Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (111): Kılıçdaroğlu’nun elektrik direnişi, AKP’de troll kavgası, Gezi davası, altı muhalefet partisinin görüşmesi

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış’ın bu bölümünde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun elektrik direnişini, Aktroll Cumhur Frankfurt‘un TBMM Başkanı Mustafa Şentop‘u hedef alan paylaşımını ve altı muhalefet partisi liderinin pazar akşamı yapacağı üçüncü görüşmeyi değerlendirdi.

Spotify’dan dinleyebilirsiniz:

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Bugünün en önemli olayı Gezi Dâvâsı. Sen de bir kısmını yerinde izledin, ama onu en sona bırakalım. Dünün en önemli olayıyla başlayalım Kemal. Adaşın Kemal Kılıçdaroğlu’nun, evinin elektrik faturasını ödemediği için elektrikleri kesildi. Önce eşiyle berâber bir video yaptı, sonra eşiyle birlikte gazetecileri ağırladı, onlarla çay içti ve “Bu bir sivil itaatsizlik çağrısı değil, bir direniştir. Elektrikleri kesilmiş olan 4 milyon aboneyle bir dayanışmadır” dedi. İktidar çevrelerinden de cevap yetiştirme çalışmaları gördük. Ama sonuçta, Kılıçdaroğlu’nun bu hamlesi etkili olmuş gibi görünüyor. Muhâlefet, üzerindeki ölü toprağından biraz sıyrıldı sanki. Kılıçdaroğlu ilk başta “Elektrik faturamı ödemiyorum” dediği zaman, devletin ne yapacağını çok fazla kestirememiştim. Ama belli ki “Kesin elektriği, gitsin” demişler. Ülkede bir kişi bir şey söylemeden, o bir kişiye rağmen hiç kimse elektrikleri kesmez diye düşünüyorum.

Sonuçta Kılıçdaroğlu bir hamle yaptı ve bunu bir müddet daha sürdürecek, öyle görünüyor. Kemal Kılıçdaroğlu’nun zaman zaman yaptığı gündemi ele geçirme hamlelerinin, daha önce yaptığı birtakım videoların ya da TÜİK, MEB gibi kamu kuruluşlarına gitmesinin bir başka versiyonu gibi geldi bu. Sanki bunlar çok sistemli gidecekmiş gibi duruyor, sonra aralarına bayağı bir zaman giriyor, sonra tekrar bir şey çıkıyor. Böyle ilginç bir durum var. Ne dersin?

Kemal Can: Bunu seninle iki hafta önceki “Haftaya Bakış”ta Et ve Süt Kurumu’nun kapısına gitme meselesinde de konuştuk. Bunlar gündelik siyâset gündemi içerisinde dikkat çekmek, farkındalık yaratmak, kafa çevirttirmek, kulak kabarttırmak için başvurulan şeyler. Ama bunun her zaman artı ve eksi tarafları var. Aslında bunlar çok garantili yöntemler değil, iyi yönetilmesi gereken meseleler. Bu meseleyi daha önce, bu eyleme başladığında, elektrik faturasını ödemeyeceğini açıkladığında konuşmuştuk. Kılıçdaroğlu ısrarla böyle bir çağrıya dönüştürmemişti. Çünkü herkesi “Faturaları ödemeyelim” gibi bir sivil itaatsizlik eylemine çağırmış olsa, bambaşka bir anlamı olur. Söylediğin gibi, sâdece elektrik faturalarıyla değil, çok daha kapsamlı biçimde yapılması îcap eder ve onun sonuçları da etkileri de farklı olur. Ama Kılıçdaroğlu, bu meseleyi başından îtibâren bireysel tutumla, dikkat çekme hamlesi gibi kurguladı ve öyle yaptı. 

