan bir siyasi yarıştan, ne yarışı ya hu, giderek daha çok ölüm-kalım meselesine benzeyen bir kavgadan sağ çıkılması lazım önce. Orada kalsa iyi, ondan sonra da üzerinde uzlaştıkları siyasi rekabet ortamını geçerli kılacak düzenlemelerin yapılacağı bir ara dönem olacak.

Kaç on yılın yorgunluğu, umutsuzluğu, bitkinliği var üzerimizde. Kolay değil. Her birimiz bir taraftan, “eeee yani ne diyorsunuz?” diye soruyoruz muhalefete. Üstelik uzak gelecek için mutabakat halinde olan aktörlerin her birinin kendileriyle ilgili ciddi tanım sorunları var. Yalnız birbirleriyle değil, her partinin kendi içinde de pek çok sözüm ona benzemez yan yana durmaya çalışıyor. Hangi konularda benzemediklerini anlamış değilim kendi adıma. Başta ekonomi olmak üzere aşağı yukarı her konuda üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri söylüyorlar. Siyasi angajman açısından bakıldığında da her biri ayrı ayrı ama benzer yollarla iktidar partisine oy verenlerin fikirlerini ve oylarını değiştirmeye çalışıyor. O zaman da benzemezlik bu mutabakatı yapan aktörlerin ve yakın çevrelerindeki insanların siyasi kariyerleri boyunca başka hangi angajmanlara girdikleri, daha doğrudan söyleyeyim, boyunlarında taşıdıkları vebal birikimleri ile sınırlı kalıyor. Burada başka bir açmaz daha çıkıyor karşımıza: O mutabakata imza atanlar arasında ensesi taşıdığı vebalin yüküyle yangın yerine benzemeyen yok madem, yeni aktörler mi çıkartalım? İstesek de istemesek de çıkıyor yeni aktörler. O da ne? Hiçbiri yeni değiller ya da ortaya çıktıklarının ertesi günü buhranın ateşinde eskiyiveriyorlar. Her biri mevcut siyasi açmazı yaratan kavramları bir ucundan tutup çekiştirdiği, siyaseti o kavramları ve kavrayışları didiklemek zannettiği için kubbede yankılanıp duran siyasi gürültüye katkıda bulunmak dışında bir şey yapamıyorlar.

Manzaranın böyle göründüğünde üç aşağı beş yukarı anlaşıyorsak çarenin ne olduğu konusunda da anlaşabiliriz belki. İlk önce muhalefet bloğunun daha yakın zamanlara ilişkin bir şeyler söylemesi lazım. Herkesin rakiplerinin hilelerinden korkmaksızın kendini rahatlıkla ortaya koyarak siyasi yarışa katılabileceği o kutlu gelecekten önce ve o geleceği kutlu kılmak için zarların hileli olduğu muhalefet partilerinin bir seçimi kazanmaları ve geleceğin başlangıcı anlamına gelen o siyasi düzeneği kuracak adımlar üzerinde anlaşmaları lazım.

Nasılda gizli neden

Gerek gazeteci gerekse akademisyen olarak edindiğim saha tecrübesi bana “neden” sorusunun genellikle ezberlenmiş bahaneleri, mazeretleri sıralamaya ya da zaten ulaşılmış bir sonucu gerekçelendirmeye kapı açtığını, sahici nedenlerin hep “nasıl” sorusuna verilen cevaplar arasındaki hiyerarşide ve söz diziminde saklı olduğunu öğretti. Bir başka deyişle, bir işin neden yapılamadığına ilişkin gerçek sebeplerin o işi yapmak için geliştirilen yöntem ve stratejide mündemiç olduğunu fark ettim. İşte bu yüzden muhalefetin, aciliyeti konusunda kendileri dahil herkesin hemfikir olduğu şu işleri neden yapamadığı sorusuna verilecek her cevabın, muhalefet bloğunu oluşturan aktörlerin yapmadıkları her şey için bahane sıralamaktan, nenemin demesiyle, yüzlerini yumaktan, başka işe yaramadığını düşünüyorum. O zaman da tuhaf bir soru kalıbı çıkıyor karşıma: Gerekliliği gayet açık bu işleri nasıl yap(a)mıyorlar? Soru kalıbı tuhaf olsa da cevap hem açık hem de temel problemi anlamaya hayli elverişli.

