Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Burak Bilgehan Özpek yazdı: Türklere göre Putin’in ontolojisi-4

Ukrayna savaşının başladığı günlerde İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener net bir pozisyon aldı. Putin’i Stalin ile özdeşleştirdi ve Rusya’nın yayılmacı politikalarının çarlık ve Sovyet döneminin devamı olduğunun altını çizdi. Hatta bu konuyu daha da detaylandırdı ve Ukrayna işgalini 1968 yılında Prag’da ve 1956 yılında Budapeşte’de yaşananlara benzetti. Akşener tutumunu, Avrasyacıları eleştirerek süsledi ve Putin’e destek veren bazı kesimlere, “Atatürk yozlaşmış Avrasya rejimlerine duyulan hayranlığı gizleyecek bir maske değildir” dedi.

Akşener’in bu net tavrına karşı milliyetçi seçmeni temsil etme iddiasında olan diğer parti liderleri daha muğlak bir tavır aldılar. Mesela MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, NATO ve Batı’nın tahriklerine dikkat çekerek, Rusya ile ilişkilerin zedelenmemesi gerektiğini söyledi. Öte yandan, Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ ise Zelenskiy’nin bir komedyen, Putin’in ise stratejist olduğunu ve Ukrayna’nın başına gelenlerin liderler arasındaki bu uçurumdan kaynaklandığını söyledi.

Milliyetçi siyasetçiler arasındaki bu fark bence üzerinde düşünülmeyi hak ediyor çünkü hem Putin’i hem de uluslararası sistemi, egemenlik kavramını ve Türkiye’nin güvenlik politikasını farklı şekilde algıladıklarını gösteriyor. Dolayısıyla, bu isimlerin iktidar olmaları durumunda nasıl bir liderlik sergileyecekleri ve Türkiye’yi hangi eksende tanımlayacakları hakkında da fikir veriyor.

Milliyetçilerin verdiği tepkilerin ülkenin son 20 senesinde yaşadığı tecrübelerden bağımsız olduğunu düşünmemek gerekiyor. Bu tepkiler genel olarak AKP’nin nasıl kavramsallaştırıldığının da göstergesi. Daha önceki yazılarda iddia ettiğim gibi, AKP iktidarının ilk yıllarında benimsediği Batı yanlısı politika ve bu politikanın ABD’nin Irak işgalinin Kürtler için özerk bir yönetim gerçeğine rağmen ısrarla takip edilmesi ülkedeki ulusalcı kesimleri ciddi anlamda rahatsız etmişti. Onların Erdoğan pragmatizmini eleştirirken Putin’in ulusal çıkarları tavizsiz bir şekilde savunan tavrına hayranlık duymaya başladığını gördük. Bu tezat üzerinden hem kendi muhalif pozisyonlarını netleştirdiler hem de Türk dış politikasına alternatif bir öneri sunabildiler. Erdoğan’ın milliyetçi dile dönüşü, MHP ve ulusalcılar ile işbirliği yapması ve Batı ile kurduğu ilişkilerde sorunlar arttıkça bu kesimleri çok rahatlattı. Yani onlar Erdoğan’ı Putin’e benzedikçe daha çok benimsediler, daha çok desteklediler.

Bu noktada, MHP’nin aslında tutarsız gibi gözüken ama kendi içinde tutarlı bir tarafı var. Zira, 1990lı yıllarda partinin ABD ile ilişkilere yönelik tavrı oldukça olumluydu. Çekiç Güç’e destek verilmiş ve bu camia içinde hararetli bir tartışmaya sebep olmuştu. Hatta MHP’den ayrılan Büyük Birlik Partisi’nin yayın organlarında bu destek sert bir dille eleştiriliyor, ayrışmanın meşru zemini olarak gösteriliyordu. Harekât alanı Kuzey Irak olan bu operasyon gücü, Kürtleri Saddam Hüseyin’in saldırılarından korumayı amaçlıyordu. Yaşı genç okurlar için ilginç gelecektir ancak MHP, Çekiç Güç’ü desteklemekten hiç vazgeçmedi. Hatta 2000 senesinde yaptığı bir açıklamada, MHP’li Savunma Bakanı Sebahattin Çakmakoğlu, Çekiç Güç’ün herkesten çok Türkiye’nin menfaatine olduğunu söylüyor ve ülkedeki üslerin kullanım süresinin uzatılması gerektiğini iddia ediyordu.