Dün elektriği kesilince ben sosyal medyada da gördüm, bazı yorumcular arasında, “İktidar aslında hatâ yapıp elektriği kestirerek bir fırsat mı verdi? Bu mağduriyet görüntüsü bir avantaj mı, yoksa bir zayıflık tablosu mu ortaya çıkartır?” gibi tartışmalar oldu. Aslında bu, ince bir mevzû. Dediğim gibi, kurum ziyâretleri konusunda da gündeme gelmişti. Tabii, ana muhâlefet partisinin bir kuruma giderek oradan bilgi almaya çalışması ve onun engellenmesi, haber değeri olan ve dikkat çekici bir şey. Ama bir yandan da, ana muhâlefet partisi liderinin, herhangi bir kurumun güvenlik görevlisiyle muhâtap olması, onunla karşı karşıya kalması ve kapıdan çevrilmesi de başka bir zayıflık görüntüsü olarak görünüyor. Aslında iktidar, muhâlefetin kullanabileceği bir şeye imkân açarak, kendi açısından kullanabildiği başka bir şeyi de gündeme getiriyor: O da, muhâlefeti sürekli etkisiz, yetersiz ve zayıf göstermek. Bu işte de, “Sen böyle bir farkındalık yaratmak için ‘faturamı ödemiyorum’diye bir şey yaparsan, o zaman elektriğini keseriz ve buna hiçbir şey yapamazsın. Sonunda sen dönmek zorunda kalırsın” görüntüsü de yaratabilme riski var. 

Ama Kılıçdaroğlu bunu dengeleyen bir şey yaptı: Dün akşam o resme çok başka bir hava verecek, sadece mağduriyetle sınırlı olmayan, hattâ hafif sol popülist ve kamucu bir söylem bindirdi. Bu, bir anda olayın niteliğini çok değiştirdi. Yani Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı’nın elektriğini kesen bir iktidar ve onun karşısında bireysel bir eylemle varlık gösteren Ana Muhalefet Lideri tablosundan başka bir şeye evrildi. Çok daha kalabalık bir seçmen kesiminin karşı karşıya kaldığı problemlere çok daha radikal yaklaştı. Bunu daha sonra kendisi de gazetecilerle konuşmasında, “kamucu tutum” diye târif etti. Çok büyük bir sorunu, “karanlıkta bırakılaraken temel kamusal hizmetlerden yoksun kalmak” meselesini çok basit sembollerle ve kendisinin de içine girdiği bir tabloyla doğru bir perspektifle ortaya koydu. Sâdece iktidar partisinin tuhaf tutumu ya da ana muhâlefet partisi liderinin içine sokulduğu, bâzıları tarafından “mağduriyet”, bâzıları tarafından “zayıflık” diye târif edilebilecek resmi değiştirdi. O resmin altyazısını başka türlü yazmış oldu Kılıçdaroğlu. Bu açıdan da bence bir farklılık oluşturdu. 

Ama senin söylediğin gibi, hem kurum ziyâretleri meselesinden hem bireysel mağduriyet tablolarından politik slogan üretme çabasının çok iyi yönetilmesi gerekiyor ve bunun iyi beslenmesi gerekiyor. Bunun başlangıç noktasının, söyleyeceği söz ve varacağı yer îtibâriyle de iyi kurgulanması gerekiyor. Eğer bu iş biraz daha kuvvetli biçimde kullanılmazsa… Kılıçdaroğlu da zâten sonradan açıkladı, bir-iki hafta sonra eylemine son verecek. Dolayısıyla o bir hafta, çok hızlı biçimde geçip yine başka gündem maddeleriyle dolup, bu arkası boş ve bir seferlik resim olarak kalabilir. Ya da, hep tekrar edecek, herkesin aklına kazınacak bir resim olarak da kalabilir. Bunu yapacak olan şey, bu tür eylem sürekliliğini bir bütünlük içerisinde yapmak. Bence Kılıçdaroğlu, senin de dediğin gibi, dün akşam îtibâriyle, en azından gündem oluşturmak ve birtakım çevrelerde dikkat uyandırmak açısından başarılı bir çıkış yaptı. Ama o elektriği kesilmiş mağdur görüntüsünü, çok daha geniş bir kalabalıkla ilişkilendirebildiği için etkili bir resim oluşturdu.