O mutabakat metnini nasıl yazdıklarına bakalım: Genel başkan yardımcıları gözlerden ırak odalarda buluştular, belki her biri bir başlığın altını doldurma görevini üstlenmişti. Sonra her biri çıkan her metnin üzerinden geçip orasına burasına bir şeyler eklediler. Ardından götürüp genel başkanlarına gösterdiler. Onay aldıktan sonra matbaaya gönderip sınırlı sayıda bastırdılar. Ahali içinde ilgilenen olursa girer internetten indirirdi nasılsa.

Eskiden ders içeriğini hazırladıktan sonra düştüğüm hataydı. Okunacak makaleleri özellikle açık kaynaklardan seçmeye çalışırım, öğrenciler kolayca bulabilsinler ve para vermeden indirsinler diye. Gene de sınıfta, “ama hocam bulamadım o makaleyi, okuyamadım” diyen birkaç kişi illa ki çıkar. Bu yüzden birkaç senedir makalelerin tamamının pdf’lerini ders planını konuştuğumuz ilk haftada elden takdim ediyorum öğrencilere. Böylece herkesin her şeyi bulduğundan emin oluyorum.

Kendi aralarında yazıp imza aşamasına geldikten sonra büyük bir gösterişle ilan ettikleri mutabakat dört başı mamur bile olsa erişilebilir değil. Çünkü ne hazırlama ne imza aşamasında kendilerinden başkasını ilgilendirdiği yolunda bir işaret çakmadılar ahaliye. Hepimiz bir nikâh töreni izler gibi izledik. Hayırlı uğurlu olsun, bir mutabakatta kocasınlar madem. Bunları içerikten bağımsız olarak söylüyorum.

Çokça eksiği olsa bile işleri bu şekilde halleden bir siyasi ekipten çıkması mucize sayılabilecek bir metin var çünkü elimizde. Üç kez okudum, şaka etmiyorum. Daha iyisi mümkün ama olabileceklerin en kötüsü değil o mutabakat metni. Fakat erişilebilir de değil. Tabii ki internetten indirebilir isteyen herkes. Sorun da burada: Kim, niye isteyecek o metni indirip okumayı? Nasıl ilişki kuracak, metnin neresinde bir derdine derman, kendi sesine bir ses bulacak?

Böylece, yalnızca nasıl kaleme alındığı ve ahaliye nasıl sunulduğundan hareketle metnin neden heyecan yaratmadığı sorusuna kendimce bir cevap bulmuş oldum: Arzu, istek yaratmıyor. Arzuyla, isteyerek yapılmayan işler alıcılarında arzu ve istek uyandırmazlar. O mutabakattaki ideal siyasi rekabet ortamı o kadar uzak ve muhayyel bir geleceğe işaret ediyor ki hazırlayanlar dahil olmak üzere kimsede arzu ve istek uyandırmıyor. Erişilebilir görünmüyor zira. Erişilebilecek bir zamandan bahsetmiyor. O zaman mevzu o uzak ve muhayyel geleceği erişilebilir kılmakta. O da seçim kazanmakla ve gayet sıkıntılı olacağı her halinden belli bir geçiş sürecini planlamakla mümkün olacak.

Bir mutabakata bağlanmış olan üçüncü adımdan evvelki iki adıma bir türlü geçilememesinin, yine o metnin nasıl hazırlandığına yani yönteme nakışlanmış çok önemli bir sebebi var. O metni yazmak için altı genel başkan ve yardımcıları yeterliydi. Tabii canım, genel başkan yardımcıları da danışmanlarından destek almışlardır. O danışmanlar da bir takım hocalarla konuşmuşlardır muhtemelen. Halbuki, seçim kazanmak için seçmene, geçiş sürecinin sıkıntılarına katlanmak için de seçmenler dahil olabildiğince geniş bir ahalinin, özellikle o sürecin sıkıntısını en çok çekecek olanların güvenine ihtiyaç var. Peki nasıl kazanılacak o güven? Bu soru da ne yazık ki bu sınava girenlerin çalışmadıkları yerden. Seçmenin, ahalinin güvenini nasıl kazanırız sorusunu sormak için bile önce “benim güvenilecek neyim var?” sorusuna cevap vermeleri gerekir: “Ben olsam bana güvenir miyim? Niye güveneyim?” Sıkıntının başladığı yer de burası. Belki vardır güvenilecek bir takım şeyleri ama soruyu böyle sormak yerine, “benim neyim var bu pazarda satacak, benim malım satmıyor o zaman kimin malını satayım” diye sordukları, pazara baktıklarında da AKP-MHP müşterisinden başka kimseyi görmedikleri için bu güven açmazını çözemiyorlar.