MHP’nin değişimi, askerlerin konumuna göre değişti. 2002 senesinde AKP iktidara geldikten sonra Ülkü Ocakları bir afiş hazırlamış ve son dönemde dünyada değişen iktidarların ABD’ye boyun eğmeyi kabul eden liderler tarafından ele geçirildiğini söylemişti. Gürcistan ve Ukrayna’da yaşanan turuncu devrimler ile iktidara gelenleri, Afganistan’ın işgal sonrası atanan yeni liderini ve Erdoğan’ı aynı afişte göstermişti. Bütün liderler ABD’ye boyun eğmiş şekilde resmedilmişti. Türkiye’de askerlerin ABD tarafından ihanete uğradığı duygusu derinleştikçe ve AKP, Batı’nın güvenli bir müttefiki olarak yerini sağlamlaştırdıkça MHP’nin pozisyonu da buna göre değişti.

Ama burada bir arada kalmışlıktan da bahsedebiliriz. Zira, Türk milliyetçiliği kendisini tanımlarken Rusya’yı bir öteki olarak kullandı. Osmanlı’nın yıkılış sürecinde Rusya’nın oynadığı rol, Soğuk Savaş ile birlikte komünizme, dolayısıyla Sovyetler Birliği’ne yönelmiş bir öfke ile birleşti. Milliyetçi gençler Rusya’dan Moskof olarak bahseden neşriyatlarla yıllarca muhatap oldu. Rus mezalimi kavramına hiç yabancı değildi ve özellikle Soğuk Savaş döneminde 100 milyon esir Türk’ün komünizmin çizmesi altında ezildiğine inanıyorlardı. Soğuk Savaş sonrası dünyada ise gerek Bosna’da gerekse Çeçenistan’da milliyetçiler Rusya karşısında tutum aldılar. Dolayısıyla, gerek Bahçeli gerekse Özdağ bununla doğrudan çatışmak yerine, meseleyi uluslararası sistemin vahşi doğasına havale ederek Ukrayna’yı edilgenleştiren ve ülkesini işgale açık hale getirecek aptalca işler yapan bir aktör olarak tanımlamayı seçiyor. Ve bunu yaparken, ulusal güvenlik konusunda son derece hassas olduklarını her fırsatta göstermelerine rağmen, Rus genişlemesinin Türk dış politikası için olası tehditlerini vurgulamaktan imtina etmeyi seçiyorlar. Zelenskiy’e atfedilen acemilik, iş bilmezlik ve NATO’nun tuzağına düşme gibi özellikler Rusya’yı desteklemeden işgali normalleştirmenin, önemsizleştirmenin zekice bir yöntemi.

Akşener ise bu noktada ayrışıyor ve üç kavramı aynı anda savunmaya çalışıyor. Milliyetçiliğin bilinç altındaki Rus nefretini kaşırken aynı zamanda bunu Batı demokrasisinin normatif söylemleriyle yapıyor. Bununla birlikte, yeni ve daha demokratik, Batılı bir Atatürkçülük tanımı yaparak bu alanı sahipleniyor, Avrasyacılardan arındırmaya çalışıyor. Böylece Putin’i Rus çarlarından, Sovyetler Birliği Kominist Partisi genel sekreterlerinden gelen silsilenin devamı olarak tanımlıyor. Böylece, biraz da Soğuk Savaş nostaljisi estirerek, Putin’i sıradanlaştırarak kendi pozisyonunu iç politikada farklılaştırıyor. Bu farklılaştırma sayesinde, hem AKP tecrübesinin yarattığı zihinsel bagajdan kurtulmuş olduğunu, reaktif bir pozisyonda olmadığını söylüyor hem de Putin’e mesafeli bakan farklı kesimlerin ilgisini çekmeyi amaçlıyor.

Milliyetçilerin bir kısmının Ukrayna savaşı sırasında bocaladıkları bir hakikat. Bunun üstesinden gelmek için konunun önemsizleşmesini ve kamuoyunun dikkatinin dışına çıkmasını hevesle karşıladılar. Türk milliyetçiliğinin Rus meselesini gelecekte nasıl ele alacağı, ABD alerjisinin ve iç politika manevralarının bu meseleyi milliyetçilerin dünyasında nereye sürükleyeceği oldukça muğlak. Asıl sorulması gereken soru ise, Kırım Tatarlarının meselelerinden, Rus yayılmacılığının yarattığı tehditlerden ve terbiye edilmesi gereken agresif bir Moskof imajından arınmış bir Türk milliyetçiliğinin ulusalcılıktan kendisini nasıl ayrıştıracağı.

Spotify’dan dinleyebilirsiniz:

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.