Ruşen Çakır: Kılıçdaroğlu olayından, pazar akşamı yapılacak olan yeni buluşmaya geçelim Kemal. Altılı masa yine kuruluyor; bu sefer Demokrat Parti Genel Merkezi’nde iftarda bir araya gelecekler. Bir iddiaya göre sahura kadar oturacaklar. Gültekin Uysal’ın çıkışının ardından sanki biraz gerginlik de var. Davutoğlu ve Babacan’ın Gültekin Uysal’la fotoğrafları ne acayipti, değil mi? “Altılı masa heyecan yaratmadı, yaratamıyor” diyoruz. Şimdi önlerinde böyle bir mesele var. Toplanıyorlar, ama herhalde kendileri de biliyordur; “Heyecan yaratamıyoruz” diye düşünüyor olsalar gerek. Birincisi bu.

İkincisi: Ne konuşacaklar? Bu sefer neyi, nasıl konuşacaklar? Belli ki, arada çıkan bu gerginliği, yaşanan krizi de konuşacaklar. Ama Ankara’daki arkadaşlarımızın araştırdığı ve partili yetkililerden öğrendiği kadarıyla, muhakkak göçmen meselesi konuşulacak deniyor. Bu konu neden konuşulacak? Biliyorsun, bugün stüdyomuzda Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’la bir yayın yaptım. Özdağ, bir buçuk saati aşkın yayında izleyicilerin sorularını da cevaplandırdı. Çok ilginç bir yayın oldu. Ümit Özdağ ve Zafer Partisi, gündemi bayağı ele geçirdi. Çarşamba günkü “Adını Koyalım”da da zâten bu konuyu konuştuk. Adına “sığınmacı”, “düzensiz göçmen”, “kaçak”,ne derseniz deyin, Ümit Özdağ, iktidardan muhâlefete kadar herkesin gündemine bu meseleyi soktu. Muhâlefetin ele geçirmesi gereken gündemi, muhâlefetten kopmuş, kendisini hâlâ muhâlefet olarak tanımlayan bir parti ele geçirdi. Böyle garip bir durum var. Normalde altı parti bir araya gelince güçleri artar ve daha fazla gündem belirlerler. Ama şu âna kadar birlikte olmaları, gündemi belirleme kapasitelerini sanki azaltıyor. Ne dersin?

Kemal Can: Pozitif heyecan yaratamayınca, negatif heyecan yaratma ataklarına alan açılıyor. Dediğin gibi, bir araya geldiler, bundan bir heyecan çıkmadı. “Bu masa dağılır mı?” tartışması daha çok heyecan yarattı. Daha önce de konuştuk, kimsenin bundan fazla bir şey beklediği ya da dağıtmak gibi bir projeksiyonu olduğunu sanmıyorum. Hem buna cesâret edeceklerini sanmıyorum, çünkü bunun kimseye tek başına çok fazla bir getirisi olmayacağı gibi, ciddî siyâsî mâliyetleri olacağı için çok gerçekçi bir durum değil. Ama ilginç biçimde, en başından îtibâren, masa daha toplanmadan başlayan ve toplandıktan sonra da devam eden, “Masa dağılır mı? Masada sorun mu var? Masada ne var?” tartışmaları daha fazla dikkat çekiyor. Heyecan buralarda oluşuyor. Heyecânın buralarda oluşmasının, bu altılı masa dışındaki, özellikle iktidar cephesinden yapılan manipülasyonlarla da ilgisi var, bunu görüyoruz. İktidâra yakın medya neredeyse bütün gündemini muhâlefetin iç meselelerine ayırmış durumda. Neredeyse önemli köşe yazarlarının hepsi, hemen her gün muhâlefet cephesindeki problemler ve iç kulisler hakkında yazıp çiziyorlar. Ve ilginç biçimde, bâzı içeriklerden de, aslında muhâlefet içindeki kanatlardan da kulis beslenmesi aldıkları anlaşılıyor. 