Mahalle oyunu

Sözün burasında kimin nesi var sorusunu sorayım ben de… Gene sık oynadığım bir oyundan yardım alacağım. Siyasi partileri, kurumları, kendilerinden ibaret olmayan parti başkanlarını, yöneticileri “bu kişi mahallede kime karşılık gelirdi” diye bulundukları katmandan yeryüzüne indireceğim. Bayağı eğlenceli oyundur, siz de deneyim.

Diyelim ki Türkiye, arazisine göz koyan müteahhit yüzünden yıkım tehdidi altında olan bir mahalle. Kemal Kılıçdaroğlu mahallenin muhtarı gibi durmuyor mu? Gittiği devlet dairelerinin kapısından geri çevriliyor bir zamandır, zira o daireler mahalleye düşmanlık eden müteahhitin beslemelerine dönüşmüş çoktan. Küsleri barıştırarak, bürokrasi görgüsünü kullanarak mahalleyi yıkımdan koruyabileceğini düşünüyor. Pek mücadele ehli olduğu, hatta mücadelenin kıymetinin farkında olduğu söylenemez.

Meral Akşener, hem kızı hem gelini olduğu hanelerin yasa koyucularıyla yaptığı pazarlıklardan (1) güçlenerek çıkmış; bu sayede mahallenin erkeklerinin çekindiği, kadınlarının uzak da olsa bir ihtimal olarak gördüğü bir kadın kişi. Lakin sözü yaptığı pazarlığın içeriğiyle malül. Elde ettiği gücü korumanın ve artırmanın tek yolunun, pazarlık ettiği hanelerin sözünü, eylemini yasa koyuculardan bile ısrarlı bir şekilde ve yüksek sesle tekrar etmek olduğuna ikna olmuş.

Temel Karamollaoğlu, emekli imam, üfürükçülük yapanların façasını indirecek kadar aklı başında bir imanı temsil ediyor ama atalardan kadınlara, çocuklara, gençlere dair dinlediği hurafelerden kurtaramıyor kendini. Onun pazarlığının içeriği de bu. Kendisine nasılsa güç katamayacakların hayatlarını daraltarak açıyor arazisini. Mahallenin yaş almışlarına akıl hocalığı yapıyor, geriye kalanlar mümkün olduğunca gözüne görünmemeye çalışıyorlar, ne yapsınlar?

Babacan, tahsilini tamamlayıp kendisine piyasada okkalı bir kıymet biçtirmeyi başardıktan sonra mahalleye, dini bayramların birinci günü birkaç saatliğine anasını-babasını ziyaret etmek dışında pek uğramayan fakat ana-babasının kendisine işi düşen komşularını da “dedikodu olmasın, anam-babam üzülmesin” diyerekten boş çevirmeyen, yardımcılarına söyleyip hemen yaptıran, bunun dışında kimse için pek erişilebilir olmayan, kendini mahallesinden kurtarmış kişi.

Davutoğlu, sokakta çocukları, kahvede erkekleri bulduğu yerde eski zaman hikâyeleri anlataraktan “ecdat görse utançtan yerin dibine geçerdi” dersleri veren tarih öğretmeni. Emekliliği yaklaştıkça yükseliyor hitaplarının ateşi. O ateşin sebep olduğu yangınların mesuliyetini zinhar üstlenmiyor. İçinde yaşadığı tarihsel bağlamda suretinin nereye düştüğünü görmeyi aklından bile geçirmiyor. Anlatısı, kronolojinin ve olayların akış sırasının inkârı üzerine kurulu. Bu nedenle konuşmayı bitirdiğinde akılda kalan anlattıkları değil, o konuşurken havada asılı kalan his oluyor.