Bu altılı masa bir araya geldi, birkaç toplantı yapıldı, birkaç buluşma oldu, deklarasyon yayınlandı. Heyecan yarattı-yaratmadı, ne beklendi-beklenmedi konusunu birkaç oturum hâlinde günlerce konuştuk. Şimdi altılı masa, tekrar bu negatif meselelerin daha çok dikkat çektiği bir içeriğe doğru sıkışıyor — ki bu hayırlı bir şey değil. Çünkü senin söylediğin gibi, tam tersi olması gerekiyor. Bu birliğin, o potansiyeli kendi aritmetik toplamlarından daha büyük bir şeye doğru taşıması lâzım. Açıkçası, onun bu toplantıdan çıkması ihtimâli pek yok. Ama senin söylediğin gibi, bâzı gündem başlıkları açısından da, kendi dışlarında oluşmuş konuları mecbûren konuşmak zorunda kaldıklarını görüyoruz. Meselâ şimdi çok lâfı edildiği için bu “birlik görüntüsü”meselesinin yeniden tâmiri gerekecek. O konuda herkes, kaçınılmaz olarak bu meseleye bir bakacak. 

İkincisi, senin söylediğin gibi, muhâlefet göçmen meselesini yeterince ele almıyor, bu yüzden de Ümit Özdağ daha öne çıkıyor. Hattâ şimdi iktidar bile birtakım adımlar atmaya başladı. Süleyman Soylu bugün çıkıp, “Bayramda gidenler geri gelemeyecek” açıklamaları yaptı. Bütün bunlar bir araya gelince, gündemi kaçırmak dışında, bir de oluşturulan gündemlere uymak gibi bir durumla da karşı karşıya kalmaları riski var. Zaten Ukrayna meselesi bunu biraz yaratmıştı. Meselâ dış politikada birdenbire başka bir şey gelişmeye başladı. En temel şey şuydu: İktidar, dış politikada spekülatif gerilimler üzerinden politika ve pazarlık yürütmeye kalktığında, muhâlefet kolaylıkla bu mâcerâcı tutuma eleştirel yaklaşıyordu. Ama şimdi birdenbire iktidar, bütün dış meselelerde daha başka bir çizgiye ve herkesle arayı düzeltmeye yöneldi. Dolayısıyla orada da bir inisiyatif alanı kalmadı. 

Ekonomideki mesele ise bildiğiniz ve kaç kere tartıştığımız gibi, kaçınılmaz olarak bir kilitlenmeye döndü. İktidar, mevcut durumun geçici olduğunu ve buna sabredilmesini söylüyor. Muhâlefet de durumun dayanılmaz olduğunu söylüyor. Ama bu bir kilitlenme hâlinde. Bu, seçmen açısından da, hareketsiz bir donma durumu yaratıyor. Şimdi muhâlefetin bunu kıracak bir atak yapması gerekiyor. Çeşitli alanlarda ve asıl olarak kendi varlığıyla bir motivasyon üretmesi lâzım. Bu da böyle negatif tartışmalarla, içerideki pazarlıkların dışarıya taşmasıyla olacak iş değil. Bunu nasıl aşacaklar? Yoksa sâdece, yine altılı masanın sağlam durduğunu göstermekle mi yetinecekler? Bu toplantı için söylemiyorum, ama önümüzdeki günlerdeki diğer toplantılarda ve diğer hamlelerde de bunun işâretlerini görmemiz gerekecek. Çünkü hâlâ, bu altılı masanın, altılı masa olmaktan doğan bir ortak politik vizyon ya da en azından ortak bir kısa hedef târifinin henüz oluşmadığını görüyoruz. Hâlâ, partilerin ayrı ayrı çalışmaları ve iktidârın kendi kendine erimesinin akışıyla bir sonuca gidilmesi tablosu değişmiş değil. Altılı masanın artık yapması gereken şey bu. Adayı açıklayıp açıklamamalarından bağımsız olarak, kartlarını saklayarak da artık avantaj sağlamıyorlar. Aday kartı, kartların bir tânesi. Politika kartları da aynı şekilde. Bütün kartlarını saklamak avantajlı mı oluyor, bunu bir gözden geçirmeleri gerekir diye düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Bir de iktidâra bakalım. İktidar ne yapıyor, neyi nasıl yapıyor? Ortada çok fazla bir şey yok, ama biliyorsun, ilginç bir olay yaşandı: Bir Aktroll’ün –ismi “Cumhur Frankfurt”- Meclis Başkanı Mustafa Şentop’a küstahça bir çıkışı oldu. Ama bu sefer, ilk defâ birisi ânında cevap verdi. Karşı taraf da hemen pes etti. İlginçti. Meclis Başkanı önce sosyal medyadan, sonra da gazetecilere, “Sâhibini biliyoruz” diyerek açıklama yaptı. Sâhibini söylemedi. İşin ilginç tarafı, orada gazetecilerden hiçbirisi de, “Efendim, kim bu sâhibi?” diye de sormadı ya da ben görmedim. Ama herhalde herkes birbirini biliyor. Sonra o kişi, “Haddimi aştım” diyerek özür diledi, ama sırra kadem de basmadı. Bir reklam şirketi varmış ve devletten bayağı da iş alan yeni türeyenlerden birisi — her neyse. Ama burada ilginç bir şey var: Abdülhamit Gül’ün gitmesi, ondan önce Davutoğlu’nun gitmesi… Üç aşağı beş yukarı birbirine benzeyen iktidar içi operasyonlar var. Belli ki Şentop’u da birileri istemiyor. Bunu zâten biliyorduk da, bu kadar hoyratça yapabilmeleri ilginç. Bu da gösteriyor ki içeride, gemi batıyor olsa bile, batan gemi içerisinde bir kavga var. Ya geminin batmadığını, yolda olduğunu düşünüyorlar, ya da diğerlerini tasfiye ederlerse geminin batmaktan kurtulacağını düşünüyorlar. Ama bence, giderayak daha fazla ganimet elde etmek için diğerlerini tasfiye etmeye çalışıyorlar. 

İlginç bir deney oldu. Ben çok önemsedim, ama birçok kişinin pek önemsemediğini görüyorum. “Troll’ün teki” diye mi geçiştiriyorlar anlamadım. Sen ne düşünüyorsun? Bence önemli bir olay ve burada Mustafa Şentop hem o tweet’lere hem de gazetecilere cevap verirken, aslında Cumhur Frankfurt’a değil, belli ki iktidarda olan birilerine seslendi. “Tamam, bana savaş açıyorsunuz, ama ben pes etmeyeceğim” dedi ve etmediğini de gösterdi.

Kemal Can: Zaten troller bu işe yarıyor. Adı üstünde, “trolleme” işi böyle bir iş. Birileri adına biraz da yüksek perdeden bir hamle yapıp, onun yaratacağı reaksiyona göre pozisyon alıyor. Çünkü o troll’ü yöneten her kimse, açık bir mücâdeleye girmeden önce, karşısındakinin cevap verme kapasitesini, onun nasıl karşılık vereceğini ya da bu saldırının nasıl sonuç verebileceğini kestirebilmek için böyle yoklamalar yapıyor. Daha önce de bunun açık örneklerini gördük. İktidar cenâhında, birilerini kullanmadan, îmâ ederek, birbirlerine oldukça yakası açılmadık şeyler söyleyenleri de gördük. Daha önce, troll faaliyetleri, hattâ çeşitli troll gruplarının arasındaki rekabet hakkında da çok fazla bilgi duyduk. Yine böyle çok açıkça ismi zikredilerek yapılan suçlamalara da tanık olduk. Hatırlayalım: Bülent Arınç ve Melih Gökçek arasında açık açık bir polemik yaşandı. İsimler de açıktaydı, kimin kime ne söylediği de açıktaydı. Biri tasfiye olmuş değil, biri başka birpartiye gitmiş değil. İkisi de hâlâ AKP’de. Dolayısıyla bu, hep yaşanan bir şey. 