Hem Babacan hem Davutoğlu mahalleyi yıkmak isteyen müteahhitle sınıf arkadaşı. Ona söz dinletememekten yakınıyorlar ama mahallenin geleceğine dair onunkinden farklı bir düşleri de yok. Belki bahçeleri biraz daha geniş, binaları az katlı, fiyatları daha yüksek tutarlar. Ama o kadar…

Gültekin Uysal mı? Eskiden holding olsa da artık bir KOBİ görünümündeki şirkette staj yaparken ansızın kendini yönetici pozisyonunda bulan talihli delikanlı.

Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu, sırasıyla mahallenin bulunduğu ilçenin ve ilin belediye başkanları. Görünürde müteahhitin projesini desteklemiyorlar ve geciktirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Çünkü onların da kendi projeleri var. Müteahhiti bertaraf ettikten sonra açıklayacaklar projelerini ve onları da birbirleriyle mahalleden kalanları “değerlendirmek” için yarışırken göreceğiz.

Masanın kendi dışıyla ilişkisine de bakalım mı biraz? Selahattin Demirtaş’ın seveni de var sevmeyeni de, lakin gözünü budaktan sakınmayan bir delikanlı olduğunda dostları da düşmanları da hemfikir. Müteahhite meydan okuduğu için cezaevinde ne zamandır. Muhtar müteahhitin açıkça blöf yaptığı bir pazarlık masasına onun özgürlüğünü koydu. Kendilerini mahallenin de sahibi zanneden mülk sahipleri gözünde işbilirlik demekti bu. Ama muhtar, saygınlığından ve güvenilirliğinden de hayli taviz vermiş oldu böylece. Halen kendi hikâyesinde açtığı o yarayı sarmaya çalışıyor. Mahallede çoğunluğu oluşturan ve mahalleyle aralarındaki ilişki tapu kaydıyla sınırlı olmayan kiracılar temkinli ve mesafeli bir ilişki içindeler kendisiyle.

Müteahhitin ve hem mahalleye hem kendi başına musallat ettiği ocakçının kim olduğunu söylememe hacet var mı? Yoktur diye umuyorum.

Pervin Buldan ve Mithat Sancar, kiracıları “ev kira ama mahalle bizim” düsturuyla örgütlemeye çalışan fakat burnu büyük mülk sahiplerini mahalleyi müteahhitten kurtarmanın tek yolunun birlikte hareket etmek olduğuna ikna edemeyen avukatlar.

Kiracılar ne zaman toplansa, mülk sahipleri kendilerine karşı bir devrim yapılacağından endişeleniyor. Bu paranoya yüzünden müteahhite yenilecek, onunla işbirliği yapacak ya da direkt kendi elleriyle yıkacaklar mahalleyi. Yeter ki kimseyle eşitlenmesinler, tek dertleri bu. Onları imtiyazlı kılan kâğıtları da yakıp kül eden felaketin farkında bile değiller kibirleri yüzünden.

Tam burada Erkan Baş’ı da ekleyeyim ve durayım artık. O da müteahhitle ocakçısının rehin aldığı delikanlının arkadaşı (gerçekte öyle bir durum var mı bilmiyorum, çok önemli de değil) ve bu dünyada kiracı oluşun gücüne yaslanıyor. Rehin alınmış arkadaşının boşluğunu doldurmaya değil ama kendi mücadelesini onunkiyle meczetmeye uğraşıyor.

Ya biz kime güvenelim?

Kimse verdiği vaatlerle güven kazanamaz. Bütün mesele hikâyede. Hikâye de reklamcılara, propagandacılara yazdırılmaz. Elde ne var diye bir bakmak lazım. Yukarıdaki oyunu bu yüzden oynadım. Riskli de bir oyun kabul ediyorum. Ben yıkılmakta olan bir gecekondu mahallesinde kurdum oyunumu. Bir başkası yeni yapılan bir TOKİ yerleşkesi ya da kentsel dönüşüme gönüllü girmiş bir üst-orta sınıf rant tarlası hayal edebilir. Karakterlerin tercihlerinin nasıl değişeceğini göreceksiniz.