Daha önce birkaç kez, burada da, “Adını Koyalım”larda da konuştuk: AKP içerisindeki o parçalı ekipler yapısı ya da çok sayıda küçük küçük grupların iç iktidar mücâdelesi, bâzen yükselme trendine girildiğinde bâzen düşüş ya da çözülme sürecinde, sertleşiyor. Ama bunların hepsinin asli mücâdelesi, hep en tepedeki bir adayı desteklemek üzerine değil. Orada herkes gücünü veya etkinliğini Erdoğan üzerinden oluşturmaya çalışıyor. Yani ya birilerinin Erdoğan nezdinde gözden düşürülmesi, ya da birilerinin onun gözünde parlatılması. Sonuçta, onun alacağı pozisyonla, yani onun tavassutuyla, onun verdiği kararlarla herkesin teşekkür edeceği, minnet duyacağı bir ikbal üretmeye çalışılıyor. Bu iç mücâdele, arkada oldukça sertleşti ve bu sertleşme, anladığımız kadarıyla da çok yeni değil.

Fakat bu son olayda, bazı kontrolsüz alanların oluştuğunu anlıyoruz. Belki de bu kadar hızlı geri çekilmeleri bunu düşündürüyor. Ya ölçü kaçırma hâdisesi var burada ya da kontrolsüz birtakım alanların da oluşmaya başladığını görüyoruz. Çünkü troll ordularını beslemeye başlarsanız ve onların içerisinde de kendilerine bir güç vehmeden birileri çıkmaya başlarsa, bir süre sonra bâzılarının kontrolsüz kazâlara neden olmasına da yol açabilirsiniz. Böyle vakaları daha sık görebiliriz gibi geliyor bana. 

Ruşen Çakır: Öyle havaya giriyorlar ki, ne yapsalar yanlarına kâr kalıyor. O çocuğun Mustafa Şentop’u etiketleyerek attığı tweet… Kemal, öyle bir şey yazarsın ki, “Herhalde bunu kastediyor” denir. Öyle bir şey yok. Açıktan, doğrudan söylüyor. Hattâ, kazâra görmezse diye bir de etiketliyor. Acayip bir şey. Bunu yaptığı kişi de, Meclis Başkanı… Meclis Başkanı’nın protokoldeki yeri, AK Parti’deki yeri… Bütün bunlara rağmen, gerçekten kendilerini nasıl bir dünyada gördüklerini ortaya koyuyor. 

Bir de yıllarca “vesâyet”muhabbeti yapmış insanlar söz konusu. Bir tarafta hem halk tarafından seçilmiş, daha sonra milletvekilleri tarafından seçilmiş birisi var. Sonuçta, beğen beğenme, bir Meclis Başkanı. Önce kendi seçim bölgesinde seçiliyor, ardından Meclis’te seçiliyor. Öteki tarafta, adını bile bilmediğimiz, acayip bir profil fotoğrafı olan bir yeniyetmeçıkıyor ve böyle bir şey yapıyor. Bundan âlâ vesâyet mi olur? Normalde onun ânında her şeyini kaybedebilmesi lâzım; ama belli ki yine en fazla, “Biraz ayağını frene koy, ama sen bize lâzımsın” diyecekler. Aslında tam bir vesâyet. 

Ben bu süreci, tanıdığım birileriyle biraz konuştum: Müthiş bir rahatsızlık var. Hani hep, “Olan bitenden rahatsız olduğu söylenen insanlar var” diyoruz ya? Bu olay artık sınır ötesi bir şey. A bakanın B bakanla kavgasının bir anlamı olabilir. Ama burada kullandıkları insanlar… Bu çok aşağılayıcı bir durum. Düşünebiliyor musun? Doğrudan kendisi bir şey söylemiyor, böyle tetikçilere söyletiyor. Tetikçi bile değil… 

Kemal Can: Demin Kılıçdaroğlu’nu konuşurken söyledim, bu denklik meseleleri siyâsette çok önemli. Birileriyle çok sert bir kavgaya girebilirsiniz; ama muhâtabınızın seviyesi, o kavgada yenilseniz bile, sizin klasmanınızı, liginizi gösterir. Bu çok önemli bir şey. Troll saldırıları, saldırılana sâdece yapılan saldırı açısından değil, saldırıyı yapanın özellikleri açısından da bir aşağılama içeriyor. Bu çok önemli. Siyâsette kiminle kavgaya girdiğiniz çok önemli. O kavgadan kazanarak ya da yenilerek çıkmanızdan daha önemli olabiliyor. 