Bir hikâye, yeni bir olay akışı üretmesi, hepimizi şaşırtması gerekiyor muhalefet partilerinin. Doğru, AKP’nin hikâyesi biteli çok oldu. MHP çapasına tutunarak gidebilecekleri yolu da gittiler. Ama o bitik hikâye ömürlerimizi kâğıt gibi harcamakta ısrarlı. Bir başka hikâye şekillenmeye başlamadı henüz. Masanın etrafındaki ve dışındaki muhalefet öyküleri, AKP’nin çoktan bitmiş, uzatmanın uzatmasının uzatmasını bıkkınlık vererek idrak etmekte olan hikâyesinin yan öğeleri gibi duruyor hâlâ. Biz onlardan yapmaya alışık olmadıkları şeyler bekliyoruz çünkü yeni bir hikâye ancak alışkanlıklardan vazgeçildiğinde başlayacak. Beyaz bir sayfaya ihtiyacımız yok. O beyaz sayfaya yazacak kıymette bir öyküye muhtacız… Ama onlar ısrarla çoktan bitmiş bir hikâyenin içinde ikbal arıyorlar kendilerine. Müteahhit mahalleyi gösterişli salavatlarla yıkarken, kendi hanelerinin badana-boyasıyla meşgul görünüyorlar, belki üç-beş kuruş fazla alırlar müteahhitten diye.

Yukarıda anlattığım hikâyenin final olasılıkları şöyle:

  1. Müteahhit mahalleyi yıkar ve ahali çil yavrusu gibi dağılır. Dağılacak bir yer olmadığına göre, mahalleyi korumak lazım.
  2. Mülk sahipleri ve kiracılar güçlerini birleştirir ve müteahhit duraksatılır. Böyle bir durumda müteahhit her bir haneyle teker teker pazarlık etmeye başlayacaktır. Planından vazgeçmiş gibi görünür ama yalnızca daha sinsice davrandığı yeni bir aşamaya geçmiş olur.
  3. Mülk sahipleri ve kiracılar birbirlerinin dilinden konuşmanın bir yolunu bulur ve müteahhitin hiçbir önerisine hiçbir koşulda evet demeyecekleri şeffaf bir mücadele-dayanışma hattı kurarlar. Müteahhiti bertaraf ettikten sonra kozlarını, bu mücadele-dayanışma hattında edindikleri birikimle yeniden paylaşacaklardır.

Şimdilik bizim muhalefet, sanki mücadele-dayanışma bitmiş de sıra koz paylaşmaya gelmiş gibi davrandığı için, “yav he he”nin ötesinde bir tezahürat duyamıyor toplumdan. Beton dostu müteahhit ve çayı karbonatlı ocakçının birer antikahraman olarak tasvir edilseler bile hikâyenin sürükleyicisi olmasına rıza gösteriyorlar. Belki de hikâyenin merkezine mahalleyi değil, kendilerini koydukları için beceremiyorlardır. Oysa en acil ihtiyacımız onların kahramanı oldukları bir hikâye değil. Mahalleyi kurtaralım da müteahhitten, sonra kimin neyin kahramanı olduğuna hep birlikte karar veririz.

(1) “Ataerkil pazarlık kavramı, farklı erkek egemenliği ve akrabalık sistemlerinin cinsiyetler ve kuşaklar arasında yarattığı işbölümü, uyum, çatışma ve direniş biçimlerini aydınlatmayı amaçlar. Temelinde yatan “pazarlık” (bargaining) kavramı, eşitsiz ilişkilere dayanan toplumsal cinsiyet rejimlerinin, kadınların rızasını sadece birtakım normları içselleştirmeleri yoluyla değil aynı zamanda sistemin içinde edinebildikleri bazı güç ve güvence alanları sayesinde de kazandıkları varsayımına dayanır.” Deniz Kandiyoti, “Ataerkil Pazarlık”, https://feministbellek.org/ataerkil-pazarlik/

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.