Ruşen Çakır: Kemal, hatırlasana: Ahmet Davutoğlu. bir başbakan, partinin genel başkanı; kendisine biçtiği bir iddia var; internette kimin yazdığı belli olmayan bir Pelikan bildirisiyle elinden her şeyi gitti. Kongrede seçim kaybetmedi, şuolmadı, buolmadı. Birdenbire bir şey çıktı, Davutoğlu cevap veremedi. Birileri bunu engellesin diye bekledi. Engellemediğini görünce zâten kaybettiğini anladı. Bu olayda en azından kim olduğunu biliyorsun. Orada ortaya atılmış bir şey vardı.

Kemal Can: Onunla değil, sâhibiyle kavgaya gireceğini göstermen gerekiyor. Oradaki problem bu. Davutoğlu’nun yapamadığı şey bu. Sana saldıranla kavga etmek yerine, kabul ettiğin anda zâten yenilgiyi de kabul etmiş oluyorsun. Bu çok önemli bir nokta. Meselâ, çok uzun bir süredir Erdoğan ve AKP’liler neden başka partilerle televizyon yayınlarına çıkmıyorlar? Erdoğan, ilk seneleri hâriç, neredeyse ilk seçimden sonra bir daha hiçbir liderle berâber bir yayına, bir tartışmaya çıkmadı. Burada yaratmak istediği şey, dengi birinin olmadığı fikri. Böyle bir iletişim stratejisi var. Davutoğlu ve Şentop örneğini verdin. Burada belirleyici olan, onu yapanın ya da ona izin verenin karşısına çıkıp ona hesap sormadığın zaman, orada bir şeyleri kaybediyorsun. Bu önemli bir şey.

Ruşen Çakır: Kemal, son olarak Gezi Dâvâsı’nı konuşalım: Sen bugün bir bölümünü izledin diye biliyorum, yanılıyor muyum? 

Kemal Can: Evet. Salona sınırlı sayıda insan aldılar. Ama ben sabah oradaydım, evet.

Ruşen Çakır: Sonuçta dâvâ pazartesi gününe ertelendi. “Bugün karar çıkabilir”dendi, ama çıkmadı. Pazartesi günü çıkacağa benziyor. Çünkü savunmalar bayağı bir uzadı. Ne diyorsun? İzlenimlerin ne? Yeni söylenebilecek ne var?

Kemal Can: Bunu birkaç kez konuştuk zâten. Bir dâvâdan konuşuyoruz, ama aslında başlangıcından, devâmından, bugününe kadar hiçbir aşamasında, hukukî bir zemin yok. Hukukî bir meseleyi hukuk normları içerisinde konuşabileceğimiz bir olay değil. Üstelik sâdece bu dâvâ da değil, bu dâvâlar serisi. Osman Kavala’yı dört buçuk yıldır hapiste tutmak üzerine, neredeyse Türk Ceza Yasası’nın bütün maddelerinden açılmış soruşturmalar, açılmış üç farklı dosya, o dosyaların birleştirilmesi, ayrılması, beraat etmiş dosyaların yeniden yeni bir iddianâmeyle bir dâvâ konusu yapılması, bozmalar, şunlar, bunlar…Aslında hepsinin özeti, bir insana ilişkin, siyâsî irâdenin verdiği açık cezâlandırma karârını yargının uygulaması. Biz bunu seyrediyoruz. Buna ek olarak, yine aynı siyâsî irâdenin, kendisi açısından bir tür karın ağrısı, bir tür kuyruk acısı olan bütün meselelerin de bunun içine sokulduğu bir mesele.

“Gezi” çok temel bir karın ağrısı. Neredeyse üç günde bir, herhangi bir konuşmanın içerisine, orada kendilerine karşı bir şey yapıldığını söyleyen iktidar sözcülerini görüyoruz. Sürekli olarak, kendilerine karşı yapılmış en önemli eylem olarak ona referans verme ihtiyâcını duyuyorlar. Osman Kavala’yı yapıştırarak, birbiri aleyhinde kullanarak, iki olayı da îtibarsızlaştırmak ve şeytanlaştırmak çabasının sonuçlarını görüyoruz. Burada hiçbir hukukî zemini ve mesneti olmayan bir sistematik cezalandırma, Gezi’yi ve Osman Kavala’yı îtibarsızlaştırma hamlesi görüyoruz. 

Burada, o insanlara ve o eylemlere yapıştırılmaya çalıştırılan cezâ ve suçlama dışında, bir de, herkese yönelen “ibret”tarafı var. Bu yapılarak, hemen herkese, hepimize, bu ülkenin tamâmına bir şey söyleniyor: “Biz istemediğimiz şeyleri yapanlara, yapabilecek olanlara, yapmayı denemiş olanlara, hiçbir kurala bağlı olmaksızın eziyet edebiliriz, cezâ verebiliriz, onları süründürebiliriz. Buna bakarak bir ibret alın”. Osman Kavala hâdisesi, iş çevreleri için bir ibret olayıdır. Sivil toplum için bir ibret olayıdır. “Hepimiz Gezi’deydik”diyen milyonlarca insanın, 81 ilden katıldıkları bir eylem sonrasında, bugün karar duruşması olan Gezi Dâvâsı’nın kapısında, onun destekçisi olarak çok sınırlı sayıda insanın bulunması bir göstergedir. Türkiye’deki pek çok siyâsî aktörün, sâdece burada eziyet ve cezâ gören ve haksızlığa uğrayan insanların değil, aslında bütün bir toplumun utanç ve cezâ yükü taşıdığını görüp söylemesindeki yetersizliğiyle ilgili de bir şeydir. Bütün bunları bir araya koyduğumuzda, bu hukukî değil, tamâmen siyâsî bir meseledir ve ancak siyâsî sonuçlarıyla ilgili konuşulabilir bir meseledir. Dolayısıyla, bugün ya da pazartesi günü çıkacak karar da, aslında hukukî olmaktan çok, bugünün koşullarında bu tabloyu yaratan siyâsî irâdenin ne karar verdiğiyle ilgili bir sonuç olacak.

Ruşen Çakır: Evet, pazartesi günü karar çıkacak. Orada yargılanan kişilerin içerisinde, yakından tanıdığım, arkadaşım, dostum olan çok insan var. Yakından tanımasam da bildiğim çok insan var. Bu insanların, Türkiye’nin iyiliğini istediklerine kefilim, şâhidim. Ortada bir suç olmadığını, suç yaratılmak istendiğini de görüyorum. 

Kemal Can: “Hiçbir iyilik cezasız kalmaz”ı göstermeye çalışıyorlar.

Ruşen Çakır: Maalesef. Ama özellikle burada Osman Kavala’ya çektirilen çile ve yaşatılan mağduriyet kolay kolay unutulacak bir olay değil. Türkiye Cumhuriyeti târihinin kara lekelerinden birisi olarak hatırlanacak. Pazartesi günü ne karar çıkarsa çıksın, umarım hepsinin lehine, özellikle de Osman Kavala’nın bir an önce özgürlüğüne kavuşacağı bir karar çıkar. Ama her halükârda biliyoruz ki, senin de anlattığın gibi, ortada bir dâvâ yok. Ortada bir kişi tarafından verilmiş bir cezânın hukukî kılıfına uydurulma çabası var. 

Kemal Can: Kılıfa da girmiyor, o kadar berbat bir şey ki…

Ruşen Çakır: Evet, böyle bir durum var ve bunu da vurgulamak, bunun böyle altını çizmek de bir vatandaş olarak boynumuzun borcu olsun. Herkesin böyle kritik olaylarda, nerede nasıl durduğunu, bir şekilde bir yerlere kaydetmekte yarar var. 

Kemal, noktayı koyalım. Haftaya tekrar buluşmak üzere diyelim. Bu hafta yayın saatimizi değiştirdik. Ama bundan sonraki haftalarda yine normal saatimizde, yani saat 16.00’da yapacağımızı düşünüyoruz. Çok teşekkürler, haftaya buluşmak üzere. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.